Avrupalı olmayanlar düşünebilir mi?

Hamid Dabaşi, şapgir’de iki hafta önce Türkçesini yayınladığımız Santiago Zabala’nın Slavoj Zizek: Felsefecinin Rolü yazısı üzerinden Avrupa merkezci bakışı eleştiriyor. Gizem Asya Genç çevirdi.

Avrupa merkezli felsefenin önde gelen isimlerinden ünlü Fransız filozof Michel Foucault

Hamid Dabaşi

Güzide bir Avrupa filozofu olan Slovaj Zizek hakkında, yakın zamanlarda El Cezire’de (şapgir’de yayınlanan Türkçesi için tıklayın) bir methiye okuduk:

“Çağdaşımız olan çok sayıda önemli ve faal felsefeci bulunuyor: Birleşik Devletler’den Judith Butler, İngiltere’den Simon Critchley, İspanya’dan Victoria Camps, Fransa’dan Jean-Luc Nancy, Belçika’dan Chantal Mouffe, İtalya’dan Gianni Vattimo, Almanya’dan Peter Sloterdijk ve Slovenya’dan Slavoj Zizek gibi. Brezilya’da, Avustralya’da ve Çin’de yaşayan daha başka mühim düşünürler de var.”

Bu giriş paragrafını okurken, okuyucunun gözüne ilk çarpan şey ise küstah Avrupa karakterleri ve yazarın “içinde bulunduğumuz zamanın felsefesi” diye adlandırdığı şeyin yersizliği. Bu sayede, hem konu hem de zaman dilimine sahip çıkılarak, felsefe Avrupa’nın ayrıcalıklı özel mülkü haline gelecektir.

ABD’den örnek verilen Judith Butler bile, şüphesiz ki Avrupai felsefik soyağacının bir ürünü; Derrida ile Foucault arasında bir yerlerde gidip gelerek cinsellik ve cinsiyet anlayışımızı etkiledi.

Elbette, Çin ve Brezilya (ve Avrupa’nın bir uzantısı olan Avustralya) da bu saygın filozofların adının yanında alıntılanmış, ancak belli ki, hiçbiri bu saygıdeğer filozofların isminin yanına özel isimleri verilerek yazılmaya layık olmamış.

Tabii ki soru bu önde gelen Avrupalı (ve Amerikan uzantılı) düşünürlerin gerçekte aktardıkları felsefi görüşlerin küreselliği ve Afrika’nın en dip köşelerinden Hindistan'ın en ücra köylerine kadar, Çin, Latin Amerika, Arap dünyası ve Müslüman ülkelerin ne öğrendikleri ve hayatlarını daha iyi nasıl idame ettirecekleri değil.

Ve tabi ki söylemeye gerek yok; kendine güvenleri ve özbilinçleri olmadan, bu filozoflar ve temsilcisi oldukları felsefi gelenekler, bir evrensel temsiliyet iddia edebilirler. Fakat bizim kıt bilişsel saflıklarımızdan, ne kağıda dökebilirler, ne de klavyeye sarılıp yazmaya başlayabilirler.

Avrupa Dışındaki Düşünürler

Bunlar aslında sadece seçkin filozoflar değil. Aynı zamanda izledikleri felsefe, hiçbir düşüncenin onsuz evrenselliği yakalayamadığı “kendini bilmenin” getirdiği özgüvenin belli derecelerine ait küreselliğe vakıftır.
Asıl soru başka. Peki ya Avrupai felsefe silsilesinin dışında kalan düşünürler? Sömürgeci faaliyetler yüzünden kullandıkları dil, Avrupa dillerinden bir tanesi ya da kendi ana dilleri olan, bu dillerde felsefe yapan düşünürler – Asya’da Avrupa’da, Latin Amerika’da soylu bir isim, “hatta halk aydını” sıfatını taşıyan, ama bir Hannah Arendt’e, bir Sartre’ye ya da Foucault’a benzemeyen -bu kısmı itibariyle- El Cezire’de “Zizek’in selefleri” olarak bahsedilen isimler?

Peki ya bahsettiğimiz Avrupalı düşünürlerin etki alanının dışında kalan isimler? Nasıl oluyor da biz, bu küreselleşen medya çağında, bu isimlerden “halk aydını” sıfatıyla bir şeyler öğrenebiliyor ve öncesinde onlara sıfat biçebiliyor, taçlandırabiliyoruz?
Güney Asyalı filozofların yıldızlar karması diyebileceğimiz, belli başlı isimlerden örnek vermek gerekirse, Ashis Nandy, Partha Chatterjee, Gayatri Spivak, Ranajit Guha, Sudipta Kaviraj, Dipesh Chakrabarty, Homi Bhabha ya da Akeel Bilgrami gibi isimler bir araya gelip kendinden emin bir düşünce çekirdeği oluşturabilirler mi? Peki bu “yıldızlar karması”,  “düşünce” sözcüğünü bu isimlerden birini “Güney Asyalı” filozof ya da halk aydını olarak nitelendirerek yüceltebilir miydi?

Bu isimler, “Güney Asyalı düşünürler” mi, yoksa Avrupalı düşünürler gibi sadece “düşünürler” midir? Yani neden Mozart hapşırsa bile bunun adı müzik olur da (bu dahinin gerçekten de melodik bir şekilde hapşırdığından adım kadar eminim o ayrı), sofistike bir Hintli müzik ragası sadece etnomüzikolojinin konusudur?

Bu “etniklik”, müzikten ayrı Hintli felsefeciler için de düşünülebilir mi? Yani bu felsefecilerin düşünceleri de sadece Batı Avrupalı ya da Amerikan antropoloji çalışmalarına konu olmaktan öteye gidemez mi?

Dönüp bir de Afrika’ya bakalım. Peki ya şu düşünürlere ne demeli? Odera Oruka, Ngugi wa Thiong'o, Wole Soyinka, Chinua Achebe, Okot p'Bitek, Taban Lo Liyong, Achille Mbembe, Emmanuel Chukwudi Eze, Souleymane Bachir Diagne, V.Y. Mudimbe… Bu isimler felsefeci unvanını hak ederler mi, yoksa halk aydını ya da etno-felsefe terimi mi daha uygundur bu isimler için?

Neden Avrupa felsefesi “felsefedir” de, Afrika felsefesi sadece “etno-felsefedir”? Aynı şekilde Hint müziği etnik müziktir? Etnografik mantık, yine aynı şekilde New York Doğa Tarihi Müzesi için de geçerlidir (Shawn Levy’nin Müzede Bir Gece (2006) eserinde de oldukça popüler bir konu). Bu müzede sadece hayvanlar ve beyaz ırka ait olmayan insanları ve onların kültürlerinin camlar ardında sergilenişini görürsünüz. Ama beyazlara ve beyazların kültürlerine geldiğinde, dışında hiçbir cam yoktur ya da kafes yoktur. Tek yapmaları gereken içeri girmek ve içi doldurulmuş Tibet öküzlerine bakarak gücün ve şanın büyüsüne bakılarak eğlenmektir. Tibet öküzleri (yak), mağara adamları, Eskimolar, bufalolar, Yerli Amerikalılar vb. dolambaçlı bir sırada gelenleri bekler.

Aynı etnografik bakış, Arap ve Müslüman dünyanın entelektüel seciyesiyle karşılaşıldığında da mevcuttur. Azmi Bişara, Sadık Celal el Azm, Fevvaz Trabulsi, Abdullah Laroui, Mişel Kilo, Abdülkerim Suruş... İşte çok önemli düşünürlerin bir listesi ve sayı aslında sonsuz.

Japonya’da Kojin Karatani, Küba’da Roberto Fernandez Retamar ya da ABD’de düşüncesi bütünüyle Avrupai olmayan düşünürlerden bir isim, Cornel West? Peki ya bunlara ne demeli? Bunlar nerede duruyorlar? Düşünebiliyorlar mı? Yaptıkları iş gerçekten düşünme mi? Düşünmekse, “felsefi” ya da “felsefeye uygun” düşünmek mi? Belki de bir diğer soru; o şey her neyse etnografik çalışmalara elverişli mi?

Avrupa-merkezcilik sorusu artık çivisi çıkmış bir sorun. Elbette Avrupalılar, Avrupa merkezcidir ve dünyayı kendi bakış açılarından görürler, hatta zaten neden görmesinler ki? Sayısız imparatorluğun (artık var olmayan) varisidirler ve içlerinde bu imparatorlukların muhteşem kibrini taşırlar, dahası asıl felsefenin kendi felsefeleri olduğunu düşünürler. Bu kendine has düşünce biçimi ve geri kalan - hepsi Avrupalı filozof Emmanuel Levinas’ın kullanmayı alışkanlık haline getirdiği sözcük olan- adeta “dans” etmektir.

Soru daha çok, Avrupalı olmayan düşüncenin ulaşabildiği kendini bilme ve evrensellik tavrıyla ilgilidir. Avrupalı filozofların genel olarak dünyaya baktıklarında kendileri hakkında ne düşündükleri değil, bir zamanlar Batı sözcüğüyle birlikte anılan ama artık bundan bıkmış olan, halbuki kendisi Avrupa’dan çok daha köklü yaşam tecrübesine sahip olan Afrikalı, Asyalı ve Latin Amerikalı insanların, “gerçeğe” alternatif bakışlar sağlamayı amaç edinmesidir.

Tüm dünya genelindeki çağdaş düşüncenin yörüngesi kendi yakın tarihimize ve farklı yerlerde gelişigüzel temellendirilmiş değildir. Daha çok Jose Marti, Cemaleddin Afgani, Aime Cesaire, W.E.B. Du Bois, Frantz Fanon, Rabindranath Tagore, Mahatma Gandhi vb. gibi düşüncenin çok eski nesillerine kadar uzanan oldukça derin ve geniş bir spektruma sahiptir.

Öyleyse soru şöyle görünüyor; Neden “felsefenin” kendisinin saygınlığı değil,  “etnofelsefe”ye duyulan antropolojik merakın nereden geldiği.

Yazıyı İngilizceden kısaltarak çeviren Gizem Asya Genç. Metnin orijinali için tıklayın

Hamid Dabaşi, Columbia Üniversitesi İran Çalışmaları ve Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünde Hagop Kevorkian profesörü. Dabaşi’nin son kitabı, 2012’de yayınlanan The Arab Spring: The End of Postcolonialism, Türkçedeki kitapları ise, Filistin Sineması: Bir Ulusun Hayalleri, İran: Ketlenmiş Halk, İslam’da Otorite ve İran Sineması.

Kategoriler

Şapgir