Çocukların kadrajından deprem sonrası hayat

Fotoğrafçı Özcan Yurdalan öncülüğündeki bir grup gönüllü, 6 Şubat depremlerinden sonra Samandağ’daki afet bölgelerinde çocuklarla bir dizi atölye düzenledi, sergi açtı.

Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği (AFSAD) ve Fotoğraf Vakfı’nın (FV) kurucularından olan Yurdalan, gönüllülerin de desteğiyle uzun yıllardır çocuklarla birlikte atölyeler düzenliyor. Nisan ayından bu yana Samandağ’da depremden etkilenen çocuklarla projeler yürüten Yurdalan’la konuştuk.

Instagram’da son zamanlardaki paylaşımlarınızı takip ettiğimde, Nisan ayından bu yana, deprem bölgesinde yoğun bir programınız olduğunu ve bir proje üzerine çalıştığınızı görüyorum. Projenizi anlatabilir misiniz?

6 Şubat depremlerinden sonra akut dönemin ardından, hayatın yeni bir yaşam mücadelesine dönüşmekte olduğu aşamada, Samandağ’da çocuklarla fotoğraf çalışmalarına başladık. Bir grup gönüllü arkadaşımızla birlikte dönüşümlü olarak yaptığımız bu faaliyet, 20 Mayıs’ta çadırkentlerde başladı. 23 Temmuz’a kadar tamamladığımız sekiz atölyeyle bugüne ulaştı.

Faaliyete gönüllü katılan fotoğrafçılar her gün oldukça yüksek tempoyla çalıştılar. Gün içinde iki ayrı çocuk grubuyla, üçer saatlik oturumlar yaptılar. Depremzedelerle aynı koşullarda, çadırkentlerde ya da prefabriklerde kalındı. Gençlere ve kadınlara yönelik farklı atölye çalışmaları yapma fırsatı bulundu.

Fotoğraf atölyelerinin sonunda çocuk arkadaşlarımızın çektikleri fotoğraflardan oluşan sergiler açıldı. Sekiz günlük yoğun emeğin ardından ortaya çıkan bu eserler, hepimiz için, birlikte deneyimlediğimiz yaratıcı üretim sürecinin büyük ödülüydü.

Öte yandan, çalışmalarda kullanılacak basçek fotoğraf makinelerinin tedariki, deprem bölgesine gidecek gönüllü arkadaşlarımızın organizasyonu, atölyelerde gereken sarf malzemelerinin sağlanması gibi zaman ve emek gerektiren işler faaliyetin devamını sağladı.

Samandağ’daki fotoğraf atölyeleri daha önce yaptığımız benzer etkinliklerde olduğu gibi gönüllü yetişkinlere yönelik ‘eğitimci eğitimi’ mahiyetindeki uygulamalı seminerlerle başladı. ‘Rehber semineri’ dediğimiz bu deneyim aktarma ve ortaklaşma faaliyeti fotoğrafçılık konusunda temel bilgiye sahip olan yetişkinlerle yapıldı.

Seminer sırasında çocuklarla birlikte yapılacak faaliyetin amaçları, dili, etik ve pedagojik ilkeleri, felsefesi başta olmak üzere birçok ilkesel başlık ele alındı. Yanı sıra optik oyuncak yapımından foto-drama ve foto-haiku (geleneksel bir Japon şiir türü) gibi fotoğraflarla ilişkilendirdiğimiz alanlardaki temel bilgilere giriş mahiyetinde uygulamalı paylaşımlar yapıldı. Bu seminerlerin ardından ilk aşama hazırlıklarımız tamamlandı. Böylece Samandağ’daki çalışmalarda dönüşümlü olarak yer alacak yetişkinlerin, temel yaklaşımlar, tavır ve yöntem konusunda ortaklaşmasını ve devamlılığı sağlamaya çalıştık.

Bu proje nasıl ortaya çıktı? Projeyle neyi başarabileceğinize inandınız? Böylesi büyük ölçekli depremlerden, böyle bir projenin oradaki insanlar için acil bir ihtiyaç olduğunu ne kadar zaman sonra düşünmeye başladınız?

Doğal afetlere, sosyal, ekonomik, kültürel ayrımcılıklara maruz kalan çocuklarla birlikte yaptığımız bu çalışmaların ortaya çıkışı 1999 Marmara Depremi’ne uzanıyor. Aslında fikrin kaynaklarını çok daha öncesine, 1975 Lice, 1976 Muradiye depremlerine kadar götürebiliriz. O yıllarda Çankaya Halkevi’nin genç üyeleri olarak depremlerin hemen sonrasında Ankara’da yardım eşyaları toplamış ve belediyenin verdiği kamyonlarla afet alanına götürerek dağıtmıştık. Fotoğraf makinelerimiz de yanımızdaydı elbette. Dönüşte sergiler açarak, görüp yaşadıklarımızı paylaşmıştık. Çocuklarla fotoğraf çalışmalarının başlangıcını olmasa bile zarar görmüşlerle dayanışma refleksimizin doğuşunu o tarihlere kadar götürebiliriz.

Çocuklarla fotoğraf çalışmaları alışıldık fotoğraflama deneyiminden farklı bir yapıya sahip. ‘Gitmeyi’ esas alan, gittiği yerde yaşananlara dışarıdan bakan fotoğrafçılık tarzından farklı bir pratik bu. Olan bitenleri öznelerinin gözüyle görmemizi sağlayan bir imkân yaratıyor. Katılanların, o kendi yaşantılarına dair gözlem, duygu ve düşüncelerini kaydedebilecekleri, kendi belgelerini üretebilecekleri bir yöntem bu. Ortaklaşa bir hafıza kaydı oluşturmaya çalıştığımız bir ‘görüntülerle hatırlama denemesi’ de diyebiliriz.

“Anlatmak, acıları paylaşarak azaltmaktır” denir. Bir paylaşma yöntemi olarak görüntülerle anlatmak da sağaltıcı bir yan taşıyabilir. Aynı zamanda hatırlamanın bir aracı olan fotoğraflar, acılarla başa çıkmaya da yardımcı olabilir diye düşünüyor insan. Çalışmalarımız, çocukları, bu önermeleri esas alan, yaratıcılığı önemseyen ve hafızanın kayıt araçlarından biri olan fotoğrafın diliyle tanıştırmayı amaçlıyor.

Başarmaya çalıştığımız da bu: Özgür düşünceyi ve yaratıcı ifadeyi temel alan görsel bir dilin ipuçlarını paylaşabilmek.

1999’daki Marmara Depremi sonrasında Dayanışma Gönüllüleri İzmit Bekirpaşa Çadırkenti’nde başlattığımız çocuklarla fotoğraf atölyeleri giderek yaygınlaştı, çoğaldı, sadece doğal afetlerle değil dezavantajlı çocuklarla yapageldiğimiz bir fotoğrafçılık alanı ortaya çıktı.

Böyle bir girişimin ve buna katılımlarının iyileşme, yeniden uyum ve normalleşme süreci için önemli olacağına afet bölgelerindeki insanları nasıl ikna ettiniz?

Bir afet sonrasında akut dönemin ardından, ortalama üç ay kadar sonra, çalışma ortamı aramaya başlıyoruz. Öncelikle durumu anlamaya çalışıyoruz. Malum hayat nerede ve nasıl olursa olsun bir yolunu bulup akıyor. Günlük ihtiyaçlar iyi kötü giderildikçe hepimizi ayakta tutan moral değerler/ihtiyaçlar kendini hissettirmeye başlıyor.

Birçok canlı gibi bizim de sadece yeme – içme – barınmadan ibaret olmayan ihtiyaçlarımız söz konusu. Sevmek, sevilmek, yalnız olmadığını bilmek, sendelediğin vakit bir destek bulacağını hissetmek de bunlar arasında. Çalışmamızın esası bu. Dayanışma…

Marmara Depremi sonrasında çocukların fotoğraflarından oluşan sergiyi Türkiye’de dolaştırıyorduk. Ege’de, Kapıkırı Köyü’nde bir yörük kadın fotoğraflara baktıktan sonra “Ah evladım, ne iyi etmişsiniz. Ben de gidip evi yıkılanların ellerinden tutup, gözlerinin içine bakmak isterdim” demişti. Galiba bizim afet bölgelerindeki varlığımızın sebebi de bu. Büyük bir yıkım yaşamış olanlara ayrım yapmadan ulaşmaya çalışmak ve ellerinden tutarak gözlerinin içine bakmak.

Bunu da elbette bir adap içinde yapıyoruz, durup dururken değil. Çalışmaya başlamadan bölgeyi ve durumu anlamayı önemsiyoruz, bize bir ihtiyaç var mı diye bakıyoruz. Alanda çalışan kurumlarla, psikolojik destek birimleriyle, afet sonrası travma uzmanları ve gönüllülerle ilişkileniyoruz; eğilimlerini gözlüyor, önerilerini alıyoruz; nerede nasıl çalışabileceğimize dair ipuçları arıyoruz, uygun ortamı bulmaya ya da oluşturmaya çalışıyoruz. Eğer elimizden geleni paylaşabileceğimiz bir oluşum varsa onlarla birlikte biz de işin bir ucundan tutmaya çalışıyoruz.

Deprem, savaş ve zorla yerinden edilme gibi büyük felaketlerin şokunu yaşayan insanlar için ‘olumlu bir terapötik tepki olarak sanat’tan bahseder misiniz?

Çalışmalarımızı sanat başlığı altında, hele sanatın kişisel iyileştiriciliği gibi özel bir alanda değerlendirmek beni aşar. Ancak çocuklarla yaptığımız fotoğraf çalışmalarının ‘birlikte öğrenme’, ‘oynayarak öğrenme’, ‘birbirinden öğrenme’, ‘ellerini kullanarak öğrenme’ gibi alternatif yöntemlerin değerli denemeler olduğunu düşünüyorum. Çocukların çalışmalarından ortaya çıkan sonuçları ise yaratıcılığın ipuçlarını taşıyabilen, etkileyici görme biçimlerine işaret edebilen, alışıldık gösterme kalıplarını kırabilen görseller diye tanımlayabilirim ve adına ‘eser’ diyebileceğimiz fikri ürünler olduklarını söyleyebilirim.

Çocukların fotoğraflarıyla çadırkentlerde açtığımız sergiler ise yetişkinlerin ve eser sahiplerinin farklı bir düzlemde buluşmalarını sağlıyor. Anne babalar, komşular, akraba, eş dost geliyor, afet sonrası yaşamı yeniden kurmaya çalıştıkları bir alanda, çocuklarla bir ‘sergi’ ortamında buluşuyorlar. Bu sergiler içinde oldukları yeni rutini bozan bir davet aslında ve fena bir etki de yaratmıyor. Çadırkentlerin çevresindeki tel çitler, prefabriklerin dış duvarları, banyo-tuvalet konteynerlerinin arka yüzü sergi alanı oluyor, bu mekânlar asılan fotoğraflarla farklı bir işlev kazanıyor, sıfatı değişiyor. (İlginçtir bu sergilerin hemen tamamı haftalarca yağmur, güneş altında kaldı, fotoğrafçıların saklamak için aldıkları dışındakiler sararıp solana kadar astığımız yerde durdu.)

Çocukların açtığı sergiler sayesinde biz dahil herkes, geçici bir süre için paylaştığımız mekânı yeniden tanımlama fırsatı buldu. Yaşam alanlarımızı ortak tasarımlarımızla ve birlikte dönüştüren küçük denemeler yaptık. Her zaman, hepimize iyi gelen şeylerden biri de hayatımıza dair kararlarımızın sonuçlarını birlikte yaşayabilmek değil mi? İyi-kötü birlikte yapıp, etmek.

Merak ediyorum, bu atölye çalışmalarının faydalarını, büyük bir insanlık dramı yaşamış topluluklara yaşam boyu veya kısa vadeli bir yanıt olarak görüyor musunuz?

Bu çalışmalar yaşamın o büyük döngüsü içinde çok küçük, küçücük bir etki gücüne sahip ancak, bunu biliyorum. Dönüştürücülükten çok dönüşüme etki edebilme potansiyeli taşıyabildiğini düşünüyorum. Boşa gitmiyor. Sorumluluk taşıyan, dürüst ve özveriyle yapılan, etik ilkeleri önemseyen, yaratıcılığı ve özgür ifadeyi önüne koyan her toplumsal faaliyetin olumlu bir etkisi olduğunu vehmediyor, uzun vadede en azından hatırlanabilir olmasını umuyorum. Burada anahtar kavram ‘kolektif sorumluluk’, amaç ise tüm canlıların yaşayabildiği bir dünya için söz kurabilmek. Bizim de elimizden gelen bu.

Nisan ayından bu yana yaptığınız çalışmalarınızın sonucunda neler yapabildiniz?

Bu soruyu Samandağ’daki çalışmalarımızın sayısal verileriyle cevaplasam rakamlara boğmuş olmam umarım. Belki bu sayede çalışmanın etki alanını şematik ve yüzeysel de olsa görebiliriz.

Çocuklarla fotoğraf çalışmalarını sürdürecek yetişkinlere yönelik (eğitimci eğitimi) ‘Rehber Seminerleri’ Kuşadası, İstanbul ve Ankara olmak üzere üç merkezde yapıldı, 65 gönüllü katıldı. Samandağ’da İBB Cumhuriyet, İBB Suphi Güzey, İBB Sutaşı, İBB Kılçadır, Karaçay, Yeniçağ ve Çanakoluk olmak üzere yedi yerleşkede çocuklarla fotoğraf çalışmaları yapıldı. Bu çalışmalara 6-14 yaş grubundan 108 çocuk katıldı.

Birer haftalık atölyelerin sonunda çadırkentlerde sekiz sergi açıldı.

Fotoğraf çalışmalarının yanı sıra kadınlarla ahşap yontu, küçük deri eşya üretimi, dekoratif ahşap boyama, çocuklarla atık kâğıtlardan kâğıt dökme çalışmaları yapıldı. Bu çalışmalara 60 kadın, 25 çocuk katıldı.

Samandağ’daki atölye çalışmalarını 23 rehber/eğitimci sürdürdü, bunların 15’i kadın, sekizi erkekti.

Olsun Tophaneli çocuklarla, olsun Vanlı çocuklarla, yaptığınız fotoğraf atölyelerinden bazı bölümlerine şahit oldum. Tophane, Van gibi afet bölgesi değildi. Neden Tophane’yi seçmiştiniz? Bu atölye çalışmalarının ötekileştirilmiş çocukların ve genel olarak afet bölgelerindekilerin yaşamlarına sağladığı faydaların benzerliklerini detaylandırabilir misiniz?

Bu çalışmaları sadece afet sonrası travma altındaki çocuklarla sınırlı tutmadık. Bir çerçevemiz var elbette. O çerçeve erişim imkânı olmayan, bu tür faaliyetlere sosyo-ekonomik nedenlerle ulaşamayan çocukları kapsıyor. Onlarla birlikte yaptığımız çalışmalar Türkiye’nin hemen her bölgesinde çeşitli festivaller, etkinlikler ya da turneler sırasında yapıldı. Bizim dışımızda farklı gruplar da benzer çalışmalar yaptılar. Bu sayede tüm deneyimleri bir araya toplayabileceğimiz bir sempozyum düzenledik. Fotoğraf Vakfı, Galata Fotoğrafhanesi’nin bu etkinliğine sunulan tebliğleri kitap olarak da yayımlandı. Zaman zaman dönüp bakıyorum ve çok farklı alanlardan, ötekileştirilmiş gruplardan, dezavantajlı çocuklardan, erişimi kısıtlı çevrelerden gelen katılımcılarla etkileyici çalışmalar yapıldığını görüyorum. Elbette hiçbiri, hemen hiçbir derdin devası değil ama o çalışmaların içindeki yetişkin ya da çocukların hepsinin üstünde ufak da olsa bir dönüştürücü, iyileştirici etkisi olduğunu düşünüyorum.




Yazar Hakkında