Galatasaray Meydanı’nda 1000 hafta: Korucu yeni kitabını anlatıyor

Gazeteci Serdar Korucu’nun yeni kitabı “Cumartesi Anneleri: Galatasaray Meydanı’nda 1000 Hafta” başlıklı çalışması Doğan Kitap’tan çıktı. Korucu, kitabını gözaltında kaybedilen 18 kişi için 22 kişiyle görüşerek kaleme aldı. İlk eylemini 27 Mayıs 1995’te başlatan Cumartesi Anneleri/İnsanları, 25 Mayıs Cumartesi günü 1000. haftaya ulaşacak. Korucu ile kitabı üzerine konuştuk.

Geçmişte de yayınlanmış  Cumartesi Anneleri/İnsanları’na ilişkin kitaplar bulunuyor. Sizin çalışmanız da büyük ölçüde kayıp yakınlarıyla yaptığınız röportajlardan oluşuyor. Şöyle başlamak istiyorum. Kitabınızın geçmişte yapılan çalışmalardan farkı nedir? 

Cumartesi Anneleri ile ilgili çok değerli çalışmalar var. Yıldırım Türker’in gözaltında kayıplarla ilgili çalışması ya da Berat Günçıkan’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan, 1995’te eylemin başladığı dönemde Galatasaray’daki annelerle yaptığı röportajlardan oluşan kitabı alanın öncülerinden. Sonrasında ne yazık ki üretim azaldı. Çok değerli akademik çalışmalar var ama bu formatta bir kitap çalışması yapılmamıştı. Bu açığı da ben fark etmedim açıkçası. Daha öncesinde sorulsa “Herhalde üstüne çalışılmıştır” derdim. Gözümü açan, bu işin ilk kıvılcımını yakan Besna’ydı, Besna Tosun. Kendisi de kayıp yakını. 1995’te gözaltında kaybedilen Fehmi Tosun’un kızı. Ve Besna ile bir gün buluştuğumuzda bana “Cumartesi Anneleri’nin kitabı yok” demişti. Böyle başladı proje. 4 Ağustos’tan bu yana yoğun bir tempo içine girdik. Her aşamasında İnsan Hakları Derneği İstanbul Şube’ye bağlı Kayıplar Komisyonu vardı. Desteklerine, katkılarına çok teşekkür ediyorum. Sonunda da yaklaşık 9 ay içinde 350 sayfalık bir kitap oluştu. Önsöz dışında, ki yaklaşık 50 sayfa zaten, geri kalan tamamı kayıp yakınlarının anlatımlarından oluşuyor. Bu nedenle kitap aslında benim değil, Cumartesi Anneleri’nin… Zaten kitabın yazar gelirini de Kayıp Komisyonu’na bağışlayacağız. Burada bir not düşmüş olayım. Komisyon hiçbir yerde fon almıyor. Yani geliri yok. Sadece bağışlarla devam ediyor. Bu kitabın bir vesilesinin de, küçük de olsa, bir katkısının da bu olmasını istedik… 

Kitabın ‘Başlarken’ bölümünde Mahmut Tali Öngören’in medya ve toplumun duyarsızlığına ilişkin önemli bir sözü bulunuyor. Medya özelinde bunu açıklar mısınız?

Ne yazık ki medyanın da toplumun da duyarlılığı zaman zaman yükseliyor, zaman zaman azalıyor. Mesela 1995’te Ahmet Kaya “Beni Bul Anne” şarkısını ya da 1996’da Sezen Aksu “Cumartesi Türküsü”nü yaptığında, duymayanlar da bilmeyenler de duyar, bilir olmuştu Cumartesi Anneleri’ni… Aylar, yıllar geçtikçe azaldı ilgi. O kadar azaldı ki, medyada sadece polis şiddeti haberleriyle yer almaya başladılar. Halbuki Cumartesi Anneleri’nin talebi sadece eylemlerini yapmak, mücadeleleri de eylem yapmaya çalışmak değil. Eylemleri zaten anayasal hak. Bunun için uğraşmamaları gerekiyor zaten. İlk başladıkları eylemlerde üç talepleri vardı, gözaltında kayıpların durması, gözaltında kaybedilenlerin akıbetlerinin açıklanması ve faillerin yargılanması… İlk talepleri direnişleri sayesinde gerçekleşti ama diğerleri medyada yankı bulamaz hale geldi, müdahalelerle karşılaştıkça… Ara vermek zorunda kaldılar. Bu ara verme halini de biraz açmak gerek belki. 

Neler yaşandı?
Müdahaleler o dönem çok sertti. Öyle sert bir şiddet dalgasıydı ki, mesela kayıp yakınlarına destek verenlerden Ayşe Günaysu şu değerli özeleştiriyi yapmıştı: “Birkaç gözaltından sonra ben de arkadaşlarıma, Cumartesi günü yaklaştıkça  önüne geçemediğim bir korku nöbetine tutulduğumu, korkunun doğrudan bedenime vurduğunu anlattım. Ve büyük bir utançla Cumartesi oturmalarına katılmamaya başladım.” Ve medya da bunu artık İstiklal’de her Cumartesi günü yaşanan bir “olay” gibi görmeye başlamıştı. Kayıp yakınları arasındaki anlatılarda da öne çıkan şey, annelerin ileri yaşta olması ve travmaları çok canlıyken uğradıkları şiddetin onları çok etkilediği üstüne… Böylece ara verdiler… 

Sonra eyleme yeniden başladıklarında bu kez medyanın ilgisi vardı. Çünkü siyasi iklim değişmişti, daha yumuşaktı. Hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde ilk kez devlet nezdinde kabul edildiler. Bu dönemde medya, ana akım dahil tüm medya onların taleplerine yer veriyordu. Röportajlar, haberler yapılıyor, yazı dizileri hazırlanıyordu. 2014’teki 500. haftaya bakalım. Sadece Galatasaray Meydanı’nı dolduran değil, İstiklal’e yayılan müthiş bir kalabalık vardı, Cumartesi Anneleri için toplanan… 700. hafta son oldu, büyük kalabalıklar için… Müdahalenin başlamasıyla desteğe gelenler vardı. Hepimizin hafızasında Emine Ocak’ın 1996-1997’deki gibi darbedildiği Hayri Tunç’un ölümsüzleştirdiği o fotoğraf kalmıştır herhalde. Ya da Arat Dink’in gözaltına alınmaya çalışılırken HDP’li vekillerin engel olmaya çalıştığı Vedat Arık’ın çektiği o fotoğraf… Fakat bu tarihe kayıt düşen görüntüler sonrasında bile medya görünürlüğü de toplum desteği de,  90’ların sonuna benzer bir şekilde azaldı, silikleşti. 

18 kaybın 22 yakını ile röportajlarda bekleme hali öne çıkıyor. Fakat Besna Tosun ve Maside Ocak’ın yalnız bırakılma halleriyle ilgili sözleri de dikkat çekici. Toplumun halen ilgisizliğinden söz etmek mümkün müdür?

Toplumun ilgisi ve medya ne yazık ki çoğu zaman birbirine paralel gidiyor. Bu da üzücü olan yanlarından biri. Şiddet başladığında toplumsal olarak direnç ne yazık ki kitleselleşemedi. Yine Ayşe Günaysu’dan alıntı yapayım, 90’ların sonunda yaşananlar için şöyle diyordu: “1990’ların zincirlerinden boşanmış devlet şiddeti koşullarında, oraya binler akamadı. Gezi’de olduğu gibi mesela, binler aksaydı, Cumartesi oturmaları korunabilir miydi? Bilmiyorum.” Benim bu soruya yanıtım “Evet, korunabilirdi, büyük ihtimal korunabilirdi” olacak açıkçası. Çünkü kalabalıkların, direncin başarısını gördük, görüyoruz. Ara vermiş de olsa, zaman zaman bir avuç insandan da oluşsa, Cumartesi Anneleri’nin bin haftalık eylemi gözaltında kaybetmeleri durdurmayı başardı. Bunu sık sık vurguluyorum çünkü bugün eğer gözaltında kayıplardan bahsetmiyorsak biz bunu, o Galatasaray Meydanı’nda her şeye rağmen toplanan, yalnız bırakılsa da mücadelelerinden geri dönmeyen kayıp yakınlarına borçluyuz. 

Serdar Korucu

Toplumun duyarsızlığı, yalnız bırakılma konusunda bir parantez de açayım. Bu sadece Cumartesi Anneleri için geçerli değil. Mesela Hrant Dink suikastı sonrasında sokakları, caddeleri dolduran on binlerce kişi vardı. Ve biz aslında ne kadar “kalabalık” olduğumuzu görmüştük değil mi? Çok heyecan vericiydi. Türkiye adına umut vadediyordu. Sonrasında Ermenilerle ilgili her alanda, uzun yıllar inkara ve sessizliğe boğulan Ermeni Soykırımı başta olmak üzere her konuda, çalışmalar ivme kazanmıştı. Türkiye’nin entelektüel hayatında etkili olan tüm isimlerin bir araya geldiği merkezlerden olmuştu Agos ve çevresi. 2015’e kadar azalarak devam etti. 2015 sonrasında benim gördüğüm hem medyada hem toplumsal alanda desteğin düştüğü. Mesela Dink anmalarında eskiden Taksim’e kadar uzanan kalabalıklar görürken artık katılımcılar o kadar az ki… Eski Agos binasının önündeki bir adayı zar zor dolduruyor. Bu tam olarak yalnız bırakılmanın ne olduğuna dair en net resim. Ayrıca bir başka dönüm noktası 2020’deki savaştı bence. Artsakh (Karabağ) konusu mesela. Savaşa karşı duran, insani trajediyi vurgulayan yazılar kaleme alınmadı mesela. Konu TBMM’deki Suriye ya da Irak tezkereleri olduğunda kamuoyunda çok daha fazla ses duyulurken konu Ermenistan ile, Artsakh ile ilgili olunca derin bir sessizliğe gömüldü neredeyse herkes. Kulağımda bu konuda hep Alin Ozinian’ın şu mesajı, haklı sitemi yankılanıyor: “Seneye utanmadan 'Alin'cim fon bulamaz mıyız Soykırım'da kadınları çalışalım, partner STK bulamayız mı ortak dil projesi yapalım, üniversitede tanıdık var mı Ermeni Ozanlar konferansı düzenleyelim'; diyenlerin kalbini çok fena kırarım.”

Kayıp yakınları umutlarını yitirmiyor. Bir araya gelmek kendilerine güç veriyor. Yakınlar, hak arama mücadelesi için bu topluma ne öğretiyor?

Öğrettiği şeylerden biri şu bence. Süreklilik arz eden suçlarla mücadele, bir iktidarın hükümetin yaptığıyla mücadeleden daha zor, ama imkansız değil. Ve sürdürülebiliyor işte… Gözaltında kaybetmenin bir özelliği bu. Tek bir hükümetle sınırlı değil, gözaltına alınıp kaybedildiği tarihten başlayıp, kaybedilenin akıbeti belirlenip faillerin cezalandırılması gerçekleşmedikçe o sorumluluk, o suç bugüne kadar tüm hükümetin boynuna vebal olarak kalıyor. Benzerini soykırım için de söylemek mümkün… 

Cumartesi Anneleri kayıp yakınlarının hak arama mücadelesi ve yıllardır her tür engellemelere rağmen yakınlar mücadelelerini sürdürüyor. Kitabın girişinde kayıp kelimesinin son olarak 6 Şubat depremlerinde kullanıldığını ifade etmişsiniz. Aslında Türkiye’nin geçmişine baktığımızda ‘kayıp’ kavramı sıklıkla kullanılır. Türkiye toplumu ‘kaybedilme’ ve ‘kaybettirilme’ kavramlarıyla ilk ne zaman tanışır? 

İnsan Hakları Derneği’nin tespitlerine göre, Cumhuriyet Türkiyesi’nde ilk gözaltında kaybetme vakası, 1936’da tütün işçilerinin örgütlendiği Yaprak Tütün Cemiyeti’nin kurucusu işçi önderi Salih Bozışık’la başlıyor. Bir sonraki isim, edebiyatın önde gelen isimlerinden Sabahattin Ali oluyor. Ama Türkiye, Türkiye olmadan önce de gözaltında kayıplar vardı. Ermeni Soykırımı’nı anma günü olan 24 Nisan’da gözaltına alınan aydınları da unutmuyor Cumartesi Anneleri. 2021’deki 839. haftada Cumartesi Anneleri eyleminde, Rober Koptaş’ın da dediği gibi “Bu insanlar devlet tarafından gözaltına alındılar. Hiçbir suçları yoktu, yargılanmadılar, Anadolu’nun bilinmeyen yerlerinde katledildiler. Mezarları yok, mezar taşları yok. Kimse suçlanmadı, kimse yargılanmadı.”  Yani bir süreklilikten bahsetmek mümkün. Cezasızlığın sürekliliğinden… 



 

Kategoriler

Güncel


Yazar Hakkında