RONALD G. SUNY

Ronald G. Suny

MICHIGAN MEKTUPLARI

Bir tehdit olarak ‘şimdi’: Filistinliler, Yahudi devleti ve uluslararası sorumluluk

Filistinliler, hüsnütabirle ‘uluslararası toplum’ olarak adlandırılan şey tarafından yüzüstü bırakıldı. Dünyanın en güçlü devleti ABD, İsrail’in kendini koruma hakkını savunuyor; söylemi başka yönde olsa da, Filistinlilerin kaderini pek umursamıyor.

Filistinlilerin varlığı, ‘Filistin’de bir Yahudi devleti’ fikrine ve günümüz İsrail’ine karşı varoluşsal bir tehdit teşkil ediyor. İki devletli bir çözüme ya da Yahudiler ve Filistinli Arapların bir arada yer aldığı, iki uluslu bir devlete yönelik bir tehdit değil, asıl olarak, Akdeniz ile Ürdün Nehri arasındaki kısmında yaklaşık olarak yedi milyon Filistinli Arap’ın yaşadığı topraklarda demokratik bir Yahudi devletinin imkânsızlığını hatırlatan bir durum, söz konusu olan. İsrail’in ve Filistin’in bugünü ve geleceği ile yüklü ve girift ortak geçmişini birbirinden, cerrahi bir müdahale yapar gibi kesip ayırmak mümkün değil. Fakat iki halk, o geçmişi birbirinden tamamen farklı şekillerde hatırlıyor ve anlatıyor. Ancak, tarihten kaçılamıyor. Tarih inkâr edildiğinde, gelip intikamını alıyor. 

Filistinlilerin trajik hikâyesi, Avrupa Yahudi diasporasının yakın tarihiyle iç içe geçmiştir. Dünyanın –en azından Avrupalılara göre– en medeni kıtası olan Avrupa’da, Yahudileri hedef alan pogromlar ve baskılar, Holokost’ta milyonlarca Yahudi’nin kitlesel olarak katledilmesiyle sonuçlandı. Bu soykırımın ironik yanı şu ki, yok edilmesi amaçlanan halk ortadan kalkmadı; başka bir halkın yaşadığı topraklarda yeni bir devlet kurdu. İki taraf da, söz konusu topraklar üzerinde hak iddia ediyordu – Filistinli Araplar yüzyıllarca orada yaşadıkları ve başka bir anayurtları olmadığı için, Yahudilerse binlerce yıl önce orada yaşadıkları ve başka bir anayurtları olmadığı için... Yüzbinlerce Arap topraklarından ve evlerinden çıkarıldı, komşu bölgelerde ya da memleketlerinden çok uzaklarda mülteci oldu. Sürgün Filistinlilerden oluşan toplulukların en büyüklerinden biri, benim de yaşadığım Michigan eyaletinde, evime çok uzak olmayan bir şehirde bulunuyor.

Birçok modern ulus, yerli halkları hedef alan etnik temizlik ya da bütün bir halkı ortadan kaldırmaya yönelik soykırımsal şiddet üzerine inşa edilmiştir. Ermeniler bu tarihi iyi bilir; gittikçe daha fazla sayıda Türk ve Kürt de, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki ‘boş noktalar’ hakkında bilgileniyor. Kuzey Amerikalılar, ABD ve Kanada’da yerli halkların evlerinden, memleketlerinden çıkarılıp, ‘rezervasyon’ adı verilen kısıtlayıcı yasal yerleşim bölgelerinde yaşamak zorunda bırakıldığını ve çocuklarının zorla, kültürlerini, dillerini ve hafızalarını yok etmek üzere tasarlanmış okullara gönderildiğini öğreniyor, bu korkunç gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalıyorlar.

Koskoca bir tarihsel dönem (19. ve 20. yüzyıllar) homojen ulus devletlerin oluşturulması ve kozmopolit imparatorlukların sahneden çekilmesiyle geçti. I. Dünya Savaşı sırasında, dünyanın birçok yerinde imparatorluklardan ulus devletlere geçildi. İmparatorlukların işleyişinin alametifarikası olan ayrımcılıklar ve bazı halkların zorla diğerlerine tabi kılınması, yerini, devletin tek bir halkın elinde olduğu ve diğer tüm halkların ‘azınlık’ addedildiği, yeni ‘eşit ve homojen ulus’ düşüncesine bıraktı. Örneğin Polonya, iki savaş arası dönemde (1918-1939) bir ‘Leh’ ulus devleti olmakla birlikte, küçük bir imparatorluğu andıran özellikler de taşıyordu; Polonya vatandaşı Ukraynalılar, Beyaz Ruslar ve Yahudiler, Leh komşularıyla aynı haklara ve ayrıcalıklara sahip değildi. Ülkenin Yahudi nüfusunun büyük kısmı Holokost’ta yok edilirken, Lehler, ölüm kamplarından sağ kurtulan Yahudilerin evlerine dönmesine şiddetli bir şekilde karşı koydu. 1945 yılında Josef Stalin, Ukraynalılar ve Beyaz Rusların yaşadığı toprakları alıp, Polonya’nın sınırlarını yüzlerce kilometre batıya doğru itti. Savaş sonrasında, Doğu Avrupa ülkeleri, Almanların kovulması ve Yahudilerin Filistin’e göç etmesiyle etnik olarak daha da homojen hâle geldiler. 

İsrail’in kuruluşu, ‘ulus inşası’nın ilk ve tek değil, elli yıl kadar gecikmiş bir örneğidir. Filistinli Araplar topraklarından sessiz sedasız ayrılmayı reddettiler. Mücadeleleri yıldan yıla daha da beyhude bir çaba görünümü alsa da, işgale direndiler. Filistinlilerin haklarını ve taleplerini savunmak terörizm olarak yaftalanıp kınanırken, İsrailli Yahudilere kendilerini ve yeni devletlerini savunma hakkı tanındı. İsrail hükümetleri, 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda alınan ve ‘işgal altındaki topraklar’ olarak anılan bölgede Yahudi yerleşimleri kurulmasını desteklese de, Filistinliler yok olmayı reddettiler. Batı Şeria’da, Gazze Şeridi’nde ve İsrail’de yaşayan Filistinliler, kum üzerine çizilmiş hatlar ve rakip önderliklerle bölünmüş olsalar da, kendilerini –gittikçe daha güçlü bir şekilde– ortak çıkarları olan, tek bir halk olarak görüyorlar. 

Filistinliler, hüsnütabirle ‘uluslararası toplum’ olarak adlandırılan şey tarafından yüzüstü bırakıldı. Dünyanın en güçlü devleti ABD, İsrail’in kendini koruma hakkını savunuyor; söylemi başka yönde olsa da, Filistinlilerin kaderini pek umursamıyor. Arap emirlikleri, monarşileri ve diktatörlükleri de, Trump yönetiminin baskısı sonucunda, sağcı İsrail hükümetiyle aralarını düzelttiler. 

İsrail’in eylemleri (işgal, yayılmacılık, muhaliflere yönelik hedef gözeten suikastlar, Ortadoğu’daki yegâne nükleer cephaneliğin inşası) uluslararası siyasette etkileri çok geniş bir alana yayılan sonuçlar doğurdu. İsrail de, ABD gibi, uluslararası hukuku hiçe sayan, sivil nüfusun üzerine havadan bombalar yağdıran (ki bunun bütün dünyada savaş suçu ve insanlığa karşı suç olarak tanımlanıp lanetlenmesi gerekiyor) ve Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) yargı yetkisini kabul etmeyen bir haydut devlet. UAD’yi tanımayı reddeden ülkeler arasında ABD ve İsrail’in yanısıra Rusya, Çin, Hindistan, Irak, Libya, Yemen ve Katar da bulunuyor. Türkiye, Ege Denizi’ndeki kıta sahanlığı konusunda Yunanistan’la yaşadığı –hâlâ devam eden– ihtilafta bu kurumun hakemlik yapma yetkisini ilkin reddetmişti. Erdoğan hükümeti, 2019 yılında, Girit Adası yakınları da dâhil olmak üzere, Yunanistan’a ait karasularında petrol ve gaz arama planlarına ilişkin olarak karar yetkisinin UAD’de olması düşüncesine sıcak bakabileceği yönünde birtakım işaretler verdi ama bu adımın devamı gelmedi. 

Devletler arasındaki uzlaşmazlıkların çözümü için uluslararası diplomasi ve karşılıklı olarak taviz verme sanatı dışında bir yol yok. İhtilafların barışçıl bir şekilde mi, yoksa –geçen yıl Azerbaycan ile Ermenistan arasında yaşanan savaşta olduğu gibi– kan dökülerek ve şiddet yoluyla mı giderileceği konusunda, ABD, Çin, Rusya gibi büyük güçler ve hatta Türkiye ve İsrail gibi bölgesel güçler belirleyici bir rol oynuyor. Dünya tehlikeli bir yer. Çoğunlukla beklenmedik anlarda, beklenmedik şekilde olmak üzere, sık sık yaşanan uzlaşmazlıkların çözümü için bilgelik ve devlet adamlığı gerekiyor. Hakiki çözümler eninde sonunda karşılıklı çıkarlar, başka bir deyişle, evrensel düzeyde kabul gören ‘adalet’ üzerine kurulmalı.

(İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz)