OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Danzig, Donetsk, Karabağ

Gaz demişken, Avrupalı belli başlı devletlerin Putin rejiminin bu hâle gelmesindeki rolünü de hatırlamakta fayda var, zira yıllar boyunca alternatif enerji yatırımlarını ikinci plana iterek Rusya’dan gaz alıp o rejime milyarlarca Euro akıttılar. Aynı rejim birçok muhalifini, gazeteciyi öldürtür veya hapse atarken sade suya tirit “Endişeliyiz” açıklamalarıyla yetinerek, Rusya’ya ciddi yaptırımlar uygulamaktan kaçınarak onunla iş yapmaya, rejimi destekleyen Rus oligarklara kapıları açmaya devam ettiler.

Rusya’nın, daha doğrusu Putin’in Ukrayna’yı işgali yüzünden, klişe tabirle, tarihî günlerden, daha doğrusu muhtemelen önümüzdeki bir iki kuşağın yaşayacağı dünyanın şekillendiği günlerden geçiyoruz. Tarih boyunca en kanlı, en korkunç savaşlara sahne olan Avrupa kıtası, İkinci Dünya Savaşı ve takip eden dekolonizasyon sonrasında bir Bosna faciası ve Soğuk Savaş boyunca daimi ama kontrol dışına çıkmayan bir siyasi gerginlik yaşasa da, Avrupa devletlerinin doğrudan birbirlerinin topraklarına saldırmadıkları bir dönemine girdi. Avrupa’nın görece ‘devletler arası saldırmazlık’ dönemi yaşaması dünyadaki diğer savaşları bitirmedi ama şiddet ihraç eden ülkelerin azalmasını sağladı. Putin’in Ukrayna’yı işgali, bir karşı hareket olarak Almanya gibi özel bir ülkenin silahlanmaya 100 milyar Euro aktaracağını açıklaması, bu görece barış ortamını sona erdirecek paradigmatik bir kayışın göstergeleri olabilir; parantez olmasını dilemeyeceğimiz bir parantez kapanıyor olabilir. 

Almanya’nın niye özel olduğuna dair birkaç açıklayıcı cümle kurmakta fayda var. Almanya, önce Prusya sonra Almanya olarak kabaca 1800’lerin ilk yarısından İkinci Dünya Savaşı ertesine kadar, 120-130 sene boyunca, dünyada, yalnız yapabilirlik açısından değil ideoloji ve kültür açısından da en militarist, en savaşkan devlet ve toplumlardan biri oldu. 1930’lar ve 40’larda faşizmle bunu şahikasına vardırırken tarihin en organize soykırımını da yaptı. İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde, askeri alanda yenilmiş olmanın bir sonucu olarak, çok önemli bir dönüşüm yaşandı. Hiçbir şey kolay ve hızlı olmadı; tüm sorunlar, örneğin ırkçılık tamamen ortadan kalkmadı ama hem militarizmin gerilemesi, makbuliyetini yitirmesi açısından, hem Holokost’la yüzleşme konusunda, hem de –bunlarla doğrudan bağlantılı olarak– demokratik ölçütlerde ciddi bir iyileşme oldu.

Her biri çok uzun ele alınabilecek olan tüm bu etkenleri toparlayan bir ifadeyle söyleyecek olursak, Almanya’nın faşizmin diplerinden demokrasinin üst sıralarına tırmanması, insanlık için ümit verici bir başarı hikâyesidir. (Umarım bir gün bu cümleyi -di’li geçmiş zamanda kurmak zorunda kalmayız). Tekrar edeyim, bu, Almanya’da hiçbir siyasi ve toplumsal sorun kalmadı demek değildir ama ülkenin demokratik değer ve pratikler açısından 1930’larda olduğu yerle 2000’lerde olduğu yer arasındaki muazzam farka dikkat çekmektir. Almanya’nın, üstelik o zamandan bu zamana katbekat büyüyen ekonomik potansiyeli de düşünülecek olursa, demokratik değerlere mümkün olduğunca bağlı, anti-militarist bir ülke olarak devam etmesi hem Avrupa hem dünya refahı açısından hayatidir.

Dolayısıyla, Almanya’nın ordusuna 100 milyar Euro ayırması, mecburiyetten midir tartışılır ama üzülecek bir şeydir. Uzun vadeli endişelerimiz yersiz bile olsa sonuçta bu, kaynağın diğer faydalı alanlardan, örneğin çok önemli bir sorun olan göçmen işlerinden, alternatif enerji arayışlarından ya da ne bileyim, çevre politikalarından, üretime hiçbir faydası olmayacak topa tüfeğe kaydırılması demektir. Tabii, bunun tek değilse de baş sorumlusu Putin ve giriştiği işgaldir. Almanya’nın bu işgal ve dolayısıyla Rusya’yla bozulan ilişkiler yüzünden Rusya’dan gelen gazın tedarikinde yaşanacak sorunları göz önünde bulundurarak, kapatmayı düşündüğü nükleer santrallerin ömrünü uzatmaya karar verdiğini düşünecek olursak, bu işgalin katman katman zararları olduğunu söyleyebiliriz.

Gaz demişken, Avrupalı belli başlı devletlerin Putin rejiminin bu hâle gelmesindeki rolünü de hatırlamakta fayda var, zira yıllar boyunca alternatif enerji yatırımlarını ikinci plana iterek Rusya’dan gaz alıp o rejime milyarlarca Euro akıttılar. Aynı rejim birçok muhalifini, gazeteciyi öldürtür veya hapse atarken sade suya tirit “Endişeliyiz” açıklamalarıyla yetinerek, Rusya’ya ciddi yaptırımlar uygulamaktan kaçınarak onunla iş yapmaya, rejimi destekleyen Rus oligarklara kapıları açmaya devam ettiler. Uzun lafın kısası, NATO genişlemesinden önce Putin rejimine karşı yapılacak veya yapılmayacak çok şey vardı. Tabii, geldiğimiz noktada bu yapılanlar veya yapılmayanlar Putin’in işgalini hiçbir biçimde haklı çıkarmaz. NATO’nun verilen sözlere rağmen genişlemesi de yanlıştı, Ukrayna’nın işgali de yanlış. Bu ikisini beraber söyleyebilirsiniz ve çelişkili bir şey söylemiş olmazsınız. Putin’in buradan istediğini alması, en azından düşük maliyetle alması mutlaka önlenmeli.

Bu kriz ve işgalin bize hatırlattığı başka bir şey de, uzun vadeli baktığımızda, bir bölgede başka bir millete/devlete bağlı olduğu düşünülen bir halk sebebiyle savaş çıkarma pratiğinin sona ermemiş olması. Hâlbuki Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm anlaşmalar ‘bir daha olmasın’ motivasyonuyla dizayn edilmişti. Ama işte, işe yaramadı. Örneğin, Hitler, İkinci Dünya Savaşı’nda giden yolda Danzig ve Sudetenland’deki etnik Almanları, saldırganlığını meşrulaştırmak için kullandı. Görünen o ki bugün de, hâlâ masaya sürülen bir kart bu. Bu tür meselelerde ilkeler belirleyip onlara göre karar vermek şart – tabii, tutarlılık gibi bir kaygınız varsa... Yoksa, Donetsk ve Luhansk’ta başka, Karabağ’da başka söyler duruma düşersiniz.