Der Matossian: Adana Katliamları’nda ekonomik boyut özellikle önemliydi

Tarihçi Prof. Dr. Bedross Der Matossian, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Adana Katliamları: 20. Yüzyıl Başında Devrim ve Şiddet” başlıklı yeni kitabında, 1909’da yaşananları, 19. yüzyılda bölgede meydana gelen derin sosyo-ekonomik dönüşümlere ve yerel dinamiklere odaklanan yeni bir bakış açısıyla inceliyor.

 

1909’un Nisan ayında, Jön Türk Devrimi’nin yarattığı umut ve gerilim dolu atmosferin içinde Adana vilayeti, büyük bir şiddet dalgasına sahne oldu. Çoğunluğu mevsimlik tarım işçileri, yerel aşiretler, Kürtler, Türkler, Çerkesler ve çeşitli muhacir gruplarından oluşan kalabalıklar tarafından Ermenilere yönelik başlatılan saldırılar, on binlerce sivilin hayatını kaybetmesiyle ve büyük bir yıkımla sonuçlandı.
Nebraska Üniversitesi, Lincoln’den tarihçi Prof. Dr. Bedross Der Matossian, Adana Katliamları üzerine kaleme aldığı ve İletişim Yayınları’ndan çıkan “Adana Katliamları: 20. Yüzyıl Başında Devrim ve Şiddet” başlıklı yeni kitabında, 1909’da yaşananları, 19. yüzyılda bölgede meydana gelen derin sosyo-ekonomik dönüşümlere ve yerel dinamiklere odaklanan yeni bir bakış açısıyla inceliyor. Adana Katliamları’nı alışılagelmiş anlatıların dışına çıkarak çok katmanlı dinamikleriyle ele alan bu önemli çalışması üzerine Prof. Dr. Bedross Der Matossian ile konuştuk.

Kitabınızda Adana Katliamları’nın genellikle Ermeni Soykırımı’nın bir “provası” olarak görüldüğünü ancak sizin kitabınızın bu anlatıdan farklı bir çerçeve sunduğunu belirtiyorsunuz. Bu “prova” anlatısının eksiklikleri nelerdir ve sizin yaklaşımınız bu olayı anlamamız için bize ne gibi yeni pencereler açıyor?

Pek çok Ermeni ve Avrupalı tarihçi, Adana Katliamları’nı Ermeni Soykırımı’nın (1915-1923) bir “provası” olarak tanımlar. Vahakn N. Dadrian ve Raymond H. Kévorkian gibi önde gelen araştırmacılar, Adana Katliamları’nın İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin daha sonra uygulayacağı soykırım politikalarının habercisi olduğunu ileri sürer. “Prova” kavramı Batı akademik çevrelerinde ilk kez Dadrian tarafından, 1988’de Armenian Review dergisinde yayımlanan “The Circumstances Surrounding the 1909 Adana Holocaust” başlıklı makalesinde dile getirilmiştir. Dadrian burada Adana olaylarının, sonraki on yılda Ermenilerin sistematik olarak imha edilmesinin habercisi olduğunu savunur. Benzer şekilde, Kévorkian da Adana’daki şiddetten doğrudan İttihat ve Terakki’yi sorumlu tutar.
“Prova” çerçevesi, Ermeni Soykırımı tarihyazımında oldukça etkili olan daha geniş bir yaklaşım olan “süreklilik yaklaşımı” ile yakından bağlantılıdır. Bu perspektif, geç Osmanlı İmparatorluğu’ndaki şiddeti, soykırımda doruğa ulaşan doğrusal bir sürecin parçası olarak yorumlar. Bu yaklaşımı benimseyen yakın tarihli bir eser, Benny Morris ve Dror Ze’evi’nin The Thirty-Year Genocide (Harvard University Press, 2019) adlı kitabıdır.
Ben hem “prova” tezine hem de süreklilik yaklaşımına katılmıyorum. Zira bu yaklaşımlar, şiddetin geç Osmanlı siyasi kültürünün kaçınılmaz ve doğal bir özelliği olduğu yönünde bir tür tarihsel determinizmi ima eder. Böyle bir okuma, Osmanlı-Türk toplumunu özünde şiddet yanlısı olarak özselleştirme ya da şiddeti doğrudan İslam ile ilişkilendirme riskini taşır ki bu tür yaklaşımlar oryantalist varsayımları yansıtır ve dürüst bir akademik incelemeyi ilerletmez.
Bunun yerine, geç Osmanlı İmparatorluğu’nda kitlesel şiddet olaylarının ne tekdüze ne de önceden belirlenmiş olduğunu kabul etmeliyiz. Fail ve kurbanların kimlikleri zaman ve mekâna göre önemli ölçüde farklılık gösteriyordu; çoğu kez dinî, etnik ve kültürel sınırları da aşıyordu. Şiddeti yalnızca tarihsel bir sürekliliğin sonucu olarak açıklamak yeterli değildir; daha incelikli bir çerçeveye ihtiyaç vardır.
Kitabımda ileri sürdüğüm üzere, Osmanlı’daki şiddet yalnızca tarihsel açıdan değil, aynı zamanda sosyal bilimlerin bakış açısıyla da incelenmelidir. Belirli şiddet bağlamlarını şekillendiren siyasi, sosyo-ekonomik ve dinî baskıların anlaşılması, bu trajik olayların daha karmaşık, eleştirel ve nihayetinde daha doğru bir yorumunu mümkün kılar.

Katliamları sadece Türk-Ermeni ya da Müslüman-Hıristiyan ikiliğiyle açıklamanın yetersiz kalacağını vurguluyorsunuz. 19. yüzyılda Adana’nın geçirdiği sosyoekonomik dönüşümlerin 1909’daki patlamada ne gibi bir rol oynadığını anlatabilir misiniz?

Kitapta, katliamları yalnızca Türk-Ermeni ya da Müslüman-Hıristiyan ikiliği üzerinden yorumlamanın yeterli olmadığını savunuyorum. Şiddetin köklerini anlamak için, Osmanlı toplumunu dönüştüren 19. yüzyılın büyük değişimlerini incelememiz gerekir. Bu dönüşümler arasında idari reformlar, ekonomik gelişme, aşiretlerin iskânı ve kontrol altına alınması, göçmen dalgalarıyla artan nüfus ve toprak kanunlarındaki değişiklikler bulunuyordu. Tüm bu etkenler önemli bir rol oynamış olsa da, ekonomik dönüşümün, etnik gruplar içi ve gruplar arası ilişkilerin bozulmasında en belirleyici unsur olduğunu ileri sürüyorum.
Kilikya’nın 19. Yüzyılda geçirdiği ekonomik değişimler, Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya ekonomisine entegrasyonu ile yakından bağlantılıydı. 1838 İngiliz-Osmanlı Ticaret Antlaşması, ticaret tekellerini bitirdi, İngiliz tüccarlara gümrük vergilerini ortadan kaldırdı ve Avrupalıların imparatorluk genelinde yerleşmesine imkân tanıdı. Bu dönüşüm, birçok Müslüman tüccarı dezavantajlı duruma düşürürken, Avrupalıların himayesinden ve vergi muafiyetlerinden yararlanan Hıristiyanlar ve Yahudiler genellikle daha çok kazanç sağladı. “Beyaz altın” olarak bilinen pamuk, Kilikya’nın yükselişinde merkezî bir rol oynadı. Dört yüzyıldan beri ekilmekte olan pamuk, ancak 19. yüzyılın sonlarında önemli bir ihracat ürünü hâline geldi ve Mersin’i, İzmir’i geride bırakarak imparatorluğun başlıca pamuk limanı konumuna getirdi.
Kilikya tarımı mevsimsel bir ritme göre işliyordu: Kış tahılları (arpa, buğday) yerini yaz mahsullerine (pamuk ve susam) bırakıyordu. Her yıl 60 bin ile 120 bin arasında göçmen işçi –çoğunluğu doğu vilayetlerinden gelen Müslüman ve Ermeni köylüler– hasatta çalışmak için bölgeye geliyor, ardından köylerine geri dönüyordu. Amerikan İç Savaşı’nın (1861-1865), ABD’nin pamuk ihracatını kesintiye uğratması Kilikya’daki pamuk üretimini daha da artırdı. Osmanlı hükümeti bu genişlemeyi, makine ithalatını vergiden muaf tutarak, Amerikan tohumlarını dağıtarak ve tarımsal risaleler yayımlayarak destekledi.
1800’lerin sonlarında, Fransız mühendis Justin Daudet, Rum Trypani ailesi ve önde gelen yerel toprak sahipleri gibi yabancı ve yerli girişimciler modern makineler, buharlı değirmenler ve çırçır fabrikaları kurmaya başladılar. 1909’a gelindiğinde Adana’da yüzlerce çırçır makinesi, iplik fabrikası, yağhane ve harman makinesi vardı. Bunların çoğu İngiltere ve Almanya’dan ithal edilmişti. Mekanizasyon, mevsimlik işgücüne olan bağımlılığı azaltarak birçok işçinin yerinden edilmesine ve toplumsal gerilimlerin artmasına yol açtı.
Ekonomik büyüme ise eşitsizdi. Ermeniler ve Rumlar orantısız biçimde daha fazla kazanç sağladı, bu durum Müslümanlar arasında hoşnutsuzluğu artırdı. Modernleşme ve ihracat genişlemesi böylece hem refah hem de topluluklar arası gerginlik getirdi. Özellikle Ermenilere duyulan ekonomik kıskançlık yoğunlaştı. Kaynaklar üzerindeki rekabetin giderek artması, etno-dinî çatışmanın başlıca nedenlerinden biri hâline geldi.
Bu gerginlikler özellikle Adana’nın Salı pazarında görünür hâle geliyordu. Her hafta göçmen işçiler, tarlalardan şehre dönerek ücretlerini topluyor ve yeni sözleşmeler müzakere ediyordu. Katliamların kendisi, ekim mevsiminde, 13 Nisan 1909 Salı günü (Paskalya Salısı) başladı. O gün, birçok köylü –Ermeni, Kürt ve Türk– köylerine dönmek yerine geceyi şehirde geçirdi. İlk bölümde belirtildiği gibi, mevsimlik göç, o sırada Adana’da fazladan 60 ila 70 bin yoksul tarım işçisinin bulunması anlamına geliyordu. Zorlu koşullarda çalışan bu işçiler, çoğu zaman toprak sahipleriyle çatışıyor ve özellikle mekanizasyonun işgücüne olan ihtiyacı azaltmasından dolayı modernleşmeye tepki duyuyorlardı.
Belgeler, bu göçmen işçilerin –Türkler, Kürtler, Çerkesler, Giritli Müslümanlar, Müslüman muhacirler ve başıbozuklarla birlikte– Ermenilere ve yabancı şirketlere ait tarım aletlerini yok etmede önemli bir rol oynadığını açıkça gösteriyor. Bu kasıtlı sabotaj, makinelerin tarımda giderek emek gücünün yerini almasıyla geçim kaynaklarını tehdit eden modernite araçlarına yönelik doğrudan bir saldırı niteliği taşıyordu.

Adana Valisi Cevad Bey, Cebel-i Bereket Mutasarrıfı Asaf Bey, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yerel lideri İhsan Fikri ve Ermeni ruhani lider Episkopos Muşeg Seropyan gibi aktörlerin rolünü detaylıca inceliyorsunuz. Bu kilit figürlerin katliamlardaki sorumlulukları ve olayların seyrine etkileri nelerdi?

Savunmasız gruplara yönelik kitlesel şiddeti tartışırken, akademik çalışmalar genellikle kalabalıklara, hareketlere ve çetelere odaklanır. Ancak, bu tür kalabalıklar nadiren kendiliğinden harekete geçer, çoğu zaman provokatörler tarafından yönlendirilir ve kışkırtılırlar. Bir provokatör, başkalarını normalde akıllarına getirmeyecekleri bir suçu işlemeye kasıtlı olarak teşvik eden kişidir, genellikle onları açığa çıkarmak veya tuzağa düşürmek amacıyla hareket eder. Bu kişiler bireyleri ya da grupları hedef alabilir ve komplonun suç sayıldığı hukuk sistemlerinde, yalnızca tartışma ya da planlama bile cezai yaptırım için yeterli olabilir. Önemli olan nokta, suçun fiilen işlenmiş olmasının her zaman gerekli olmamasıdır.
Adana örneğinde provokatörler, gerginliği tırmandırmada ve kalabalığı şiddete yönlendirmede belirleyici bir rol oynadı. Ermenilerin silahlı bir ayaklanma hazırlığında olduğu, bir Ermeni Krallığı kurmayı amaçladıkları ve şehirde Müslümanları katletmeyi planladıkları yönünde söylentiler yaydılar. Şiddet patlak verdiğinde, Adana Valisi Cevad Bey düzeni sağlamada başarısız oldu. Sıkıyönetim ilan edip kararlı önlemler almak yerine paniğe kapıldı ve duruma hâkim olamadı. Üstelik, Ermenilerin ayaklandığına dair söylentileri bizzat yayarak kendi yetersizliğini daha da ağırlaştırdı.
Diğer Osmanlı yetkilileri de krize katkıda bulundu. Cebel-i Bereket Mutasarrıfı ve Bahçe Müftüsü İsmail Efendi, Ermenileri Müslümanları öldüren canavarca unsurlar olarak tasvir ederek halkı aktif biçimde kışkırttılar. Özellikle Asaf Bey, uydurma bir Ermeni ayaklanması ve sözde vahşetleri hakkında panik yaratan telgraflar göndererek korkuyu körükledi. Benzer şekilde, İttihat ve Terakki’nin gazetesi İtidal’in editörü ve parti lideri İhsan Fikri de kamuoyunu şekillendirmede kritik bir rol oynadı. Ermenilerin Kilikya’da bağımsız bir krallık kurma komplosu hakkındaki yalan söylentileri “doğrulayarak”, kışkırtmayı meşrulaştırdı ve büyüttü.
Ermeni tarafında ise Muşeg Seropyan’ın durumu meselenin karmaşıklığını gösteriyor. Onun kitlesel şiddete katıldığına dair doğrudan bir kanıt yoktur; aksine, olaylar sırasında Mısır’daydı ve Adana’da bir Ermeni sanayi okulu için bağış topluyordu. Bununla birlikte, devrim sonrası dönemde Seropyan ve diğer Ermeni liderler, olası karşı-devrimci şiddete karşı kendilerini savunabilmek için topluluklarını silah satın almaya teşvik etmişlerdi. Her ne kadar savunma amaçlı olarak çerçevelense de, bu tür faaliyetler –ve daha geniş Ermeni siyasi ve kültürel girişimleri– Adana’daki birçok Müslüman tarafından provokatif olarak algılandı.
1908 Jön Türk Devrimi’nden sonra tanınan örgütlenme ve ifade özgürlükleri, Ermeni partileri ve aktivistlerini cesaretlendirdi, ancak aynı zamanda diğer gruplar arasında kaygıları da artırdı. Adana’daki hoşnutsuz unsurlar için Ermeni siyasal ve kültürel iddiaları, Ermenilerin Orta Çağ’daki Kilikya Krallığı’nı yeniden kurmaya hazırlandıkları yönündeki uzun süredir dolaşan “kehaneti” doğruluyor gibi görünüyordu. Bu şekilde söylentiler, korkular ve kışkırtmalar birleşerek 1909’daki şiddet sarmalını ateşledi.

Katliamlara katılanların homojen bir yapıya sahip olmadığını; mevsimlik işçiler, göçmenler, yerel aşiretler gibi farklı gruplardan oluştuğunu belirtiyorsunuz. Bu farklı grupların şiddete katılma motivasyonları nelerdi? Yağma ve ekonomik kazanç faktörü ne kadar belirleyiciydi?

Katliamlara katılan kitlelerin tek bir siyasi, dinî, kültürel ya da sosyo-ekonomik ideoloji doğrultusunda hareket ettiğini ileri sürmek yüzeysel bir yaklaşım olurdu. Modern tarihteki diğer kitlesel şiddet örneklerinde olduğu gibi, katılımcılar çok çeşitli motivasyonlarla hareket etti. Bazıları için şiddet, Hamidiye döneminin statükosunu yeniden tesis etme arzusunu temsil ediyordu; kimileri dinî coşku ile hareket etti; kimileri ise gerçekten, Ermeniler onlara saldırmadan önce önleyici bir adım atmaları gerektiğine inandı. Bu dinamik, tarihçi Ronald Grigor Suny’nin “duygusal yönelim” (affective disposition) olarak tanımladığı, insanları eyleme sevk eden duyguların şekillendirilmesini yansıtıyor.
Kitabımda, etnik çatışma anlarında duyguların yalnızca artan şiddetle yoğunlaşmadığına, aynı zamanda provokatörler tarafından siyasi amaçlarla manipüle edildiğine de dikkate değer bir şekilde yer veriyorum. Adana Katliamları’na birçok etken katkıda bulunmuş olsa da, ekonomik boyutun özellikle önemli olduğunu savunuyorum. Ermeni evlerinin, kurumlarının ve fabrikalarının yağmalanması yaygın hâle geldi. Modernleşmenin sembollerine –özellikle Ermenilere ait pamuk dokuma ve hasat makinelerine– yönelik saldırılar da merkezî bir rol oynadı. Pek çok fail için katliamlar, modernleşmenin belirli toplumsal grupların aleyhine bozduğu ekonomik dengeyi yeniden şekillendirmek için bir fırsat sundu.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin katliamlardaki rolü en çok tartışılan konulardan biri. Siz, yerel İttihatçıların olaylarda rolü olduğunu ancak katliamların doğrudan İttihat ve Terakki Merkez Komitesi tarafından planlandığına dair güçlü bir kanıt bulamadığınızı ifade ediyorsunuz. Bu konudaki bulgularınızı biraz daha detaylandırabilir misiniz?

Adana Katliamları’nda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin rolü en çok tartışılan konulardan biri olmaya devam ediyor. Yerel İttihatçıların kuşkusuz rolü olmakla birlikte, katliamların doğrudan İttihat ve Terakki Merkez Komitesi tarafından planlandığına dair kesin bir kanıt bulamadım.
Bazı İttihatçılar –özellikle İhsan Fikri, Burhan Nuri ve İsmail Sefa– halkı Ermenilere karşı kışkırtmada etkili olmuş ve ikinci dalga katliamların patlak vermesinde sorumluluk taşımıştır. Ancak, İttihat ve Terakki’nin merkezî liderliğini doğrudan Adana’daki olaylara bağlayan yazılı bir belgeye rastlayamadım.
Ermeni kaynakları, Merkez Komite’yi suçlamaya çalışırken genellikle iki temel noktayı öne çıkarır. Birincisi, Adana Valisi ile İstanbul arasındaki telgraf yazışmalarıdır. Vali yaklaşan bir tehdit konusunda uyardığında, Dahiliye Nezareti Müsteşarı Adil Bey şu yanıtı vermiştir: “Müessesât-ı mâliye ile emâkin-i ecnebîyyenin muhâfazası ve iâde-i âsâyişe dikkat olunması”. Birçok Ermeni yorumcu, bu ifadeyi Ermenilere yönelik katliamların görmezden gelinmesi, hatta teşvik edilmesi; buna karşılık yabancı ve mali çıkarların korunması yönünde örtük bir talimat olarak yorumlamaktadır.
İkinci nokta ise katliamları araştırmak üzere meclis tarafından görevlendirilen Tekirdağ mebusu Hagop Babigyan ile Kastamonu mebusu Yusuf Kemal Bey’in yürüttüğü soruşturmadır. Babigyan, bulgularını ayrıntılı bir şekilde ortaya koyan uzun bir raporu Osmanlıca kaleme almıştır. Ancak, raporunu Meclis’te sunmadan yalnızca üç gün önce, Babigyan gizemli koşullar altında hayatını kaybetmiştir. Raporun Osmanlıca aslı hiçbir zaman ortaya çıkmamıştır.
Babigyan’ın ani ölümü ve raporunun kaybolması o dönemde ciddi şüphelere yol açmış, günümüze kadar tartışılmaya devam etmiştir. Pek çok Ermeni, Babigyan’ın, Merkez Komite’yi katliamların asıl planlayıcıları olarak ifşa etmesini engellemek amacıyla İttihatçılar tarafından öldürüldüğüne inanmıştır. Babigyan’ın akıbetine dair bu çözümsüz sorular, Adana Katliamları’nın en tartışmalı ve gizemli yönlerinden biri olmayı sürdürmektedir.

Katliamlar sonrası Divan-ı Harb-i Örfi ve yargılama süreci nasıldı? Bu mahkemeler adaleti sağlamada başarılı olabildi mi? 

Adana Katliamları sonrasındaki hukuk süreci birkaç aşamada gelişti. Şiddetin hemen ardından, açıkça taraflı olan bir soruşturma komisyonu ve mahkeme kuruldu; bu organlar, sonuçta çıkarı olan kişiler tarafından yönetiliyor ve “karışıklıklara” katılmakla suçlananları yargılıyordu. Yargılamalar düzensiz ve adaletsizdi: Yüzlerce Ermeni hapsedildi ve birçoğu işkence altında, yerel yetkililerin arzu ettiği anlatıyı doğrulayan sahte ifadeler vermeye zorlandı, yani Ermenilerin Orta Çağ’daki Kilikya Krallığı’nı yeniden kurmak için bir ayaklanma planladıkları iddiası.
Ermenilerden gelen şikâyetler üzerine merkezî hükümet, Kenan Bey başkanlığında bir Divan-ı Harb’i Adana’ya gönderdi. Ancak, bu mahkeme soruşturmayı en baştan başlatmadı. Bunun yerine, yerel soruşturma komisyonu tarafından toplanan, önyargılı tanıklıklara ve delillere büyük ölçüde dayandı ve böylece aynı taraflılığı devraldı. Hem meclis hem de hükümet, Divan-ı Harb’in yanında Adana’ya kendi soruşturma komisyonlarını göndermişti, ancak bu komisyonların mahkeme süreci üzerinde gerçek bir yetkisi yoktu. Yine de özellikle Hagop Babigyan, Kenan’ın mahkemesinin taraflı işlediğini fark etti. Babigyan, katliamların asıl kışkırtıcıları olan yerel Müslüman eşrafın adaletten kaçtığını, mahkemenin ise suçsuzluğu kanıtlanmış bazı Müslüman köylüler ve Ermenileri yargılamaya odaklandığını ileri sürdü.

Babigyan’ın tavrı, Kenan’ın mahkemesinin istifasına ve katliamları örgütleyenleri yargılamakla görevlendirilen, İstanbul’dan Fazıl Paşa başkanlığında yeni bir mahkemenin gönderilmesine zemin hazırladı. Bu durum mecazi bir soruyu gündeme getirir: Asıl suçlu mermi miydi, yoksa tetiği çeken mi? Katliamları ve yağmayı gerçekleştiren köylüler, aşiret mensupları, mülteciler ve işçiler –yani “kalabalık”– çeşitli amaçlarla harekete geçtiler. Ancak, eylemleri, güçlü kişiler tarafından teşvik edildi, hatta bazı durumlarda doğrudan kışkırtıldı. Kitlesel şiddet, yağma ve tahribat anlarında insanlar, üst düzey otoritelerin davranışlarını onayladığını ve katılımın hukuki sonuç doğurmayacağını hissettiklerinde harekete geçmeye çok daha yatkındır.
Buna rağmen, Adana Katliamları’nın başlıca faillerine verilen cezalar son derece kusurluydu. Neredeyse hepsi hafif cezalar aldı ve çoğu sonunda affedildi. Bu sonucun birkaç açıklaması vardır. 1908 Temmuz’undaki Jön Türk Devrimi’ne rağmen, eski rejimin unsurları Adana dâhil bazı vilayetlerde hâlâ büyük güç sahibiydi. Bağdadizade ailesi ve müttefikleri yerelde muazzam bir nüfuz sahibiydi ve onları güçlü biçimde yargılamaya çalışmak bölgeyi istikrarsızlaştırma riski taşıyordu. İttihat ve Terakki liderliği, bu tür bölgelerdeki kendi zayıflığının farkındaydı; bu nedenle, suçluluğu daha büyük olan nüfuzlu eşrafla yüzleşmek yerine, birkaç Müslüman köylüyü idama göndermeyi daha kolay buldu.
Kenan’ın mahkemesi ayrıca altı Ermeni’yi idama mahkûm etti. Birincil kaynaklara göre –Babigian’ın etkili görüşleri dâhil– bu Ermenilerden bazıları masumdu. İki yorum mümkündür. Birincisi, Kenan’ın Ermenileri mahkûm etme konusundaki gayreti, Babigyan’ın idamları erteleme çağrılarına rağmen, yerel soruşturma komisyonunun güvenilmez kanıtlarına dayanmasından kaynaklanmış olabilir. İkincisi ise siyasidir: Yalnızca Müslümanların idam edilmesi, yerel Müslüman halk arasında öfke yaratabilirdi; bu nedenle Ermenilerin de idam edilmesi, bir tür “denge” yaratmak ve potansiyel huzursuzluğu yatıştırmak amacıyla eklenmiş olabilir.

Katliamların üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçti. Bu olayın bugünün Türkiye toplumu için taşıdığı anlam ve miras hakkında ne düşünüyorsunuz? Kitabınızın bu mirasla yüzleşmeye nasıl bir katkı sunmasını umuyorsunuz?

Türkiye’de akademik ve kamusal ilgi büyük ölçüde Ermeni Soykırımı üzerinde yoğunlaşmışken, Hamidiye Katliamları (1894–1896) ve 1909 Adana Katliamları gibi diğer kitlesel şiddet dalgaları büyük ölçüde tarihsel gündemin dışında kalmıştır. Bu kitabın temel amaçlarından biri, söz konusu olayları yeniden tartışmaya dâhil etmek ve hem kurbanların hem de faillerin perspektiflerinden incelendiğinde katliamların karmaşıklığını ortaya koymaktır.
Amacım, “Türklerin Ermenilerden nefret etmesi” ya da tam tersi gibi klasik bir ikiliğe dayalı basitleştirici bir anlatıyı yeniden üretmek değildir. Aksine, kitlesel şiddetin ne yalnızca Osmanlılara ya da Ortadoğu’ya özgü bir olgu olduğunu ne de yalnızca din ya da etnik kimliğe indirgenebileceğini göstermek istiyorum. Kültürel, dinsel ya da etnik bileşimlerinden bağımsız olarak dünyanın her yerindeki toplumlar kitlesel şiddetin yıkıcı dinamiklerine açıktır. Bu nedenle kitabın sonunda, 1905 Odessa Katliamları ve 1984 Sih Katliamları gibi karşılaştırmalı örneklere yöneliyorum. Bu örnekler, korku, söylenti, siyasî manipülasyon ve ekonomik gerilimlerin farklı bağlamlarda tekrar tekrar birleşerek kırılgan gruplara yönelik şiddeti nasıl tetiklediğini göstermektedir.
Türkiye bağlamında bu daha geniş modeli kabul etmek kritik önemdedir. Türk toplumu, atalarını yalnızca tarihin kurbanları olarak savunma eğilimine kapılmamalı; aralarında, yalnızca Ermenilere değil, aynı zamanda Süryanilere, Keldanilere, Rumlara, Aleviler ve Kürtlere karşı da korkunç eylemlerde bulunan faillerin olduğunu kabul etmelidir. Bu geçmişle yüzleşmek, kendini küçümsemek anlamına gelmez; aksine, korku, güvensizlik ve manipülasyon koşullarında sıradan insanın şiddete yönelme kapasitesini tanımak demektir.
Demokratik bir toplumun temelleri inkâr ya da seçici hafıza ile değil, geçmişle eleştirel bir biçimde yüzleşmekle güçlenir. Tarihsel şiddetle hesaplaşmak, failleri yalnızca “Türk”, “Alman” ya da “Hutu” gibi ulusal ya da etnik kategoriler içinde görmekten öteye geçmeyi ve onları belirli tarihsel koşullar altında şiddetin uçurumuna sürüklenen sıradan insanlar olarak görebilmeyi gerektirir. Toplumlar ancak bu rahatsız edici gerçeği kabul ederek daha dürüst, öz-eleştirel ve dirençli bir demokratik kültür inşa etmeye başlayabilirler.

Adana Katliamları, 20. Yüzyıl Başında Devrim ve Şiddet, Bedross Der Matossian, Çeviri: Renan Akman, Haziran 2025, 372 sayfa









Yazar Hakkında