ARAT DİNK

Arat Dink

HEP SONRADAN

Zamanı Aşıranlar

Devlet bize diyor ki; “Oğlun elleri kelepçeli, gözleri bağlı, anadan üryan elimizden kaçtı. İster inan ister inanma”. Cumartesi İnsanları’na yeterli desteği vermeyerek, biz izleyiciler buna inanmayı seçiyoruz. Onlarla olmadığımız her cumartesi, inandığımızı söylüyoruz. Ama zaman aşıyor… Zamanı aşırıyorlar...

Cemil Kırbayır, Kars’ta 8 Ekim 1980’de Dede Korkut Eğitim Enstitüsü’nden bozma işkencehanede, ‘sorgu’ sırasında öldürüldü. Sorgu salonunda, duvar dibinde, az önce ölen arkadaşları gibi gözleri bağlı, elleri kelepçeli ve çırılçıplak vaziyette 3 kişi daha vardı. İçerdeki görevlilerden birinin “adam kan kustu!” gibi bir şey gevelediği duyuldu en son. Sonra az önceki kostaklanmaların yerini fısıltılı konuşmalar aldı.

Ellerinin ‘ayarı kaçan’ işkenceciler, hemen bir ‘firar mizanseni’ kurdular. Bir masal anlatmaya başladılar. O masal 41 yıldır anlatılıyor.

İlk iş sorgu sırasında odada bulunanları yoklamaktı. Gerisi zaten kolay… Diğer 3 kişi eğer firar senaryosuna inanmış görünmeselerdi muhtemelen kendilerini de benzer bir akıbet bekliyor olacaktı. “Cemil nereye kaçmış olabilir?” bu tür buz gibi sorularla müsamere başladı.

Hemen Cemil Kırbayır’ın kaçtığı yönünde polis anonsu geçildi. ‘Aramalar’ birkaç gün azalarak sürdü. Sonra muhtemelen hem polis teşkilatında, hem MİT’te hem de Sıkıyönetim Komutanlığı’nda sağır sultan da duydu gerçeği ve sözde aramalar kesildi.

Aynı gün ‘firar’ ile ilgili düzmece tutanaklar tutuldu, orada resmen bulunan görevlilere imzalatıldı. Resmen orada olmayan görevliler ise, yani MİT ve Sıkıyönetim Komutanlığı görevlileri, iğrenç mesailerini bitirip gittiler. Ne adları ne sanları tutanaklarda yer aldı.

31 yıl sonra kurulan Meclis Araştırma Komisyonu’nun raporu 2011’de yukarıda anlatılanları kayda geçirdi. Bunları zaten hem ailesinin, hem de aynı dönemde Kars ve civarından 12 Eylül darbesinin hemen ertesinde toplanan arkadaşlarının malumuydu. Arkadaşlarını 4 gönderip 3 alan nasıl bilmez? Aynı işkencehaneden sırayla geçenler nasıl bilmez, ne olduğunu, neyin olabileceğini, neyin olamayacağını? Zaten 3 arkadaşı da kulaklarıyla şahit olduklarını bir bir anlatmışlardı.

Meclis Alt Komisyonu, kamu görevlilerinin üç maymunu oynadığı, komisyon üyelerini adeta çıldırma noktasına getiren -bu rapora da yansımış- uzun ifadelerin ardından yeni bilgilere de ulaştı; sorgulamaları yapanlardan ve resmen orada olmayanlardan ikisinin isimlerine. Halen sağ olan ve komisyona ifade veren MİT görevlisi Zeki Tuçkollu ve hayatta olmayan diğer MİT görevlisi Taner Alpan… Önceki düzmece tutanaklarda imzası olan emniyet görevlilerinden Selçuk Akyıldız’ın da sorgu sırasında yazıcı olarak orada olması gerektiği kesinleşmişti.

Bundan sonrası artık yargının işiydi. Rapor açıkça ilerlenecek güzergâhı, yani odadaki diğer şahısları da işaret ediyordu. Bunlar; Cemil Kırbayır’ın yaşadığı Göle ve civarından sorumlu MİT görevlileri ve Milli Savunma Bakanlığı’nın komisyona bilgi vermemesi yüzünden adlarına ulaşılamayan, dönemin Sıkıyönetim Komutanlığı görevlileri… Yapılacak şey artık basitti.

Sonra ne oldu? Zamanı aşırdılar.

Geçtiğimiz hafta, 41 yıldır adalet mücadelesi veren bir ailenin ve Cumartesi Anneleri’nin yüreğine, anneler günü arifesinde bir haber düştü; “Cemil Kırbayır dosyası zaman aşımından kapatılıyor”.

Cemil Kırbayır’ın annesi Berfo Ana, 2013’te oğlunun mezarına kavuşamadan vefat etti. 33 yıllık bir bekleyişin ardından… Berfo Ana, söz almıştı Recep Tayyip Erdoğan’dan. Ölmeden önce tırnaklarını kesip, saçından bir tutamla birlikte Cumartesi Anneleri’ne emanet etmiş, DNA testi için… Hasan Ocak’ın kardeşi Maside Ocak’tan dinlemiştik bu acı emanetin öyküsünü.

Hasan Ocak, Mart 1995’te ağır işkence gördü ve boğularak öldürüldü. Bu gerçek Ocak Ailesi’nin, yaklaşık iki ay sonra, kimsesizler mezarlığında ulaşabildiği Hasan Ocak’ın bedeninden çıplak gözle dahi okunabiliyordu. İnsan gözüne itibar etmeyenler için adli tıp raporuyla da sabit. Terörle Mücadele Şubesi’nde gözaltına alındığı ise aynı dönemde gözaltına alınan kişilerin tanıklıklarıyla sabitti. Dolayısıyla yukarıdaki cümle şu şekilde olmalıydı: Hasan Ocak 21 Mart 1995 günü İstanbul Terörle Mücadele Şubesi Görevlileri tarafından gözaltında ağır işkence gördü ve boğularak öldürüldü, sonra da cansız bedeni Beykoz’da bir yere atıldı.

Ocak ailesinin, başka kayıp yakınlarıyla da bir araya gelerek başlattıkları sessiz oturma eylemleri, zamanla başka ailelerin de katılımıyla büyüdü. Bugüne kadar gözaltında kaybetmelerle ilgili İHD’ye yapılmış 1300’e yakın başvuru var. Devlet’in günlüğünü tutuyorlar. Korktuğundan, umutsuzluğundan veya imkânsızlıklardan başvuru yapmamış olanları, varın siz düşünün.

2016’da da Beykoz Savcılığı, Hasan Ocak davasıyla ilgili zaman aşımı kararı vermişti. Sonra itiraz kabul edildi ama halen anlamlı bir gelişme yok. Elbette ne hukuk mücadelesi ne de Cumartesi İnsanları’nın mücadelesi bitecek.

Geçtiğimiz yıl İçişleri Bakanı yine aynı yalanları utanmadan sıralamıştı “Hasan Ocak şu örgütün şöyle lideri” falan diye. Bu da işin başka bir boyutu... Kaybedileni karalama yöntemi de aynı işkence gibi devlet geleneğinin bir parçası. Ocak Ailesi’ni bir de bunlara cevap vermekle uğraştırıyorlar. Ayrıca olsa ne olur anlamadık. Biz izleyicilerin midesi ekşiyecek, ilgilenmeyeceğiz ya ona güveniyorlar. Bize güveniyorlar. “Teröristler, gözaltında işkenceyle öldürülebilir, cesetleri kaybedilebilir” diyeceğimizi düşünüyorlar. Ne dersiniz?

Tüm dünyada, Latin Amerika’da, Kuzey Amerika’da, Avrupa’da, Afrika’da gözaltında kaybetmelerle ilgili bu aşamalardan geçilmemiş gibi, ezberden tekrara devam... Yazılmamış gibi onca hukuk metni, aynı saçma argümanlar… Bu kadar yaygın aşağılık bir devlet yöntemini kendi icadıymış gibi, icadını savunur gibi savunmalar... Her yerde aynı şeyler oldu, “zaten teröristti” dendi, “kaçtı” dendi, orijinal bir şey yok. Bu arada Birleşmiş Milletler’de 2007’de imzaya açılan “Kişilerin Zorla Kaybedilmeye Karşı Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme” Türkiye tarafından neden imzalanmıyor? Aklınızdan ne geçiyor?

Bu adalet mücadelesinin çoğu AKP döneminde cereyan etti. AKP’nin Cumartesi İnsanları’na yaptığı kötülük ne tarif edilebilir, ne affedilebilir. Düşene elini uzatıp, sonra elini geri çekip tekrar düşürmek… Bu işkence değil de nedir? Düşürülen şey umududur bir annenin. Oynanan şey öfkesidir bir kardeşin. Bir dostun sabrıdır kurcalanan. Her gün yeniden baş etmeye çalışılan duygulardır, öfkedir, sabırdır, umuttur, hasrettir kurcalanan. Özelde Cumartesi Anneleri’ne, genelde tüm memlekete yaptığı budur herhalde AKP’nin.

Bir düşünün, önce başınıza bunlar gelsin, sonra umudunuz, sabrınız, öfkeniz kurcalansın, bakalım oturabiliyor musunuz Galatasaray Meydanı’nda? Yoksa elinize silah alıp dağa mı çıkıyorsunuz? Cumartesi Anneleri terörün antitezidir. Cumartesi İnsanları adaleti iman belleyenlerdir. Onlar her gün, her hafta iman tazeleyenler, zor sınavı geçenlerdir. O yüzden ilk bakılması gereken, ilk çözülmesi gereken, ilk duyulması gereken yerdir. Bırakın, eline silah alıp, peşin çekilen cezaların suçunu arayanlara laf yetiştirmeyi. Yakalarsınız, yargılarsınız, işinizin adı ne... Asıl şu, suçlara ceza arayanlara bir cevap olun. Bir adalet yankısı verin. O zaman merak etmeyin, herkes duyar, herkes gelir.

Ne demektir zaman aşımı? Hangi zaman aşmış? Nereden aşmış? Bizim içinden geçtiğimizi düşündüğümüz bütün o zaman, bu ailelerin yüreğinden geçmiş, aşındıra aşındıra... Böyle suçlarda zaman aşımı, bırak suçlunun cezadan yırtmasını, ağırlaştırıcı unsur olabilir ancak. Kimdir suçlu? İşte yine Devlet… Madem adı sanı yok kimsenin, Devlet olacak suçlu, başka kim olacak? Devlet almış, bir daha da getirmemiş. Dua edilecek bir mezarı, yarayı bağlayacak bir kabuğu da çok görmüş. Nasıl kabullenir bir anne akıbetini bilmediği oğlunun öldüğünü? Mezarını görmeden, bedenini görmeden, kemiklerini görmeden… Görenin bile kanıksaması seneler alıyor. Zor ikna ediyor kendisini yavrusunun öldüğüne.

Devlet bize diyor ki; “Oğlun elleri kelepçeli, gözleri bağlı, anadan üryan elimizden kaçtı. İster inan ister inanma”. Cumartesi İnsanları’na yeterli desteği vermeyerek, biz izleyiciler buna inanmayı seçiyoruz. Onlarla olmadığımız her cumartesi, inandığımızı söylüyoruz. Ama zaman aşıyor… Zamanı aşırıyorlar... Zaman aşınca ne oluyor? Bitti mi yani zulüm? Bunu da mı tarihçilere havale etmiş oluyoruz? Türkiye farkında olmadan kendini de günden güne tarihçilere bırakıyor.

Çok kıymet verdikleri işkencecileri şimdilik onların olsun. Berfo Ana’ya borcumuz var. Cemil Kırbayır’ın kemikleri nerede? Annesinin saçı ve tırnaklarıyla buluşturmamız gerekiyor.