LORA BAYTAR ÇAPAR

Lora Baytar Çapar

MUTLU AZINLIK

Bizimki bir göç hikâyesi

Antakya’ya göç etmek büyük bir karar gibi görünüyor olabilir ama aslında, İstanbul’a doymuş biri için gayet kolay bir karardı. 2009 yılında tanımıştım eşimi. 2012 yılında arkadaşlığımız evrilip evlilik yoluna girdiğinde, Cem’in İstanbul’a gelmesi gibi bir beklentim olmadı. Çünkü yaşam alanını değiştirmemek için kuvvetli gerekçeleri olan, köklerine, toprağına bağlı biri Cem. Bense İstanbulluydum ama köklerim Kayseri’de. Sarkis Seropyan’ın yanında Türkiye’nin her yerini dolaşmıştım, bu toprakların herhangi bir yerinde yaşamaya hazırdı ruhum.

Bu yazıda size kendi göç hikâyemden, 10 yıl önce tam da bugünlerde İstanbul’dan Antakya’ya göç edişimden bahsetmek istiyorum. 

Önce, buralara yolumun nasıl düştüğünü anlatayım. 2009 yılında, aralarında yakın bir arkadaşımın da olduğu, Mimar Sinan Üniversitesi’nden bir grup akademisyenin yaptığı Suriye gezisine ben de dâhil oldum. On günlük gezi Adana’da başlıyor, Antakya’da sona eriyordu. Grup Antakya’dan İstanbul’a dönerken ben ve arkadaşım Vakıfköy’e gidecek, geceyi Vakıfköy’de geçirecek, bir sonraki gün Adana’dan İstanbul’a dönecektik. Bir arkadaşım, bize Vakıfköy’de kalacak yer ve gezme konusunda yardım etmesi için, beni şimdi eşim olan Cem Çapar’a yönlendirmişti; işte bizim hikâye böylece başladı.

Suriye gezimizde, hâlâ Hz. İsa’nın konuştuğu dil olan Aramicenin kullanıldığı Malula kasabası ve Palmira antik kenti gibi çok önemli tarihî yerleri ziyaret etmiş, gördüklerimizden –olumlu anlamda– çok etkilenmiştik. Ancak Halep’te karşılaştığımız çarşı-pazar manzaraları, özellikle de bir kasabın önüne asılmış dana kafası ve leğende işkembe, ciğer vb. sakatat satan dükkânlar gözümüzün önünden gitmiyordu. Eti marketten alan benim gibi şehir insanları için travmatik görüntülerdi bunlar; kendimize göre ‘pis’ bulmuştuk Halep’teki çarşı ortamını. Cem, ilk karşılaşmamızda bize Suriye’yi nasıl bulduğumuzu sordu. “Çok pisti” diye başlayan bir cümleyle cevap verdik. Şöyle dediğimi hatırlıyorum: “Hayvanı kesmişler, kafasını dükkânın önüne asmışlar.” Bu konuşmanın ardından, Cem bizden parkta oturup beklememizi istedi, sonra arabasıyla gelip bizi aldı. Bunun sebebini yıllar sonra buralara yerleşince öğrendim. Meğer Samandağ kasaplar çarşısından geçmek üzereymişiz ve benzer manzaralarla karşılaşma ihtimalimiz çok yüksekmiş. Sakatatın, müşteriye hayvanın sağlıklı olduğunu göstermek için sergilendiğini ve bunun bir nevi ‘taze kesim garanti belgesi’ olduğunu da sonradan öğrendim. 

Antakya’nın ve Samandağ’ın Halep’e benzeyen birçok yönü var, ama biz hikâyeye devam edelim. Vakıfköy’e Nisan ayında, Paskalya’dan bir hafta sonra gitmiştik. O zamanlar buradaki kilisenin bir papazı olmadığı için bayramlar İstanbul’dan bir hafta sonra, İstanbul’dan gelen din adamlarının riyasetinde kutlanıyordu. Köyde sadece bir pansiyon vardı ve bize ayrılan yerde de din adamlarının kalması gerekiyordu. İki kız ortada kalmıştık. Cem, Samandağ’ın Deniz semtinde bir tanıdığına ait bir otel olduğunu, orayı açtırabileceğini ya da kendi evlerinde kalabileceğimizi söyledi. Ben yorum yapacak durumda değildim, tercihi arkadaşıma bıraktım ama içimden, daha sezon açılmamışken, koskoca otelde iki kız kalmaktansa bir aile evinde kalmak geçiyordu. Son kararı arkadaşım verdi; otele gidilecekti, tanımadığımız bir evde kalamazdık! Tabii, akşam yemeğini Cem ve ailesiyle yiyecektik. Sofra o kadar sıcak ve samimiydi ki, mangal, boğma rakı ve sohbet sonrasında güven meselesi kendiliğinden hâllolan arkadaşım “İstersen burada kalabiliriz” deyince, ikiletmeye fırsat vermeden “Tamam” dedim. Sabah bahçelerde işçiler vardı, portakal toplanıyordu. Sandıkların hazırlanmasına biz de el attık, birkaç portakalı da çantamıza atıp döndük İstanbul’umuza. 

Antakya’ya göç etmek büyük bir karar gibi görünüyor olabilir ama aslında, İstanbul’a doymuş biri için gayet kolay bir karardı. 2009 yılında tanımıştım eşimi. 2012 yılında arkadaşlığımız evrilip evlilik yoluna girdiğinde, Cem’in İstanbul’a gelmesi gibi bir beklentim olmadı. Çünkü yaşam alanını değiştirmemek için kuvvetli gerekçeleri olan, köklerine, toprağına bağlı biri Cem. Bense İstanbulluydum ama köklerim Kayseri’de. Sarkis Seropyan’ın yanında Türkiye’nin her yerini dolaşmıştım, bu toprakların herhangi bir yerinde yaşamaya hazırdı ruhum. Antakya da, dili, kültürü ve her şeyiyle, kendim olarak yaşayabileceğim bir yerdi benim için. Öyleyse neden ben göç etmiyordum ki? Ve böylece, hikâyemiz 1 Eylül 2013 günü başladı. 

İşin korkutan tarafı, Antakya’yla eşim dışında en ufak bir bağımın olmamasıydı. Eşimle kavga etsem başımı alıp yanlarına gideceğim yakınlarım bile en az 1000 kilometre uzaktaydı. 

Samandağlılar için ‘mınınna’ (bizden) değildim. Antakyalılar için, göç edip gelmiş, ailesi, akrabaları çok uzaklarda olan bir ‘trenli gelin’dim. Vakıfköylüler için bile ‘yabancı’ydım, ya da köydeki deyişle “yobancoyi yabancı.” Kısacası, burada yaşamak istemesem çok sebep bulurdum İstanbul’a dönmek için. Ama her zaman, her bardağın dolu tarafı da vardır, görmek isterseniz eğer. Her şey önce sevgi gerektiriyor hiç şüphesiz. Ayrıca, malum, sabretmek erdemdir. Zaman içinde iş ortamı, arkadaş çevresi vb. sayesinde birçok arkadaşım oldu, her kültürden her toplumdan – Alevi, Sünni, Hıristiyan, Ermeni...
İstanbul’la bağım elbette kopmadı. Zaten ailem ve tabii, arkadaşlarım da orada; hatta, deprem zamanı gördüm ki, geçen on yıl içinde, uzaklaştığım için kimilerini kaybettiğimi sandığım arkadaşlarım hiç eksilmemiş.

Geçen 10 yıl benim için bir alışma süreci miydi, yoksa asimilasyon muydu yaşadığım diye çok sordum kendime. Çünkü çok şeyinden vazgeçtim İstanbul’un. Kahvesinden vazgeçtim mesela. O ekşimsi bir tat veren, az kavrulmuş kahveyi içemiyorum artık. İstanbul’a her gidişimde yanıma çok kavrulmuş Antakya kahvesi alıyor, dönerken de, artmışsa, oradakilerin kıymetini bilmeyeceğini düşündüğümden geri getiriyordum. 

Hirisi’yi (harisa, keşkek) yiyemezdim önceleri, şimdilerde kim hangi tarihte bayram yapıyor, ne zaman yeriz diye düşünüyor, o takvimi ezbere biliyorum.

Samandağlıların konu komşu ve akrabalarıyla yaptıkları, ‘sehre’ adı verilen akşamlamalar (akşam yapılan ev ziyaretleri) ilk zamanlar çok garip geliyordu bana. “Dışarıda hayat varken niye evde oturur ki insan?” diye düşünüyordum. Ama Samandağ’da dışarıda da fazla hayat yoktu o zamanlar. Akşam saat sekizde, yani İstanbul’da belki yemek bile yenmemişken, misafirlik başlardı. Ve ‘sehre’lerin ikramları: Önce kahve ve yanında çikolata, kuru meyve, lokum, cezerye; sonra meyve, çerez ve alkol; en son da tatlı (çoğunlukla evde yapılmış künefe) ve çay. Sohbete, muhabbete de doyduktan sonra “hoşgeldiniz”le uğurlanırsınız. Şimdilerde ben de ‘sehre’ye misafir davet edip aynı ikramları yapıyorum. 

Sonra, Antakya’nın yemekleri – kebaplar, mezeler… Antakya mutfağı zeytinyağının vazgeçilmezliğiyle Akdenizli, ama etten ve hamur işinden kopamayacak kadar da Anadolulu. Aynı şey buradaki hayat tarzı için de geçerli. Artık damak zevki konusunda çıtam öyle yükseldi ki Beyoğlu’nda o çok sevdiğim restoranların eskiden bayıla bayıla yediğim mezelerini beğenmez oldum. 

Bir de gökyüzü meselesi var dikkatimi çeken. Buralarda gökyüzünü aradan dereden değil de olduğu gibi koskocaman görebiliyorsunuz. Şişli Feriköy’ün sıkışık sokaklarından buralara ilk geldiğimde “Sizin buralarda ne çok gökyüzü var” demiştim. Hâlâ hatırlatırlar bana bu sözümü.

İşte geçen on yıl… İki çocuk, üç iş değişikliği, üç taşınma, bir pandemi, bir deprem... Ve tabii ki çokça sevgi ve değer. Yani, ayakta durmak ve kök salmak için gerekenler...

Asimilasyon ya da alışmak, adı ne olursa olsun, artık ‘buralı’ olmak, bir şehri yıkıntılarıyla bile sahiplenmek ve kendimi oraya ait hissetmek bana iyi geliyor – buralarda hep ‘yabancı’ kalacağımı, ‘mınınna’ olamayacağımı bilsem bile...