Sıkıcı Ankara’nın ruhu yok edilen uydu kenti Eryaman’ı grafik roman formunda anlatan kitabı; ‘Dumankara: Hayat Bir Yangındı'
SEVAG BEŞİKTAŞLIYAN
Ankaralılar için belki de Ankaralı olmayanlarla bir araya gelinen her ortamın demirbaş konusudur Ankara... Levent Cantek’in de dediği gibi, Ankara’dan sıkılan herkesin yükü sizin üzerinizdedir. Evet, sıkıcı bir şehirdir, sevmeyeni çoktur, hatta belki de sevmemek ‘normal’dir. Yine de garip bir bağ vardır Ankara ile aranızda. Ankara’yı yedirmeyi içinize sindiremezsiniz. Olmadık ortamlarda, cansiperane Ankara’yı savunurken bulursunuz kendinizi. En sonunda sanki çok gizli ve ayıp bir duyguyu itiraf eder gibi haykırırsınız: “Seviyorum la Ankara’yı!”
İşte bu gizli duyguların edebiyatla dışa vurulması ise pek rastladığımız bir şey değil. Sıkıcı Ankara’nın ruhu yok edilen uydu kenti Eryaman’ı Barış Bıçakçı’nın kaleminden okuma veya Kumsal Meyhanesi’ni Akif Kurtuluş’tan dinleme şansına eriştik son yıllarda. Şimdi ise, bu deneyimi Türkiye’de hiç alışık olmadığımız bir formda, grafik roman olarak yaşıyoruz: İletişim Yayınları’ndan çıkan Levent Cantek’in yazdığı 21 öyküyü, Ayhan Hayrula, Berat Pekmezci, Çağrı Coşkun, Emre Yüce, Ender Özkahraman, Ethem Onur Bilgiç, Gökhan Güneş, Mert Yavaşça, Murat Başol, Murat Gürdal Akkoç, Onur Atay, Ömürden Bakaçhan, Sefa Sofuoğlu, Sümeyye Kesgin, Taner Duran, Uğur Erbaş, Uğur Sertçelik, Utku Yavaşça ve Zeynep Özatalay’ın çizdiği ‘Dumankara: Hayat Bir Yangındı’.
‘Ankara’yı Ankara’dan anlattığı için kıymetli’
Bu kitabın yeri ayrı, çünkü böylesi bir grafik roman projesi Türkiye edebiyatında bir ilk. ‘Dumankara’, elbette o kadar politik kaygılar taşımasa da, Guy Delisle, Joe Sacco veya Art Spiegelman’dan okuduklarımız gibi ‘ağır’ hikâyelerin peşinde. Cantek’in de dediği gibi kitapta yer alan öyküler, bildiğimiz çizgi romanın dışında, edebi tatları olan, kendine özgü derinliğe sahip, insani meseleler anlatan çizgilerle donatılmış ve elbette ki, bir de koca bir şehri kuşanmış. Gerçi Cantek, kitaba yazdığı giriş yazısında, “Bu hikâyeler İstanbul’da veya Adana’da da geçebilirdi. Sofya’da ya da İskenderiye’de de… Ankaralı hikâye olmaz, olsa olsa Ankara’da geçen hikâye olur… aslolan insandır, ona dair hikâyelerdir” diyerek uyarıyor; fakat bu kitap, Melisa Kesmez’in dediği gibi “Ankara’yı Ankara’dan anlattığı için” kıymetli. ‘Dumankara’, arka fona aldığı Cumhuriyet’in başkentinin bürokratik ağırlığından ve tüm kamusal yüzlerinde devletin olmasından kaynaklanan o soğuk yönünden son yıllarda sıyrılsa da bu sefer bambaşka bir uca, pavyonlu, misketli, fidaydalı İç Anadolu kasabasına savrulan Ankara’nın bu salımınlarını başarıyla melezleştiriyor. Başka bir deyişle, Cantek, ne ‘her bahtı karanın görmek istediği’ Ankara’yı, ne de ‘Angara’nın bağları’nı anlatıyor; bu kitap,’Angara’nın bahtı karaları’nın hikâyelerinden oluşuyor.
Çok güzel kurgulanmış hikâyelere, bu hikâyelerin ritmine çok uygun çizgiler eşlik ediyor. Cantek, “arasına ayraç koyarak okuyacağınız” dese de, Dumankara’yı okurken ayraca ihtiyacınız yok, çünkü kitap sizi hızlıca sarıp sarmalıyor ve bitmeden bırakmıyor. Yine de insanın aklında bazıları daha çok yer ediniyor.
1916’da ne oldu?
Berat Pekmezci’nin usta çizgileriyle hayat bulan Ankara 1916’yla açılıyor Dumankara. Devletin, ülkenin çeşitli yerlerinde etnik temizlik amacıyla kullandığı ‘harik-i kebir’lerin 1916’da Ankara’da yaşananının hikâyesinde, ne devletle birlikte konumlanan veya sadece yaşananlara seyirci kalan bir katılımcı, ne de ulusal namusu oluşturan, cinsel namusu gayrimüslim kadınlar üzerinden ‘temizleyen’ tipik milliyetçi erkek olan Baytar Fehim’i anlatıyor Cantek.
‘Pantolonlu Kadın’, dozajı giderek artan bir tutkunun ve o tutkunun sebep olduğu büyük bir takıntının hikâyesi. Murat Başol, bu yoğunluğu çok başarılı resmetmiş. Ayhan Hayrula’nın kenar mahallenin sert delişmen abilerine ve güzel ablalarıyla uyumlu bir biçimde çizdiği ‘Çinli Recai’, tam bir ‘boşa gidiş’ öyküsü. Ergen erkek çocuklarının o sevimsiz karmaşasını ve pek de ucu bucağı olmayan acımasızlıklarını konu eden Emre Yüce’nin ‘Tatlıcı Nazmi’si, hep bir yerlerden tanıdık. Utku Yavaşça’nın çizdiği ‘Nam’, geçmişle hesaplaşabilmenin çizgilere sinmiş ağırlığının ötesinde, benim için Mor Menekşeler’in unutulmaz Fakir Şükrü’sünü ‘kanlı canlı’ resmettiği için çok kıymetli. Cantek’in giriş yazısında da andığı gibi ‘Fareler ve İnsanlar’daki George ile Lennie’ninkine benzer bir ‘birbirine tutunma’ öyküsü, Taner Duran’ın çizdiği ‘Boksörün Ömrü’. Sümeyye Kesgin’in çizgileriyle hayat bulan ‘Neşer Coşar’ ise Alper Canıgüz’ün efsanevi çocuk kahramanı Alper Kamu ayarında bir Angaralı süper kahraman. Berat Pekmezci’nin ustalıkla çizdiği ‘Ferdi’, ötekiliğinden ötürü kendi olamayan, bambaşka bir kimlikle yaşamaya çalışan bir adamın, daha sonra ünlü bir yazar olarak karşılaşılmasının şaşırtıcı öyküsü, Cantek’in çocuk yaşta Ulus’ta çalışırken şahit olduğu, insanda büyük merak uyandıran (Cantek, giriş yazısında ‘sormayın’ diye rica ettiğinden susuyorum) bir öykü... Son olarak, Emre Yüce’nin ‘Ömer Ayna’sı, herkesin hayatına bir yerden bulaşan, çocukluğu zulmüyle zehir etmişlerden alınmış en iyi intikam.
Behzat Ç.’nin kahramanlarının Leyla ile Mecnun ekibini Ankara’da ağırladığı bölümde, Leyla ile Mecnun ekibinin İstanbul’a döndüğü sahnede Hırsız Yavuz, ‘ben Ankara’nın en çok nesini seviyorum biliyor musunuz?’ diye söze başlar ve ‘İstanbul’a dönüşünü…’ diyemeden, araba ahalisi “Yeter bu klişe” diye isyan ederek, Yavuz’u arabadan atarlar. İşte Dumankara, benim için bu klişenin bittiği noktadır.
‘Has Angaralı’ Rafael Demircan
Dumankara’nın anlattığı Ankara’yı ve Ankara kabadayılarını, bir de ‘has Angaralı’ya, Rafael Demircan’a soralım dedik. Geçtiğimiz sene RoberKoptaş’ın yaptığı söyleşiyle hikâyesini öğrendiğimiz ve yazın Ankara’sına geldiğinde tanışma fırsatı bulduğumuz Raffi Abi’nin ailesi, Ankara’ya 30 kilometre uzaklıkta bulunan, şimdilerde Yenikent diye anılan İstanoz kasabasından. 1917-18’de Ankara’ya göçüyorlar ve Ankara’da ‘kalabilen’ diğer Ermenilerle birlikte Ulus’un Hacıdoğan Mahallesi’nde gettolaşıyorlar. Rober Koptaş’ın röportajını okuyanlar veya kendisiyle tanışanlar bilir, Raffi Abi zamanın (halen de öyle) bıçkın delikanlılarından. Bir zamanlar Ankara’nın merkezi olan, fakat giderek eskiyen Ulus’un ekmeğini yemiş; hastaneler kurulunca yok olan, ‘yiğitlerin harman olduğu’ Hacettepe’nin suyunu içmiş halis muhlis bir ‘Keçiören bebesi’.
Dumankara’daki gibi 1916 Yangını’yla başlıyoruz sohbete. Dedesi 1915’te öldürüldüğünden ve ailede başka büyük olmadığından, detaylı olarak bilmiyor o büyük yangında neler yaşandığını. Sonrasında birlikte yaşadığı Ermenilerin de, Musevilerin de konuşmaktan çekindiğini söylüyor. Yine de gayrimüslimlerin hafızalarında büyük bir travma anı olarak mimlenmiş işyerlerinin 2-3 saat içinde tamamen yok edilmesi.
Raffi Abi, 1948 doğumlu. Dersleri kötü gidince orta ikide bırakmış okulu. Tezgahtarlığa başlamış Ulus Anafartalar Çarşısı’nda. Ankara’nın kabadayısı bol o sıralarda ama “en meşhuru Kürt Cemali’ydi” diyor. Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı’nı yazarken esinlendiği kabadayı. Altındağ’a, Bentderesi’ne, Yenidoğan’a, Atıfbey’e ‘nam’ salmış Kürt Cemali, 1960’larda bir hesaplaşma sırasında Kabadayı Mehmet’in adamları tarafından öldürülüyor. O adamlardan birisi de Dündar Kılıç. “Onu öldüren, gitti İstanbul’un kabadayısı oldu” diyor Raffi Abi.
Raffi Abi, 1965-75 yılları arasını, “Bizim de merakla takip ettiğimiz abilerimiz vardı” diye başlıyor anlatmaya: “Her semtin böyle isim yapmış insanları vardı ama mafya gibi değillerdi. İcap eden yerde gözünü budaktan esirgemeyen yürekli insanlardı. Biz de Hacettepeli Karagöz Kemal Abi’yi görmeye Hamamönü’ndeki Havuzlu Kahve’ye gidiyorduk.” Karagöz Kemal, Levent Cantek’in senaryosunu yazdığı Mor Menekşeler dizisindeki Hayali Ömer. Namı babasının hayaliliğinden, Hacettepespor’un efsanevi topçusu, Kürt Cemali’nin postuna oturanlardan ama yumuşak huylu olduğundan işleri yürütememiş.
Buradan Hacettepe Mahallesi’ne geçiyor Raffi Abi, “Çok güzel evler vardı” diyor ve devam ediyor: “Babası olmayan ama abisi sevilen, sayılan Hacettepe delikanlılarından olan bir arkadaşıma kalmaya giderdim. Tek katlı, bahçeli, banyosu dışarıda güzel evleri olan güzel bir mahalleydi.”
Keçiörenli kabadayılardan da bahsediyor. Altındağlılarla iyi geçinirlermiş, işlerinde güçlerinde, aileye, eşe dosta yanlışları olmayan, saygılı, terbiyeli, yiğit insanlarmış. “Keçiören’in meşhur Gazino Durağı’na onları görmeye giderdik, bizim gazinonun lokalinde masalarına oturur, onları dinler, ufak ufak içerdik. Bizimle konuştuklarında çok sevinirdik” diyor.
1970’lerde işin içine sağ-sol çatışması girince işler büyümüş, 1980 Darbesi’yle devlet her şeye el koyduğu gibi bu duruma da el koymuş ve kabadayılık işini bitirmiş. Raffi Abi, “Onlardan geriye sadece devlet destekli kabadayılar kaldı, onlar da mafya oldular” diye anlatıyor.
Dumankara
Hayat Bir Yangındı |
Cebecili bir arkadaş
Dumankara’da bir vukuatla ‘nam’ salan veya ‘nam’ salmak için vukuata bulaşan ama ‘su yolunda kırılmayan su testisi’ bıçkın delikanlıları soruyorum Raffi Abi’ye. “İlla ki vardı” diyor ve ekliyor: “Bir adamı bıçakla veya bir tabanca yakalat, 1-2 ay yat, çık, biraz da bu yollarda bezin olsun, ismin yayılırdı etrafa.” Dumankara’daki gibi bu yolda gencecik yaşta ömrünü tüketen Çinli Recai’yi anlatıyorum, aklına bir arkadaşı düşüyor Raffi Abi’nin ve başlıyor anlatmaya: “1964-65’te 15 yaşında Cebecili bir arkadaş tanıdım. O zamanlar Cebeci’de top oynardı, sonra Ispartaspor’a transfer oldu. 1,90 boyunda dağ gibi bir oğlandı. Askerden sonra 1970’lerde sapıttı. İçki, kumar ne ararsan vardı. İç Cebeci’yi tokatlamaya başladı. Her gün bana uğrardı, birlikte pavyonlarda takılırdık. Ben yeni evliyim o sırada, baktım pavyonda da olay çıkartıyor, “bir daha bana gelme” dedim, kestim ilişkimi. Ama ara sıra gelip borç alırdı. O zaman, benim Cebeci’de dükkanım vardı. Ben geç giderdim. Bir sabah gelip işçimden zorla para almış. Bir geldim çocuk titriyor korkudan. Ortak bir arkadaşımıza anlattım, “bir dahakine gelip benden istesin” dedim. Bir hafta sonra tekrar aynı şeyi yapmış. Bu sefer haber saldım, bir daha gelirse vururum diye. Akşamları geç kapadığımı bilirdi. Bir gün müşteriler varken geldi. Her zaman sarhoş gezerdi ama bu sefer ayık. Tabancanın yerini bildiğinden, geldi, onun olduğu gözün önüne oturdu. Müşteriler gittikten sonra, çıkardı borcu kadar olan parayı önüme koydu. Gözden tabancayı çıkardı, “Beni bununla mı vuracaktın?” dedi. “Evet” dedim, “bir daha yapsaydın, vuracaktım.” Neyse gülüştük, sarıldık, öpüştük ve gitti. Ertesi gün öğlen, dükkana bir geldim, tüm Cebeci yas tutuyor. Bu benim arkadaş, tüm gece içmiş, geç saatte beş katlı evinin koridor boşluğundan düşüp rahmetli olmuş.”