Hasan Cemal bu kitapla tarih yazıcıları arasına girdi

Taraf kitap ekinden Sibel Oral, gazeteci Ali Bayramoğlu’yla, Hasan Cemal’in 1915: Ermeni Soykırımı kitabını, medyadaki nefret söylemini ve 1915 yüzleşmesiyle ilgili konuştu. Açıklamalarında yüzleşmenin önemine dikkat çeken Bayramoğlu, '1915’le ilgili üzüntünün resmen dile getirilmesi Türkiye’nin vicdanıyla ilgilidir ve önemlidir, ama bunu yapabileceğimizi hiç sanmıyorum' diyor.

Medyada nefret söyleminde özellikle son yıllarda korkunç bir yükselme var. Nefret Söylemi Raporu’nda (Ocak 2011) Ermenilere yönelik nefret söylemi pastasında büyük dilim Düşmanlık/Savaş Söylemi olarak görülüyor ve yüzde 44,4 olarak da oran var. Kürtlere yönelik gözüken oran ise yüzde 80. Neler oluyor böyle?

Zor bir toplum ve zor bir ülkeyiz. Parçalanmış yapılar ve kültürel kutuplaşmalarla yaşıyoruz. Böyle bir ülkede şiddet siyasetle atbaşı gider. Nitekim 1970’leri, 1980’leri, daha eski talan ve kıyım günlerini düşünürsek, şiddet açısından bir felaket silsilesi ile karşı karşıya olduğumuzu görebiliriz.

Nefret söylemi şiddetin kardeşidir. Son dönemlerde özellikle sosyal medyanın ve internet sitelerinin de devreye girmesiyle–yani etik, siyasî ve ahlakî denetimlerin ortadan kalkmasıyla– inanılmaz bir nefret söylemi patlamasıyla karşı karşıya kaldık.

Şimdiki zamanın nefret söylemi kendi kuşağını, kendi atmosferini, kendi gruplarını üretiyor. Hâkim kimlik –yani Türk Sünni kimliği– kendi dışındaki bütün kimlikleri nefret nesnesi kılıyor, bu kimlikler için nefret ilişkisi kurulmasına zemin hazırlıyor. Kürtler bu söylemin baş hedefi. Aleviler uzun yıllar buna maruz kaldı, Ermeniler hep içerideki, öteki ve asıl düşman olarak görüldüler, buna derin antisemit havamızla Musevileri ekleyebiliriz. Daha sonra da eşcinselleri... Küçük odaklar tarafından üretilen ama gitgide farklı siyasi katmanları kesen, birleştiren, şiddeti doğrulayan bir istikamette ilerliyor nefret söylemi. Çok acil ve çok vahim bir sorundur bu. Türkiye’nin askerî vesayetle, insan hakları ihlalleriyle mücadele kadar, bu sorunu mesele etmesinin elzem olduğunu düşünüyorum.

Peki, nefret söyleminde son yıllardaki artışı neye bağlayabiliriz?

İki nedenden bahsedebiliriz. Birincisi; değişim. Türk siyaseti, özellikle Türk toplumu değişiyor. Değişimle birlikte hayati bir mekanizma, “yüzleşme” devreye giriyor. Hâkim kimliğin kendisiyle konuşmasının, geçmişe farklı bakmasının kapısı açılıyor. Bu “yüzleşme” hali Türkiye’nin yaşadığı değişim sürecinin önemli taşıyıcılarından biridir. Üniversitede okuyan gençler, genç akademisyenler, genç gazeteciler bu yüzleşme kuşağının içine doğdular. Yüzleşme ile demokratikleşme arasındaki mikro düzeydeki ilişkiyi en çok onlar yaşıyorlar ve yansıtıyorlar. Dolayısıyla burada bir değişim var ve yüzleşme üzerinden gidiyor.

Yüzleşmede de en çok karşımıza çıkan hususlar nelerdir?

Bu toplumun geleneksel ötekilerine reva gördüğü durumlardır, bu toplumun ötekilerine geliştirdiği ayrımcı dildir, karanlık tarih sayfalarıdır, karanlıkta kalmış, örtülü devlet suçlarıdır. Nefret söylemi işte bunları savunan ve korumaya çalışan, hatta tekrara hevesli bir zihniyetten yola çıkıyor

Bu söylem aslında değişimi ve yüzleşmeyi hedefliyor. Değişimden ürktükçe yoğunlaşıyor. Hrant Dink neden öldürüldü?

Dink, 2002’den sonra başlayan AB sürecinde değişimin sadece kanuni yönlerine, siyasi tarafına değil toplumla ilgili noktalarına işaret ettiği ve yüzleşme sürecini hızlandırdığı için katledildi.

İkinci neden Türkiye’nin çözülmeyen sorunlarıdır. Örneğin Kürt sorunu çözülemedikçe, bu konuda yol alınamadıkça, güvenlikçi politikaların dozu artıkça, hükümetler savaş kabinesi gibi davrandıkça, topluma siyasetin imkânsız, hatta gereksiz ve manasız olduğuna dair bir inanç yerleşiyor. Bunu doğal olarak şiddet önerisi ve şiddet dilinin sıradanlaşması takip ediyor. Medyanın son dönemde savaştaki bir ülke basını gibi yayın politikası yürütmesi, inanılmaz fotoğraflar yayınlaması, inanılmaz ifadeler kullanması, propaganda bakanlığının ajansları gibi davranmasının arkasında da aslında bu yatıyor. Bu davranış aslında kendi başına bir nefret dilini içeriyor.

Sizin çok güzel özetlediğiniz böyle bir ortamda Hasan Cemal’in 1915: Ermeni Soykırımı adlı bir kitap yayınlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şahane. Önce şunu söyleyeyim; Hasan Cemal’in cesaretine, dürüstlüğüne, doğru bildiğini söyleme iradesine inanılmaz saygım var. Yüzleşme süreçlerinde bu tür seslere sanıldığından çok daha fazla ihtiyaç vardır. Zira bu, o toplumun tarihini yazımıyla ilgili bir meseledir. Hasan Cemal de Türkiye’de tarihe tanıklık etmekten çok, yazdığı kitapla tarihin yazıcıları arasına girmiştir.


1915: Ermeni Soykırımı
Everest Yayınları

Hasan Cemal’in “kim” olduğu da önemli tabii burada... Hasan Cemal önce kamusal bir entelektüel, bir gazeteci, toplumsal bir figür. Böyle bir figürün iç hesaplaşmasını, kendisiyle yüzleşmesini aktarması, dününden bugününe nerelerden geçerek yol aldığını anlatması, her okuyan için, her duyan için, her insan için önce düşünmeye davettir. Ama Hasan Cemal aynı zamanda İttihat Terakki’nin üç yönetici paşasından birisinin, Cemal Paşa’nın torunu. Cemal Paşa Ermeni Soykırımı’yla itham edilmiş, 1921 yılında Ermeniler tarafından öldürülmüş bir asker. Bugün 98 yıl sonra Cemal Paşa’nın torununun soykırımdan söz ediyor olmasının tarihî önemi ortadadır.

Hasan Cemal itiraf etme, kendisine soru sorma, kendisini eleştirme yeteneğini geliştirmiş biri. Ama bu noktaya yine de kolay gelmedi. Kitap bunu anlatıyor zaten. Onun bu yoldaki yakın tanıklarından biriyim. Türkiye’de az önce bahsettiğim değişimin meyvelerinden birisidir Hasan Cemal. O değişimle yol almıştır ve şimdi olduğu gibi o değişime ciddi katkıda bulunmuştur.

2005 yılında Etyen Mahçupyan ve Hrant Dink’le Marsilya’ya gidiyorsunuz, Ermeni diasporasıyla görüşüyorsunuz; 1915 ve Ermeni Soykırımı’yla ilgili siz de bir sorgulamaya giriyorsunuz dönüşte.

Biraz anlatır mısınız o süreci?

Benim 1915’le temasım daha erkendir aslında. Ancak, ErmeniSoykırımı’nın “mesele” hiyerarşim içinde tepelere çıkması, entelektüel ahlak sorularımın merkezine oturması ve kendi açımdan demokrat duruşun kurucusu haline gelmesi 2000’li yıllarda olmuştur. 2005’teki Marsilya toplantısı ise benim için bu çerçevede bir merhaledir. O toplantının içeriğinden çok o toplantının simgelediği dönem önemlidir. Benim Hrant Dink ve diğer arkadaşlarımla bu konulara yoğunlaşmam. Onlarla bu meselenin ayrıntılarını konuşmam. Radikal okumalara, araştırmalara başlamam... Bu esnada öfke, tepki, mesafe, bilgi ve duygu tashihi gibi aşamaları yaşamam... Sonuçta geldiğim nokta şudur: 1915 başta olmak üzere Ermeni meselesi hem bir vicdan borcudur, hem entelektüel bir ahlak pusulasıdır, hem Türk kimliğinin adil hafızaya kavuşarak kirlilikten arınması ve yeniden demokratik yapılanması açısından hayatidir.

5 Ekim 2000 tarihli yazısında Hasan Cemal, “Bence de soykırım değil. Ancak bu konuyu tarihçilere bırakmak gerekiyor” diyor. Daha sonra Neşe Düzel’in Hrant Dink’le yaptığı söyleşiyi okuduktan sonra da “soykırım” diyen seslere kulak verecektim diyor ve gerçekten de öyle oluyor. Sizin az önce Hrant Dink’in önemine vurgu yapan yanıtlarınızdan ve Hasan Cemal’in yazdıklarından anlıyoruz ki burada Hrant Dink’in açıklamalarının önemi büyük... Elbette. Hrant Dink tarihin hızlandırıcılarından birisiydi. Ama şunu da görmek lazım; Türkiye’de 2000’li yıllarda topyekün değişim hamlesi olmasa, AB iklimi devrede olmasa, kimlik ve gözden geçirme gibi bir ortamla karşı karşıya kalınmasa Hrant’ın söylediklerinin bir karşılığı olmazdı. Tarihi koşulların bir araya gelmesinin öneminin altını çizmek gerekiyor.

Medyada nefret söylemine geri dönmek istiyorum: Bazı medya kurumları siz ve Hasan Cemal dahil olmak üzere Cengiz Çandar, Ahmet Altan gibi yazarları sürekli hedef gösteriyor. İktidar ise susuyor. Bu korkunç sessizliğe ne diyorsunuz?

Evet, iktidarın tedirgin edici bir sessizliği var. Değişimci, reformcu olarak nitelenen bir siyasi iktidarın zamanla demokrasiyi sadece kendisine yontması, eleştiriden rahatsız oldukça entelektüel düşmanı duruşuna geçmesi, bu çerçevede yazar, çizere yönelik saldırılara sessiz kalması, dolaylı katkıda bulunması, hatta zaman zaman bizzat bunu yapması tedirgin edici.

Olması gereken nedir peki?

Olması gereken, iktidarın düşünce özgürlüğü ve çeşitliliğine hem saygı göstermesi, hem bunun kanallarını korumasıdır. Nefret söyleminin üzerine gitmesi, üstüne siyasi iradenin fikir beyan etmesini, siyasi yaptırım uygulamasıdır. Ne var ki şu anda bundan çok uzaktayız. Kürt sorununda yaşadığımız aşırı sert ortam, hükümetin benimsediği savaşçı dil, köşe yazarlarına ve basına tahammül azlığı, tüm bunlar bizi umutlu kılmıyor.

Hasan Cemal kitabında Atatürk’ün 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı ilk meclis konuşmasında sözü 1915’e getirdiğini yazıyor ve şöyle devam ediyor: Atatürk Osmanlı Ermenilere yapılanlar için der ki; ‘Utanç verici işler, alçaklık!’ Atatürk’ün sözleri daha sonra meclis zabıtlarından çıkarılır. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sözlerin çıkarılması Atatürk’ün bilgisi dışında olabilir mi?

Doktora tezimi hazırlarken I. TBMM meclis zabıtlarının tümünü satır satır okumuştum. Oradan Atatürk’ün 1915’e işaret eden, açık olmasa bile İttihat Terakki’ye gönderme yapan, “utanç günleri” ya da “kara günler” mealinde pek çok lafı aklımda kalmıştır. Bu konuda iki ayrı dönem olduğu kesin. 1915’ten sonra işgal döneminde mahkemelerde, bu soykırımla ilgili yargılamalar yapıldığında, Alemdar gazetesi sayfa sayfa mahkeme zabıtlarını vermiştir. O zamanlar daha açık söyleniyordu yaşananlara herkes tanıktı üstelik. Fakat bir yerde, bu görece açıklık bıçak gibi kesilmiştir. Resmî bakış tüm sisteme ve dile egemen olmuştur. Pek çok siyasetçi, gazetecinin anılarında 1915 birkaç paragrafla geçiştirilmeye başlamıştır. Atatürk de buna dahildir, hatta bu geçişin üreticisidir.

2015, yani Ermeni Soykırımı’nın 100’üncü yılı... Üç yıl sonra bizi neler bekliyor, Türkiye nasıl bir adım atmalı sizce?

Size söyleyeceklerimi bir kere Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na da söyledim. “Türkiye özür dileyemiyorsa 1915’te ölen insanların acısını hissettiğini ifade etsin” diye... Bununla ilgili bir üzüntünün resmen dile getirilmesi Türkiye’nin vicdanıyla ilgilidir ve önemlidir ama bunu yapabileceğimizi sanmıyorum. 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi, anayasa hazırlıkları, Kürt sorunu çıkmazı daha çok milliyetçiliği tahrik edecek, siyasi oyun bunun üzerine oynanacak gibi görünüyor. Kapımızda yumuşama değil sertleşme sepeti duruyor. Ama hiç ihtimal de yok değil. Çünkü diğer taraftan baktığınızda Türkiye 1915’i sırtında bir yük, büyük bir bagaj olarak da görüyor. Ermeni topluluklarla, Ermenistan’la ilişki kurarak bu meseleyi başka türlü halletmek istiyor.

 

SİBEL ORAL / sibelo@gmail.com

Kategoriler

Güncel Basın Gündem