Bülent Bilmez’le Tarih Vakfı ve tarihçilik halleri - II: “Asıl mesele ‘eşit görülme korkusu’dur”

Ayşe Akdeniz, Haller Durağı’nda daha önce tarihyazımcılığı ve egemen tarih anlayışı üzerine söyleştiği Tarih Vakfı Başkanı ve Bilgi Üniversitesi öğretim görevlisi Bülent Bilmez ile Türkiye’de geçmişle yüzleşme ve ötekileştirmeyi konuştu.

Ayşe Akdeniz
 
 
Sizin aynı zamanda kolektif hafıza, tarihyazımı ve tarihle yüzleşme ve hesaplaşma konularıyla da ilgilendiğinizi ve geçen dönem bu konuda Bilgi Eğitim’de ders verdiğinizi biliyoruz. Bugün tarihyazımında ve genelde kamuoyunda yakın tarihimizle ilgili daha eleştirel bir tutumun söz konusu olduğunu ve yüzleşme yönünde önemi adımlar atıldığını söylemek mümkün mü?
Tarih Vakfı’nın 20. yıl anısına 2011 yılında yaptığımız ‘Cumhuriyet’in Tartışmalı Konuları’ sempozyumumuz oldu. Kitabını yayına hazırlamaktayım ve konunun uzmanları tarafından genelde Cumhuriyet tarihinin kendisine ve aynı zamanda onun tarihyazımına (yeniden) baktığı bu çalışmada, aslında çok da iyi bir durumda olmadığımız ortaya çıkıyor. Bugün genelde Cumhuriyet tarihine bakıldığında, herkesin son yıllarda çok sık tekrarladığı ve bence hala kamuoyunda çok iyi bilinmeyen, Gayrimüslimlere yönelik 1934 Trakya, 1941 Yirmi Kura, 1942 Varlık Vergisi, 6 - 7 Eylül 1955 Rum pogromu, 1964 Rum Sürgünü... Bunlar neredeyse bir tespihin taneleri gibi arka arkaya sayılıyor. Ayrıca özellikle son yıllarda Dersim 1937-38 de Cumhuriyet tarihinn en çok tartışılan konularına eklendi... Ancak tüm bunlar, yüzleşme, hesaplaşma anlamına geliyor mu? Örneğin, Cumhuriyet’in en kanlı katliamı olan ve soykırım olup olmadığı bile tartışılan Dersim 1937-38, son birkaç yılda çokça konuşuldu; bizim de bu yönde yayınlarımız oldu, ama bunlar yüzleşme, hesaplaşma anlamına geliyor mu? Bu soruya olumlu cevap vermek zor! Çünkü sizin bir travmanız, bir acınız varsa, evet, bunu söyleyememek kendi başına bir şeydir, ama söylediğinizde her hangi bir şey söyleniyormuş gibi davranılması, bu eşsiz travmatik deneyimin ‘herhangi bir şey’leştirilmesi de ayrı bir durumdur. Bu, bazen o travmanın veya acının katmanlaşmasına bile yol açabilir. Siz kendi kişisel, ailesel, cemaatsel dünyanızda veya hafızanızda bunu belki de gizli bir acı olarak paylaşıp yaşarken, onun sizi var eden bir yanı da vardır bir şekilde. Bu tabii ki sağlıklı bir şey değil. Ama o acı ortaya döküldüğünde bu acının birden bire herhangi bir televizyon dizisiymiş gibi sıradanlaşması sorunuyla karşı karşıya kalıyoruz; çünkü bu ortaya dökülüşün ve ortaya dökülen şeyin bir kamuoyunda karşılığı olmuyor. Tecavüze uğramış bir kadının yıllarca bunu sakladıktan sonra nihayet ‘ben tecavüze uğradım’ dediği zaman herkesin bunu magazin haberi gibi konuşmasının ya da hiç bir şey olmamış gibi hayatına devam etmesinin o kadın ve genelde toplum üzerindeki etkisini düşünün! Böyle travmatik konuların dışavurumunun bir karşılığı ve travma yaşatmanın bir bedeli olmalı. Bunun olmayışı, şu anda yakın geçmiş konuşulurken önemli sorunlardan birisi olarak çıkıyor karşımıza. Bunun bedelinin illa da maddi ya da cezai işlem olması şart değil. Meseleye sahici bir şekilde sahip çıkılıp meselenin aktörleriyle konuşulması, mağdurlara kulak ve yüreklerin açılması gerekir her şeyden önce. Mesela, son zamanlarda Türkiye’de Dersim Katliamı çokça konuşuldu; konuşulmakta. Başbakan bile çıkıp ’Dersim Katliamı’ dedi. Peki, oradan nereye gidildi? Bu bir katliamsa toplu öldürme söz konusudur. Çok sayıda maktul söz konusudur ve maktulleri herkes biliyor: Dersim halkı. Peki katil kim? Kimse Başbakan’a bunu sormadı, sormuyor. Çünkü bunu cevaplamaya kalktığımız an, o güçlü tabulardan biriyle karşılaşıyoruz. On binlerce Dersimlinin canını çok yakan bir şey söz konusu, ama son yıllarda iki defa canlanan bu tartışma her seferinde güncel, empatiden uzak, banal bir tartışmaya evirildi iki parti arasında: Sonuçta tartışma, ‘sorumlu Celal Bayar mıydı İsmet İnönü müydü?’ tartışmasına döndü. Bir önceki söyleşimizde sözünü ettiğimiz ‘aynı gemide olma’ olayı tam da burada ortaya çıkıyor. İşin ilginç tarafı, fail olarak iki tarihi kişilik 1937-38 katliamları sırasında Dersim’de adeta bir ‘iş bölümü’ ve ardından devir teslim yapmışlardır aslında. 1937 Güzünde Başbakan olarak İnönü işi bitirdiğini ilan ediyor; ‘bitti’ diyor. Dönemin Cumhurbaşkanı ise bitmediğine inanıyor olmalı ki İsmet İnönü yerine Celal Bayar’ı başbakanlıkla görevlendiriyor ve katliam bayrağını 38’de Bayar teslim alıyor ve finale taşıyor: On binlerce insan, neredeyse taraflı tarafsız (ve hatta işbirlikçi) ayrımı gözetilmeden katlediliyor, sürgün ediliyor, çocuklarına el konuluyor, vs. Literatürde bunun adının soykırım olduğunu biliyoruz, peki failin adını ne koyacağız?
 
Adını Mustafa Kemal koyacağız!
O dönemde Türkiye’de ondan habersiz, onun denetimi dışında hiçbir şey olamayacağını, dönemin olaylarını konuşurken asla aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor.
 
Burada birinci tabu olarak tanımladığınız Mustafa Kemal tabusuna mı gelmiş oluyoruz?
Bu tabu öyle yerleşmiş ki... Dersimliler, Aleviler bile daha sonra kendilerince anlatılar uydurarak ‘Katliam sırasında Mustafa Kemal hasta yatağında yatıyordu. Onun bir rolü yoktu. Ondan habersiz yaptılar. Haberi olunca durdurdu zaten...’ söylemini benimsediler. Tek Adam rejiminde on binlerce kişi öldürüldükten sonra bu nasıl mümkün oluyor? Türkiye’de kolektif hafızada çok ilginç noktalardan birisi bu ve 1934 Trakya Olayı’nda da vardır, 6-7 Eylül’de de. Bizzat failler daha sonra ‘kurtarıcılar’ olarak sunulmaya çalışılabiliyor. Bu oldukça etkili oluyor. 34 Trakya Pogromu’nu Fevzi Çakmak durdurmuşmuş! Yahudiler arasında bu inanış yaygın. Dersim Katliamı’nı durduran da bizzat Fevzi Çakmak’mış! Dersimliler bunu anlatabiliyor. Dönemin genelkurmay başkanından ve askeri hareketten bahsediyoruz! Dolayısıyla, Yeşilçam filmlerindeki gibi bir durum söz konusu adeta: saldırtan da, gelip saldırganların elinden kurbanı alan da aynı kişi!
 
Özür veya genelde yüzleşme konusunda aslında yaraya merhem olacağı yerde aksine tam da tuz basan bir tavırdan bahsediyoruz.
Türkiye’de genelde yüzleşme, hesaplaşma meseleleri sorunlu bir şekilde ele alınıyor. Belli bir tarih anlatısını eleştirmek, belli bir konuda ‘o yanlıştır’ veya ‘artık falanca doğruyu gör’ demek, zaten tarih tartışmalarında karşımıza çıkar. Bunlar her zaman vardı. Yüzleşmek, hesaplaşmak insanın bireysel ya da toplumsal düzeyde kendisiyle veya muhatabıyla yüzleşmesi ve hesaplaşmasıyla, aynaya bakmakla veya birbiriyle göz göze gelmekle ilgili bir şey. Siz devletin, onun kurumunun veya onun ideolojisini temsil eden bir tarihçinin meseleleri çarpıtmasıyla ilgili yazarsanız, çizerseniz bu, genelde tarih tezleri arasındaki mücadelenin veya tarih tartışmasının bir parçası olur sadece. Yüzleşme veya hesaplaşma gibi bir şey olmaz. Müslüman iseniz İslami duyarlılıkları olan bir insansanız, bu durumda asıl yüzleşme veya hesaplaşma, geçmişteki kendi rolünüze, Müslümanların rolüne bakmanızla ilgilidir. Yine Dersimli Alevi’nin, erkeğin, belli bir aşiretin Dersim katliamına olduğu kadar, bu süreçte kendi rolüne bakmasıdır yüzleşme... Cumhuriyet tarihinin en vahşi mağduriyetlerinden bahsediyoruz elbette, ama aslında mağduriyetin de katmanlı olduğu, mesela oradaki kadının rolünün erkeğe göre ayrı konuşulması gerektiği da unutulmamalıdır. Bu tür işlerde aşırı genelleştirme veya soyutlaştırma ve aşırı politizasyon asıl meseleyi gözden kaçırtabiliyor.
 
Normalleşme meselesine gelecek olursak, bütün mesele şudur: Bir bütün olarak düşün dünyamızda da, basında, akademyada, STK’larda da ‘anormal’ bir iklim yaratılmış. Ve bu iklimin devam ettirilmesi isteniyor. O da insanların bütün farklı düşünceleri, tezleri karşılıklı tartışma, tezi tez olarak sunabilme, bunu revize edebilme şansını ortadan kaldıran iklimdir. Öncelikle şunu tekrarlamak gerekiyor: Şu anda Türkiye’de bir şeyler tartışılabiliyorsa sırf muktedirler buna tahammül ettiği içindir! İkinci olarak da bu tartışılanların kimler tarafından yapıldığına bakmak gerekiyor. Gayrimüslimlerle ilgili olaylardan, Dersim’den bahsettik. Kürt sorunu, Cumhuriyet döneminin Kürt politikaları, yaşanan mağduriyetler de son zamanlarda yazılıp çizilmeye başlandı. Ancak dikkat edin, bunların kaçı akademyada yapılıyor? Ben Bilgi Üniversitesi’ndeki derslerimde Cumhuriyet tarihi anlatıyorum ve genelde örnek olaylar üzerinden gidiyoruz. Neredeyse her örnek olayla ilgili kullandığımız kaynakların tümü akademya dışında yazılmış şeyler. Akademyada yapılmış çalışma bulamıyorsunuz! Akademyada çalışan insanlar akıllı insanlar olduğundan bence içten içe mevcut konjonktürde bu konular üzerine çalışılmasına sadece ‘tahammül’ edildiğini biliyorlardı hep. Bu işin güvencesinin olmadığını biliyorlar. Kimseye de kahramanlaşmıyor diye kızamayız, kimseyi bu nedenle eleştiremeyiz. Bu yanlış olur. Kimseye ‘Sen korkaksın!’ diyemeyiz. Sorunu böyle çözemeyiz. Tekrar söylüyorum: sorun korkaklar, kahramanlar meselesi değildir! Asıl sorun, bunu yapmanın cesaret göstergesi, kahramanlık göstergesi olmasıdır. İşte bu durum ortadan kalkınca normalleşme gerçekleşecektir. ‘Normalleşme’ demek yüzleşme ve hesaplaşmanın mümkün olması için, halı altına süpürülmüş bir şey oradan çıkarıldığında, çarpıtılmış bir şeyin farklı versiyonu dile getirildiğinde, sessizlik üzerinden oluşmuş konsensüs paramparça edildiğinde ve yaşanmış travmalar nihayet konuşulmaya başlandığında, sanki herhangi bir magazin haberi izliyormuş, herhangi bir dizide ilginç bir şeyi seyrediyormuş gibi değil, karşıdakinin yıllardır yaşadığı travmayı hakkını vererek konuşabilmek, hakkını vermeye hazır olmak ve bunun gereğini yapmaktır. Buna sadece maktulün veya mağdurun değil, katilin veya failin travması da dahildir; o katilin veya failin yaşadığı travma da yok sayılmamalı, hakkıyla konuşulmalıdır.
 
Bütün bu katliamların, travmaların karşısında bir bedel de olmalı. Yoksa tarih bizi niye bu kadar meşgul etsin ki? Tarih günümüzü ve geleceğimizi belirleme gücüne sahip. Bugün biliyoruz ki soykırım zamanı milyonu aşkın kişi yerinden ediliyor ve yüz binlerce insan yollarda ölüyor ya da öldürülüyor. Ortada bir suç, bir travma, çalınmış, el değiştirmiş bir sürü mal var. Yüzleşme burada belki sadece bir adım, ama gerçekten yeterli mi? Aynada karşılaştığımız şeyle ilgili bir sonraki adım ne? Literatürdeki yeri ne ve literatür dışındaki toplumsal karşılıkları nasıl olmalı?
Meslekten gelen fonksiyonları itibariyle tarihçilerin rolleri belli bir yerden sonra ikincilleşiyor. O aşamaya gelince daha çok sivil topluma, siyasetçilere, aktivistlere, aslında toplumun kendisine ihtiyaç duyulacak. Bedel ödeme meselesine gelmeden önce, yüzleşme ve hesaplaşma için gerekli ortamın sağlama alınması gerekiyor. Evet, bu tartışma bugün yapılmalıdır: Ödenmesi gereken bedel ne olabilir? Başka yerlerde neler olmuştur? Güney Afrika’da ne olmuş? Özellikle Almanya’da neler yaşanmıştır? Geçmişte gerçekten neler yaşanmış olduğu da bugünden tartışılabilir. Ancak asıl yüzleşme ve hesaplaşma için uygun  ortam oluştuğu zaman bedel konusunda yapılacak tartışma çok farklı ve çok anlamlı olacaktır. Asıl o zaman bu tartışma sağlıklı yapılabilecektir.
 
 
Önce özür ve utancı mı yaşamalıyız?
Evet, önce samimi olarak bunları yaşayacağız. Bu üçüncü sınıf romanlarda olduğu gibi iyilerin ve kötülerin olduğu bir dünya değil. Her kötünün iyi yönünü, her iyinin kötü yönünü göreceksiniz. Bu hem toplum, hem birey için geçerlidir. Yüzleşme, hesaplaşma süreci, iyi adam - kötü adam belirleme, siyah ile beyazı ayrıştırma süreci değil. Suçluyu bulma ve cezasına hükmetme süreci de değil. Yüzleşme ve hesaplaşma, geleceğe dönük yapılmazsa zaten bunun anlamı da olmaz pek. Geçmişe dönük olanın da bu bağlamda hesap sormanın da bir karşılığı var zaten: Hukuk, adli yargılamalar ve bunları gerçekleştirmekle yükümlü kurumlar var. Bunu zaten bu kurumlar yaparlar, yapmalılar. O ayrı bir şey. Eğer yüz kızartıcı, insanlık dışı suçlarda her hangi bir şekilde bir rol oynadıysanız cezanız yargı tarafından zaten verilmelidir. Onu yapanların evlatları olarak siz de bu suçtan kaynaklanan bir nemadan yararlanıyorsanız, bunun da karşılığı vardır. Bunlar ayrıca konuşulacak şeylerdir.
 
Bedel ödemeye gelince: İki farklı düzlemde bedel ödemekten bahsediyoruz. Bir tanesi, gerçek anlamıyla kibri bırakmak. Artık karşınızdakinin denginiz olduğunu kabul etmek, yukarıdan aşağıya değil, düz bakmak. Belki uygun bir analoji değil, ama kadın erkek ilişkilerinde olduğu gibi: erkek için çoğu zaman asıl zor olan karşı cinsin denkliğini kabullenmek, üstünlük kibrinden vazgeçmektir. Birçok insanın, farkında olmadan, ödemek istemediği bedel bu kibirden vazgeçmektir. Müslüman, Türk veya beyaz olduğu için, bir şey olduğu için şimdiye kadar kendisini üstün kılan şeylerden vazgeçmek zorunda kalmak asıl zor olandır.  
 
Aslında o kimliklerin birer üstünlük nişanesi olmadığı anlaşılacak.
Zaten bu üstünlük nişaneleri olduğu için de toplumun bir kesimi ısrarla (tıpkı siyahi bir Amerikalının tenini ve ruhunu beyazlaştırma çabası gibi) beyaz Türklüğünü kanıtlamaya çalışan esmerler, o dünyaya entegre olmaya çalışan insanlar çıkmaktadır. Az önce ödenecek ilk bedel olarak sözünü ettiğim şey, bundan vazgeçmektir. Zaten diğer bedel ödeme meselesiyle ilgili, sözünü ettiğim mekanizmalar var: Ulusal ve uluslararası mahkemeler. Ancak insanların korktuğu şey bu ilk bedeldir. Normalleşmeyi de bunun için önemsiyorum. Türkiye’de birçok şey için “demokratikleşme olursa çözülür” deniliyor ya, bu çok basitleştirici bir düşünce, ama gerçekten doğru: normal, demokratik bir ülkede, hukuk devletinde zaten o mekanizmalar işler. Yeni yöntemler ve kurumlar keşfetmenize gerek yok. Siz Beyoğlu’nda bir Rum ailesinin el konulmuş binasında oturuyor olabilirsiniz. Gidip paranızla satın almışsınızdır. Ama sizden on yıl önce Müslüman bir emlakçı, devlet görevlilerinin de işbirliği veya yardımıyla bu binayı yaşlı bir Rum kadından ayak oyunuyla almış ve siz orada oturuyor olabilir ve bunu yeni öğreniyor olabilirisiniz. Bu tarz durumlarda, yüzleşmenin, hesaplaşmanın ayrıca konuşulması gerekir ve bunun farklı farklı boyutları vardır, ancak mülkiyet konusundaki adalet ve hukuksal hesap sorulabilirlik de işin ayrı bir boyutu olarak ortada durmaktadır. Bunları ayrı ayrı konuşmak gerekiyor. Örneğin Adıyaman’da Ermeni bir toprak sahibinin el konulmuş toprağını yetmiş yıl sonra siz birilerinden almışsınızdır ve siz işliyorsunuzdur. Bu toprağın mülkiyeti ve eski hak sahiplerinin mülkiyet hakları meselesi zaten hukukta karşılığı olan şeylerdir. O gün geldiğinde bunlar hemen “çık oradan!” denilecek durumlar da değildir. Siz yıllar sonra bedelini ödemiş satın almışsınızdır. Diğer taraftan, (arka planı bilerek veya bilmeyerek) bedelini ödeyerek satın aldınız diye sorumluluğunuz da bitmez. Bu el koyma sırasındaki katliam, çocuklara el koyma ve zorla yerinden etme gibi suçların karşılıkları da hukukta vardır. Ancak hukukun işlemesi, adil ve güvenilir yargının olması için ilk şart normalleşme ve demokratikleşme ve bunun için ödenecek ilk bedel de kibirden vazgeçmektir. Sadece geçmişle hesaplaşma için değil, bugün ve yarın bir arada mutlu yaşamak için de bu elzemdir.
 
Tazminat ve adalet gibi bazı şeyler ancak o aşamada hakkıyla konuşulur. Bugün geçmişle yüzleşirken, geçmişi yeni bir göz ve gönülle konuşurken de asıl meseleyi o zaman konuşacağımız bilinciyle konuşalım.
 
Önce idrak yani?
Evet, ama samimi ve çok boyutlu bir idrakten bahsediyoruz. Tolstoy, Dostoyevski romanındaki gibi çok boyutlu ve gerçek karakterlerden ve diyalektik rol dağılımından bahsediyoruz. Yoksa üçüncü sınıf romanlarda olduğu gibi başından sonuna kadar iyinin - kötünün, şereflinin-şerefsizin, suçlunun-suçsuzun vs. belli olduğu bir dünya, bir tablo çıkartamazsınız ortaya. Tarihçinin görevi bu olmamalıdır. Yargı dediğiniz şey bunu yapabilir. Bu konularda nihai kararlar, hükümler verebilir. Sizi katil, katliamcı, soykırımcı, mala el koyan olarak yargılar ve bu hükme vararak cezanızı verir. O ayrı bir alan. Bizim derdimiz, gelecek olmalıdır.
Sözün sonunu da buraya bağlayacak olursak, ısrarlı insan merkezli ve insan hakları merkezli anlayışıyla Tarih Vakfı bence normalleşme sürecinin önemli aktörlerinden biri olmuştur. Bunlar bazılarına çok genel ve naif değerler gibi görünebilir, ama bu konuda Tarih vakfı kendisini ısrarla diğerlerinden ayırıyor. İnsan, insan hakları ve gerçek demokrasi merkezli tarihyazımı, bu yönde faaliyette bulunma ısrarıyla kendisini ayırabiliyor. O zaman ‘bir dakika, bizim görevimiz iyiyi, kötüyü ayırmak değildir”i görebiliyorsunuz. Çünkü bunlar bir kerede karar verilebilir şeyler de değildir. Tarih Vakfı’nın görevi, bunların konuşulabildiği, kararın verilmesi için gerekli çalışmaların daha iyi yapılabildiği zemine ve ortama katkı sunmak olabilir. Nitekim bu konuda en önemli araçlardan birisi, ‘Ders Kitaplarında İnsan Hakları’ projesidir ki bence Tarih Vakfı’nın en önemli çalışmalarından birisidir ve şimdi üçüncü ayağı gerçekleştirilmektedir. Elbette bunun bir adım ötesi alternatif tarih kitapları üretmektir ki bu yönde de Tarih Vakfı’nın girişimleri oldu, bundan sonra da olacak. (Ancak Tarih Vakfı’nın en önemli katkısı, aslında bunları önceleyen bir ihtiyaç olarak dünyada tarihyazımındaki teorik, metodolojik ve analitik arayışları Türkiye’ye sokmasıdır ki Türkiye’yi tarihle yüzleşme ve  kolektif hafıza konusunda çalışmak isteyenler için çok değerli olan ‘sözlü tarih’ ile tanıştıran Tarih Vakfı olmuştur.)
 
Yukarıda yüzleşmeden, Kürt sorunundan, ötekileştirmeden, açılımlardan, vs. söz ettik ya... Türkiye’de bir yandan bunlar konuşulurken aynı anda alttan alta okullarda çocuklar Roman, Ermeni, Rum, Kürt, kadın, vd birçok grup insanla ilgili öyle algılarla dolduruluyorlar ki, her şey bir anda anlamsızlaşabiliyor. Eğer bir insan bunları dert etmeden yukarıda az önce saydığım meseleleri tartışıyorsa veya açılım diye bir şey önümüze koyuyorsa bunlar sonuna kadar desteklense bile birbirine paralel bu evrenlerden haberdar olmamız ve doğal olarak bazı insanların samimiyetini de sorgulamamız lazım. Yine yasalar bir akademisyen olarak beni Türkiye tarihinin önemli bir figürü hakkında açıkça konuşma konusunda sınırlıyor, bana bunu yasaklıyorsa, genelde düşüncelerimi söylememi, yazmamı yasaklıyorsa bu yüzleşme ortamının samimiyetini sorgulamamız lazım. Sonuçta devlet, ‘ben şimdilik tahammül ederim, sen konuş’ diyor. Bunu kabul etmek onursuzluktur. Nitekim devlet buna tahammül etmese de söyleyenler vardı ve bundan sonra da olacaktır. Sorun meselenin tahammül meselesi olmaktan çıkması, düşünce özgürlüğünün yasal güvence altına alınması sorunudur.
 
Ermeni soykırımı özelinde bir şey sormak istiyorum. Soykırım başlangıç tarihinin 24 Nisan olma nedeni öncelikle İstanbul’daki Ermeni aydınlarının, cemaatin önde gelen isimlerinin teker teker evlerinden toplanıp Anadolu’daki çeşitli yerlere sürülmesi. Bu kişiler ya yollarda öldüler ya da öldürüldüler. Aslında bir halkın sözünü, dilini, kendini ifade etme araçlarını yok ederek o halkın sonraki aşamadaki dilsiz yok edilişinin alt yapısını hazırlıyor. Burada devletin bilinçli tercihinin sebebi sizce tam olarak ne? Soykırımla bu kadar geç yüzleşmiş olmamızın bu başlangıçla bağı var mı?
Kızacaksınız belki ama öncelikle sorduğunuzdan bağımsız olarak bir şey söylemek isterim: bence onlar ‘Osmanlı Ermeni aydınları’ idi. Genellikle onların Osmanlı aydını olduğunu ve bunun önemini unutarak konuşuyoruz. Dönemin ‘Ermeni basını’nın, ‘Kürt basını’nın ‘Osmanlı Ermeni basını’, ‘Osmanlı Kürt basını’ şeklinde anılması gerektiğine inandığım gibi, bu aydınların da Osmanlılığının unutulmaması gerektiğine inanıyorum. Bunu, bir şeyi daha iyi anlamamız için söylüyorum: Osmanlı, kendi aydınlarını ölüme yollamıştır! Bu, bugün Yaşar Kemal’i yollamak gibidir. Biz yıllar sonra ona Kürt aydını diyebiliriz, ama Yaşar Kemal Türkiye’nin aydınıdır. Tıpkı Mehmet Uzun ve Hrant Dink gibi. 24 Nisan’da sürgüne ve aynı anlama gelmek üzere ölüme gönderilen insanlar, dönemin Osmanlı entelejansiyasının, Osmanlı siyasi ve düşün tarihinin önemli aktörleriydi. Dolayısıyla da ‘aydınlardan başlandı’ derken, ‘Osmanlı Ermeni aydınlarından’ başlandığı anlaşılmalı. Ermeni olmayan Osmanlı aydınının bunlar arasında olmaması, asıl olarak yaşananların Ermeni soykırımıyla ilgili olmasıyla ilgilidir elbette, ama bu, soykırıma direnecek gayri-Ermeni Osmanlı aydınlarının pek bulunmamasıyla da ilgilidir.
 
Sorunuza gelince: Bu konunun uzmanı değilim, ama tarihte diğer örneklerden yola çıkarak, sürece direnebilecek, Ermenilere kamuoyunda sahip çıkabilecek, soykırımı dünyaya mal edecek aydınların birinci dereceden düşünülmüş olması mümkündür. Sonuçta yapılan şey önceden planlanmıştır. O planın hayata geçirilmesine karşı özellikle medyada bir direniş kaygısı söz konusu olabilir. Olası direniş odaklarının önderlerinin aydınlar olması, ya da iki, üç yazıyla veya aktivizmle kamuoyunu harekete geçirebilecek olanların aydınlar olması bunda belirleyici olmuş olmalıdır. Ayrıca yaşanacakları o sırada Osmanlı ve dünya kamuoyuna duyurabilecek konumları ve rolleri var. Hatta bu, daha önemliymiş gibi geliyor. Ancak bundan öte, bizzat bu aydınlar da söz konusu planın kurbanları arasındadır! Çünkü onlar zaten birer Ermeni, potansiyel hain! 1915 üzerine çalışmış birisi değilim, ama dönemin Kürt, Türk, Arnavut ulusçuluğu üzerine çalıştım. Dönemin Ermeni aydınlarıyla ilgili iddialı şeyler söyleyemem, ama dönemin hakim Müslüman Osmanlı aydınlarıyla ilgili şunu söyleyebilirim. 1915 bir Türk aydını planı değildir. Bir Türk-İslam planıdır ki bana sorarsanız aslında daha çok bir İslam-Türk planıdır.
 
Türk aydınları mı?
Onu söylemek için henüz erken. İttihat ve Terakki’nin o damarı o sıralarda güçlenmiş, ama henüz hakim değil.
 
Türkler ve Kürtler, Anadolu’daki Müslüman unsurlar mı?
Bence o da yanlış bir algı. Aktörleri doğru biliyoruz ama yanlış isimlendiriyoruz: Failler, yaptıklarını Türk ya da Kürt olarak yapmadılar.
 
 
Müslüman olarak yaptılar!
Aynen öyle.
 
Ahmet Türk’ün “aslında biz kullanıldık”la başlayan özrü bana ister istemez “böyle dileyecekseniz, özür dilemeyin” dedirtmişti. Çünkü soykırım yapılırken bu kimlik algısı pek muhtemel yoktu. Mesela Akil İnsanlar Güneydoğu heyeti Kürt bir asker annesini ziyaret etmiş. Yılmaz Ensaroğlu, ziyaret sonrası annenin “Biz eskiden gavura karşı birlikte savaşırdık. Kardeş kardeşi ne zaman vurmaya başladı?” dediğini aktarıyor ve gazeteler de bunu böyle yazıyorlar.
Tam da bunu demek istiyordum. Soykırım tabusunun en yaygın tabu olmasının arkasında tam da itiraf edilen bu suç ortaklığı vardır... Tekrarlamak da yarar var: Atatürk ‘resmen’ en güçlü tabudur, ama yasalarla korunduğu için en güçlüdür, en aygın olduğu için değil! Toplumda bu tabuya dokunduğunuz zaman bugün bir linç kampanyasına katılacak insan az bulunur. Atatürk tabusu, müesses nizamın özel bir kanunla koruma altına alması nedeniyle güçlü bir tabudur. (Diğer yandan bu tabunun ve bunu kullanan müesses nizamın Atatürk’ün kendisiyle ve hatta onun düşünceleriyle ilgisi ikincildir; asıl önemli olan, iktidarın tahkimi ve yeniden üretilmesi için Atatürk’ün uygun bir sembol/araç haline getirilmiş olmasıdır... Atatürkçülük ile Atatürk arasındaki ilişki de ayrıca ele alınmalıdır, ama benim tartıştığım, bugün gücünü koruyan Atatürk tabusudur. Yoksa Atatürkçülük bugün her yandan bombardıman altındadır ve hükümetin desteğiyle İslam-Türkçüler her gün daha pervasız bir dille, ama tabuya asla dokunmadan, daha çok İnönü ve CHP’ye saldırı/eleştiri üzerinden ‘Atatürkçülük’e önemli darbeler indirmektedirler. Atatürkçülük’ü tamamen mağlup etme hayallerine gün geçtikçe daha çok yaklaşmakta ve bugün buna karşı direnmek de kendisine ‘solcu’ diyen çevrelere düşmektedir!)
 
Ancak dediğim gibi soykırım, en yaygın olan, sorumluluğunu en çok paylaştığımız tabudur. En derindeki tabudur. O zamanki hakim algıya göre, Müslüman ( merkezi ve lokal ) muktedirlerin, gayri-Müslim halka reva gördüğü bir şeydir. Bu nedenle Türk, Kürt adlandırmaları doğru değildir ve kısmen anakroniktir. Bu, Yavuz Sultan Selim’e ve devletine ‘Türk’ demeye, yol açtığı Alevi katliamını Türklerin yaptığı gibi tuhaf iddiaya benzer! Yavuz Sultan Selim, Sünniliği kendi iktidarı için seçmiş bir Osmanlı Padişahı olarak Alevi katliamı yapmıştır, Türk olarak değil! Günümüzün hakim etno-sentrist paradigmasının kavramlarını geriye dönüşlü kullanarak, onu ve devletini ‘Türk’ olarak adlandıramayız. Yine Aşiret Alaylarına katılan insanlar da sonuçta bu Ermeni karşıtı birliklere ‘Kürt’ olarak katılmadılar. Hizmet ettikleri veya işbirliğine gittikleri Osmanlı’yla paylaştıkları şey Müslümanlıktı (ve belki bu bağlamda belli oranda Osmanlılıktı). Daha da önemlisi, onları harekete geçiren şey, sizin sorunuzdaki annenin söylediği gibi, Gayrimüslim düşmanlığıydı...
 
Önemli başka bir nokta ise şu anda bizim çok fazla kimlik paradigmasının mahkumu olmamızdır. Bence 20 yıl sonra bu tartışmalar böyle yapılmayacak. Tarihyazımında, beşeri bilimlerde ve genelde modern düşün tarihinde kimlik-kültür-dil ile ekonomi-sınıf-toplum arasında salınan bir sarkacın bir ucuna savrulduğumuz bir zamanda konuşuyoruz şimdi bunları. Örneğin bugün en çok konuşulan Dersim 37 – 38’i ısrarla kimlik, kültür politikaları üzerinden, onların kavramlarıyla konuşuyoruz. Halbuki işin sınıfsal boyutu o kadar önemli ki… Ancak asıl risk, ileride yeniden sarkacın diğer ucunda savrularak, kültür ve kimliği tamamen ihmal veya inkar etme riskidir. Bugün de yarın da asıl yapılmaması gereken, bu iki düzlemi (ve ortaya çıkacak diğer düzlemleri) aynı derecede önemseyerek ve dikkate alarak tarih yazmaktır...
 
Ancak bugünün hakim kültür-kimlik paradigması içinden konuşulduğunda da hiç olmazsa bağlamdan bağımsız konuşmamak ve anakronizm tehlikesinden kaçınmak için, dönemin faillerinin ‘biz’inin aslen Müslümanlık üzerine kurulu olduğunu görmek gerekiyor.
 
Az önce bahsettiğimiz ‘bedel ödemek’ten kastım aslında biraz buydu. O günün koşullarına dönüp bakacak olduğumuzda Müslümanların işbirliği ve malların el değiştirmesi söz konusu.
Orada şuna bakmak lazım: Kim yapmış? Siz bir Müslüman iseniz, bugün bunu ilan ederek ortalıkta dolaşıyorsanız, genel veya soyut düzeyde zaten bir sorumluluğunuz var. Bunu söylüyorsanız, zaten 1915’in sorumluluğunu devraldınız demektir. Bir de, olabilir ki, Van’da ya da Antep’te bir ailenin çocuğusunuz. Öğreniyorsunuz ki aslında sizin aileniz Ermenileri korumuş. Bu da sorumluluk hikayesinin önemli parçasıdır. Ancak ‘Biz Müslümanlar bunu yaptık’ diyene kadar bu sorumluğunuzu yine de yerine getirmiş olmazsınız bence. Yani ‘biz’ dediğiniz anda öncelikle bir bütün olarak bu sorumluluğu sahipleniyorsunuz. Elbette geriye dönüp baktığınız zaman bizzat siz veya aileniz bir şekilde bu sürecin belki mağduru bile olabilirsiniz. Belki tam da Ermenileri koruduğu için toprağınız elinizden alınmış, belki aileniz kovulmuş olabilir. Bunlara rağmen, bugün Müslümanım diyerek ortalıkta dolaşıyorsanız bu sorumluluğa sahip çıkmanız gerekir... 
 
Ayrıca şahit olma sorumluluğu yok mu?
O da ayrı bir mesele; ‘şahitlik’ veya ‘seyircilik’ ayrıca ele alınması gereken bir rol. Hassas bir mesele bu. Ancak bundan önce, farklı bir düzlemde bir şey hatırlatmalıyım. Tarihçilerin bu topluma verebileceği çok güzel şeyler var. Tarihçilerin bütün bu siyasi, iktisadi, kültürel konularla ilgili aktüel tartışmaların dışında da (elbette onu da kapsayacak biçimde) daha geniş tartışma yapabilmelerine uygun ortam lazım. Geçmişi araştırıp yazarken veya konuşurken güncelin esiri olmaması için uygun ortam lazım. Geçmişteki travmatik olaylarda kimin hangi rolü oynadığı meselesini, güncelin esiri olmadan tartışabilmek çok önemli. Bu hassas bir konu. Bununla uğraşırken, farkında olmadan çok kötü şeylere istemeden gerekçeler yaratıyor olabilirsiniz. Bizim işimiz doğal olarak geriye dönüp bakmak. ‘Bir dakika. Burada falanca aşiret farklı davranmış, hatta zaman içinde tavırları değişmiş. İlk üç ay böyle davranırken, daha sonra böyle davranmış. Hatta aile içerisinde farklılıklar olmuş ...’ gibi somut detaylarla ilgilenmek.  Bunu mikro düzeyde çalışmak ve açıkça görülmesini sağlamak. Ancak birilerine argüman üretmemek için ısrarla en genel tespiti en başta söylemek ve her fırsatta tekrarlamak  gerekiyor: ‘Burada yukarıdan aşağıya uygulanmış, ilk bakıldığında hemen görünen bir  soykırım vardır ve aktörleri şunlardır.’ Ancak tarihçilik bu tespitle bitmez. Bütün mesele bunu görmekte. Tarihçinin görevi bunu tespit edip geri çekilmek değildir. Tarihçinin ayırt edici işi bundan sonra başlar. Bu tespitin ardından olayın detaylarına bakarak tüm karmaşıklığı ve dinamikliği ile süreci anlamaya çalışır. Bizzat dönemin kaynaklarına dayanarak en somut ve mikro detaya inmeye çalışır, ama tüm karmaşıklığı, değişkenliği ve muğlaklığı ile görmeye, göstermeye ve derslerinde öğretmeye çalışır... Bu, tarihçiliği zevkli kılan şeydir aynı zamanda! Siyasetçi, gazeteci vs soykırım olduğunu görür ve söyler belki, ama tarihçinin yaptığını yapamaz. Buna vakti de yoktur. Ancak bizim işimiz bu; geçimimizi tam da bunu yaparak sağlıyoruz. Dönüp ofisimizde, arşivimizde asıl bu tespitten sonrasını deşmemiz gerekiyor. Bir şeyi tekrar vurgulamak gerek: Bu ayrıntılara inme ve rollerin değişkenliğini ve karmaşıklığını sergileme aracılığıyla, işlenen büyük bir suçun sulandırılmasına asla izin vermemek gerekir! Bu genelde yapılmaya çalışılan bir şeydir. Ancak ’normalleşme’ bu riskin ortadan kalkmasını, en azından azalmasını sağlar.
 
1915’te herkes belli oranda pay sahibi olduğu için bunu bütün gerçekliğiyle, detaylarıyla konuşmak insanların işine gelmiyor. Hem olası şahsi, ailevi veya cemaatsel sorumluğu nedeniyle, hem de (en yaygın şekilde) ‘çoğunluk’ olarak sergilediği kibirden vazgeçemiyor... Biraz önce konuştuğumuz ‘bedel ödemek’le kastedilen de zaten bu. Bu bağlamda asıl mesele ‘eşit görülme korkusu’dur! Azınlıkla, tali olanla, tabi olanla eşit görülme ve hatta eşit olma korkusu! Asıl ‘bedel’ budur! Diğer yandan, bu memlekette geçmişle yüzleşmenin, barış dilini yerleştirmenin en önemli koşulu da budur!
 
Bu uzun meseledir. Daha Osmanlı’nın ilk kuşak sivil muhalefeti Genç Osmanlılar’ın (Türkiye ulus-devletinin gurur duyduğu Namık Kemal, Ziya Bey, vd.) ortaya çıkışı da (diğer faktörlerin yanı sıra) bu eşitlik tehlikesine tepkiyle ilgilidir! Tarihyazımında bu insanların muhalefetinin merkezine genelde anayasacılığı ve parlamentoculuğu oturtuyoruz. Oysa bunların 1860’larda ortaya çıkış nedeni, en az bu amaçlar kadar, 1856 Islahat Fermanı’nın Gayrimüslimlere yönelik değişiklik önerileri sonucu ortaya çıkan eşitlikçi dile ve uygulamalara tepkidir. Osmanlı ve daha sonra Türkiye Müslümanlarının durumunu, bu gerçeği unutmadan konuşmak lazım. Düşünebiliyor musunuz, Osmanlı’da ilk sivil modern muhalefet, bir üstünlüğün törpülenmesi (ki ortadan kaldırılmasından bile bahsetmiyoruz) yönündeki bir girişime karşı tepki olarak ortaya çıkıyor! Üstelik bu tepki o günden sonra sürekli devam etmiş. Buna 20. yüz yılda üstün kimlik olarak Türklük eklenmiş. Bugün kendisini devletin Türklüğü ve İslam’ı içerisinde gören insanların asla vazgeçmek istemediği şey budur işte: Müslümanların ve Türklerin bu memleketin gerçek sahibi ve bu nedenle daha üstün oldukları algısı değişmiyor.
 
Anlatması uzun sürecek olan ‘Osmanlı Barışı’ veya ‘Osmanlı Huzuru’nun (Pax-Ottomana)  aslında Apartheit veya kast benzeri bir sistem olduğu unutuluyor. Herkesin haddini bilmesine dayalı bir istikrar ve huzur ortamı sunan bu sistemin ortadan kaldırılmasına yönelik adımlara tepki ise sonradan bizlere eşitlik ve adalet mücadelesi olarak anlatılıyor... Tıpkı bugün olduğu gibi: Etnik veya dinsel azınlık hakları söz konusu olduğunda bugünkü İslam-Türkçü hükümetin (ve hatta Türkiyeliliği savunan bazı Sünni Türklerin) yüreğinin ve aklının derinlerindeki bu kibir, en azından etnik ve dinsel haklar bağlamında gerçekten eşitlikçi ve özgürlükçü bir demokrasinin önündeki en büyük engel olarak duruyor. Muhalefetteki iki büyük parti ise zaten kendisini açıktan bu kibir üzerine inşa ediyor ve üstünlüğün kaybına ve hatta törpülenmesine karşı savaşmaya hazır duruyor!
 
Kısaca, bir süredir erkek Sünni laik Müslüman Türkler (Türk-İslamcılar) ile erkek Sünni ‘muhafazakar’ Türk Müslümanlar (İslam-Türkçüler) arasında yaşanan iktidar mücadelesine sahne olan Türkiye’de, tarihle hesaplaşma durumunda her iki grubun (‘çoğunluk’un) ödemekten en derinden korktuğu şey ‘eşitlik’tir ... Ve bu insanların en son ödemek istedikleri bedel, asla vazgeçmek istemedikleri ‘üstünlük’leridir... Erkekler kadınlara karşı, laik Müslümanlar geleneksel (pre-modern/taşralı/köylü) Müslümanlara karşı, Türkler (Kürtler başta olmak üzere) gayri-Türklere karşı, Sünniler Alevilere karşı ve tüm Müslümanlar da gayri-Müslimlere karşı üstünlüklerinden vazgeçmek istemiyorlar, ama diğer yandan herkes tarihle hesaplaşmaktan söz ediyor ve demokrasi istediğini iddia ediyor!
 
Bu arada, tüm bu kimlik tartışmaları arasında, her yönüyle ülkeyi ve özellikle kentleri hallaç pamuğu gibi atan, ‘muhafazakar’ olduğu iddia edilen hiper-devrimci (!) bir hükümetin önderliğinde uygulanan neo-liberal politikalar, sermayenin emek karşısındaki üstünlüğünü ve pazarın ‘insaniyet’ karşısındaki üstünlüğünü tartıştırtmıyor bile...

Kategoriler

Şapgir