OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Dün Shakespeare, bugün Fo

Adana’da da St. Paul Koleji öğrencileri ‘Hamlet’i sahneye koyuyorlar. Fakat bu, hükümet görevlilerini ve müftüyü rahatsız ediyor. Kendisi de aynı kolejde öğretmen olan Helen Davenport (Brown) Gibbons, yaşananları 7 Nisan 1909 tarihli mektubunda annesine anlatmış. Gibbons’ın aktardığına göre, işler Hamlet’in üvey babası için ters gitmeye başlayınca, başta mülki görevliler olmak üzere seyirciler rahatsız olmaya başlamış.

Bu köşede sık sık vurguladığım temalardan biri, bu topraklarda devletin yönetim zihniyetindeki sürekliliktir. İster imparatorluk ister cumhuriyet, ister tek parti ister çok parti olsun, bu topraklarda devleti yönetenlerin, siyasetçilerin, bürokratların sorunlara yaklaşımında, yönettikleri kitleye, onların hak ve özgürlüklerine bakışlarında, devlet-toplum ilişkisini değerlendirme şekillerinde belirgin ve inatçı bir devamlılık olduğu düşüncesindeyim. Ve her zaman bu kanaatimi doğrulayacak örnek vakalar ortaya çıkar. Gene öyle oldu.

On gün kadar önce bir haber düştü. Gaziosmanpaşa Kaymakamlığı, İBB Şehir Tiyatroları bünyesinde 13 Ekim’de sahnelenmesi planlanan ‘Beru’ isimli Kürtçe oyunu yasakladı. İçişleri Bakanlığı ve İstanbul Valiliği oyunun Kürtçe olduğu için değil “PKK terör örgütü propagandası” olduğu için yasaklandığını açıkladı. Gelgelelim, oyun dünyaca ünlü İtalyan oyun yazarı Dario Fo’nun daha PKK kurulmadan önce yazdığı bir metin! Eğer valilik oyun metninde değişiklik yapıldığı iddiasında ise, nerede, nasıl değiştirildiğini de açıklamalı ki inandırıcı olabilsin. Oyunun orijinal bağlamı İtalya ama Türkiye devletinin verdiği tepki sanatın evrenselliği üzerine ipuçları verdiği gibi, otoriter devletlerin korkularının da evrenselliği konusunda bir işaret. 

Üzerine daha çok şey söylenebilir ama gelelim, bana bahsettiğim devamlılık düşüncesini hatırlatan olaya. Onun için de 20. yüzyıl başına, Adana’ya gitmemiz gerekiyor. 1908 Temmuz’unda ilan edilen İkinci Meşrutiyet’in sekiz-dokuz ay sonrası. Anayasanın tekrar yürürlüğe konması, parlamento seçimleri herkeste geleceğe dair bir umut doğurmuş. Ortam serbestleşmiş, gazete ve dergi sayısı almış yürümüş, ifade özgürlüğü eskiye göre bayağı ilerlemiş. Bu ortamda ve o ortamın getirdiği serbestiyete güvenerek, Ermeniler de kendi dillerinde gazeteler, kitaplar basıyorlar, tiyatro oyunları sahneliyorlar.

Adana’da da St. Paul Koleji öğrencileri ‘Hamlet’i sahneye koyuyorlar. Fakat bu, hükümet görevlilerini ve müftüyü rahatsız ediyor. Kendisi de aynı kolejde öğretmen olan Helen Davenport (Brown) Gibbons, ki oyunun sahnelenmesinde görev de almış, yaşananları 7 Nisan 1909 tarihli mektubunda annesine anlatmış. Gibbons’ın aktardığına göre, işler Hamlet’in üvey babası için ters gitmeye başlayınca, başta mülki görevliler olmak üzere seyirciler rahatsız olmaya başlamış. Devlet görevlileri pürdikkat sahnede olanları izliyorlarmış. (Bu kişilerin tiyatro oyunu seyredecek kadar Ermenice bildiklerini sanmam. Demek ki oyun Ermenice ‘bile’ değilmiş.) Gerisini Gibbons’ın kaleminden okuyalım:

“Bizim büyük William’ı [Shakespeare] tanımıyorlardı ve hiç şüphe yok ki oyunu da aktörlerin kostümünü de bizim uydurduğumuzu düşünüyorlardı. Korkunç ki ne korkunç! En düz sahneden bile neler çıkarabileceklerini unutmuşuz. Ermeniler tarafından Abdülhamit’e bir uyarı mı [anlaşıldı]? Mücadele eden krala üstün gelen suikastçılar [var ya].” *

Kendinden, yönetiminden şüphesi ve idaresi altındaki kitlenin bir kısmıyla sorunları olan devlet adamlarının göstereceği türden bir tepki bu. İster şimdi, ister yüz sene önce... Bu arada, bu oyunun sahnelenmesinden birkaç hafta sonra, Adana vilayeti sathında kimi raporlara göre 20 bin Ermeni’nin katledildiği katliamların patlak verdiğini hatırlatalım.

Tabii ki, bunun sebebi bu oyun ve bu oyuna verilen tepkiler değil sadece. Başka tiyatro oyunları da var tepki çeken. Ayrıca bir sokak kavgası sırasında Hovhannes isimli bir Ermeni’nin bir Müslüman’ı öldürmesi, birkaçını da yaralaması da tansiyonun yükselmesine sebep olmuş. Fakat, sözünü bahsettiğimiz oyuna verilen tepkiler, hem başta bahsettiğim şüpheci yönetim anlayışındaki devamlılık, hem de katliamların toplumsal ve psikolojik zemini hakkında ipuçları veriyor. 

***
Agos’un geçen haftaki sayısında dikkatimi çeken bir durumu daha doğrusu görüntüyü belirtmeden bu haftayı geçmek istemedim çünkü Türkiye Ermeni toplumunun durumunu özetleyen bir görüntü olmuş.

Gazetenin 11. sayfasında, muhtemelen sayfa düzenine dair bilinçli bir kararla (emeği geçenleri tebrik etmek lazım), iki haber alt alta gelmiş. Haberlerden biri Karaköy’de iyi gelir getiren Has Han’ın mülkiyeti ve gelirleri sebebiyle Surp Pırgiç ve Karagözyan vakıfları arasında (yoksa Bedros Şirinoğlu’yla Dikran Gülmezgil arasında mı demeli?) uzun süredir devam eden ihtilafla, diğeri ise Kumkapı Bezciyan Okulu’nun madağ sonrası kapanmayan bütçe açığıyla ilgiliydi.

İşte, hâlimizin özeti tam olarak bu: Zaten belli bir düzeyin üzerinde gelirleri olan vakıflar daha fazla gelir için birbirini yerken, öbür tarafta önemli işlevleri, okulları olan vakıflar binbir zorlukla, kuruş kuruş para toplamaya çalışıyorlar ve o da yetmiyor. Hastanenin ve Karagözyan’ın Has Han için birbirini yemesi aslında o kadar saçma ki...

Sonuçta Has Han ne hastanenin, ne Karagözyan’ın. Has Han Ermeni toplumunun malı ve zaten gelirlerin ortaklaştırılması başarılsa, tapu ister hastanenin, ister Karagözyan’ın üzerine olsun, sonuçta para aynı kanala akacak. Bu iki vakfın başkanları, ego kavgası görüntüsü veren ve aslında onların kişisel imajını da zedeleyen tutum yerine, bu ihtilafı ve Has Han’ı gelirlerin ortaklaşması konusunda bir ilk adım olarak atabilirlerse tarihe iyi bir iş yapmış olarak geçerler. Pek umudumuz olmasa da…

*not: Adana bağlamı hakkındaki bilgileri ve Gibbons’ın mektubundan mezkur parçayı Bedross Der Matossian’ın, ‘Genocide Studies and Prevention’ dergisinin Yaz 2011 sayısında yayımlanan “From Bloodless Revolution to Bloody Counterrevolution: The Adana Massacres of 1909” [Kansız Devrimden Kanlı Karşıdevrime: 1909 Adana Katliamları] başlıklı makalesinin 159. sayfasından aldım.