Sanatçının 'ahlakı' eseri değersizleştirir mi?

“Tecavüz, taciz veya çocuk istismarıyla suçlanan erkek sanatçının ürettiği eserler, bu vakalardan bağımsız düşünülebilir mi?” sorusunu akademisyen, hukukçu, yazar, editör ve aktivist sekiz isme sorduk.

Hazal Halavut, şapgir için geçen hafta özel olarak Woody Allen’ın çocuk istismarı, genel olarak erkek sanatçıların taciz/tecavüz/çocuk istismarı meselesine dair kalem aldığı yazının ardından, şapgir olarak önemli bulduğumuz bir tartışmanın kapısını aralamak istedik. Bu sebeple Halavut’un yazısında bizlere yönelttiği çarpıcı sorulardan birkaçını, bu konu üzerine kafa yoran isimlere yönelttik. Erkek egemen zihniyetin mutlak hâkimiyeti altında olan ve buradan doğan ikiyüzlü bir ahlak söylemine sahip bir ülkede, bu tartışmanın ve soruların kafa karıştırıcı veya en azından rahatsız etmesi umuduyla, bu platformun tartışmaya katkı sunmak isteyenlere açık olduğunu da ekleyelim.  

1- Tecavüz, taciz veya çocuk istismarıyla suçlanan erkek sanatçının ürettiği eserler, bu vakalardan bağımsız düşünülebilir mi?

2- Bunun hakkında ilkesel bir karar almak zorunda mıyız?

3- Neden bir taciz/tecavüz/istismar haberiyle birlikte, olay doğrudan iki taraftan hangisinin haklı olabileceğine odaklanan bir tartışmaya indirgeniyor?

“Taraflardan hangisi haklı sorusu bile, tacizciden yana olmaktır”

Aksu Bora (Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi)

1- Bu türden sorularla karşılaştığımda neden donakaldığımı düşündüm- mağdurdan yana mısın, zalimden mi diye mi soruyorsunuz, adamın zalim olup olmadığını mı, neye taraf olmam gerekiyor... Woody Allen örneğinde konuşmak biraz daha kolay benim için, filmlerini hiç sevmem, taciz hikâyesini duymadan önce de sevmezdim. Adamın o vıdı vıdıcılığı, kabızlığı... Annie Hall’u bile sevmemiştim; o kadar yani. Ama bir sanat yapıtını onu üretenden ayrı bir şey gibi düşünebilir miyiz, ürünü sevmekle üreticisini sevmek o kadar çakışan şeyler midir... Sanmıyorum. Birincisi, bir sanat eseriyle ilişkimizi böyle ahlaki bir düzlemde kurabileceğimizden emin değilim. Katilin yaptığı resme bakıp hayran olduğumda cinayeti onaylamış mı oluyorum yani? Yahut birini öldürdüyse zaten o harika resmi yapamayacağını mı varsaymalıyım? (Picasso bildiğim kadarıyla katil değildi ama hayatındaki kadınların canına okumuş biriydi) Yoksa mesela cinayetin haklı sebepleri olup olmadığını araştırmaya girişmem mi lazım karar verebilmek için? İkincisi benim hayatımda, yaptığı şeylerden bazılarını hiç sevmediğim halde sevmeye devam ettiğim insanlar var; sanat eserini yapıp ettiğimiz diğer şeylerden daha “şahsi” kılan ne var, bilmiyorum. Sanat eseriyle ilişkimiz elbette şahsi bir ilişkidir ama sanatçının şahsından çok bizim şahsımızla ilgilidir bu, her ne kadar bazen bazı sanatçılarla ilişkimizi başka türlü tahayyül etmeyi sevsek de.

2- Hakkında ilkesel kararlar almamız gereken pek az şey olduğuna inanıyorum. Hayatımızdaki ilkesel kararların sayısı arttıkça dünyamızın kuraklaştığını, bizim de çekilmez tiplere dönüştüğümüzü düşünüyorum. Hayır. Hakkında ilkesel karar alınabilir bir konu değil bu.

3- Hazal Halavut’un yazısında beni en çok düşündüren soru buydu: Kendimizi mahkeme heyetine dâhil etmeyi neden bu kadar seviyoruz, buna neden o kadar teşneyiz? Bu somut durumda, Dylan Farrow’un o soruyu suratımıza çarpmasının çok haklı olduğunu düşündüm. O bizi mahkeme heyeti olmaya değil, sesini duymaya çağırıyor. Bu bitmemiş hikayeyi bitirmek istiyor. Artık taşımak istemiyor. Hikayenin patladığı dönemi çok iyi hatırlıyorum, o zaman küçük bir kızdı ve biz Mia Farrow’un sesini duymuş ama onunkini duymamıştık. Woody Allen’ın etrafında nasıl hızlı bir koruma kalkanının oluşturulduğunu gördük, bunun Mia Farrow ve çocukları için nasıl can yakıcı olabileceğini tahmin ettik. Bugün hala “kız meşhur olmak istiyor kardo” tarzı tepkiler var (Stephen King’i yazdığı feciydi mesela, feci).

Bence çocuk tacizinde iki taraf yoktur. Tamamen eşitsiz bir ilişkidir çünkü. Dolayısıyla, taraflardan hangisinin haklı olduğu gibi bir soru sormak bile, tacizciden yana olmaktır. Woody Allen’ın bir tacizci olup olmadığı sorusuyla onun filmlerini seyretmeye devam edip etmeyeceğimiz sorusunu birarada düşünmek istemem. Sanat yapıtıyla ilişkimi ahlaki bir ilişki olarak kurma eğiliminde olmadığım gibi, tacizcinin sanatçı olup olmamasının tacizi mazur görüp görmememizle bir ilişkisinin de olmadığını düşünüyorum. Woody Allen’ın hangi filmini sevdiğimiz sorusu, Dylan Farrow’un görmezden geldiğimiz bir “film” daha olduğunu bize hatırlatmak için yükselttiği bir haykırış gibi geldi bana. Duymamız için. Hatırlamamız için.

“Filmleri, çocuk tacizinden ayırarak seyredebileceğimi sanmıyorum”

Zeynep Direk (Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi)

1- Freud, Oedipus kuramını çocuk cinselliğinin fallik safhasının önemli bir aşaması olarak görür. Kız çocuk önce annesine sonra da cinsel nesnesini değiştirerek babasına âşık olur. Ancak çocuğun ebeveynine duyduğu aşkı ebeveynin cinsel doyum için kullanması travmatik sonuçlara yol acar; bu insani insan yapan en temel yasağa ensest yasağına aykırıdır ve bu yasağı delmenin yarattığı suçluluk duygusu kolay kolay aşılamaz. Cinsellik birbirine rıza verebilen yetişkinler arasında yaşanması gereken bir ilişkidir. Endogamik fantezi, babanın tüm kadınlara ve çocuklara cinsel olarak sahip olduğu bir arkaizmden ibarettir. Uygarlık bunun aşılmasıdır.

2- Woody Allen’ın ataerkil kontrat öncesi herkesi cinsel olarak kullanan en güçlü tek erkek fantezisine nasıl teslim olduğunu görüyoruz. Megaloman ve sömürgeci bu erkeklik, üflesen uçacak gibi görünen bu fiziken ve ruhen güçsüz erkek tipinin zayıflığının bir izdüşümüdür. Filmler de hep bu eril güçsüzlüğü anlatırlar aslında, onun konuşması, konuşan özne haline gelmesi, kendisini sorgulaması bizi güldürür ve sevimlidir. Ama bu filmlerden edindiği güç ve saygınlık madalyonun diğer tarafındaki tüm güçlü erkeklik fantezisini desteklemiş sadece. Onu ilkel erkekliğe geriletmiş. Yanıtım hayır, filmleri bu çocuk tacizinden ayırarak seyredebileceğimi sanmıyorum.

3- Haklılık tartışmasına girmeye gerek görmüyorum. Kimin haklı olduğu çok açık bence. Entelektüel, sanatçı ve filozoflar da bu tüm güçlü megaloman cinsel olarak sömürgeci erkeklik fantezilerine teslim olabilirler. Onların eserlerine bakmak gerek, buna yol açan ve meşrulaştıran mekanizmaları daha iyi tanımak için.

“Sanatınız erkekliğinizi aklamak içinse sanatınız batsın!”

Levent Pişkin (Avukat/Aktivist)

1- Bağımsız düşünülüp düşünülmeyeceği daha ciddi ve ayrıntılı bir değerlendirmenin ve yetkin olmadığım bir alanın konusu. Ve fakat konuyla ilgili olarak bu tür meselelerde sanatçının eseri “erki” ve “erkeği” kurtarmak üzerinden mevzubahis oluyor ve şekilleniyor. Tartışma bağlamından kişinin “erkek” olduğu cihetinden yürütülmüyor, mesele taciz/tecavüz/istismar failinin “sanatçı” kimliği üzerinden zeminsizleştiriliyor. Bu patriarkanın selameti için manipülatif bir “algı yönetimi”. Hülasa, konuşmamız gereken sanatçının eserlerinin kişiliğinden veya suçundan bağımsız olup olmaması değil, bu eserlerin böyle bir tartışmanın konusunun neden yapılamayacağıdır.

2- Bir önceki soruya verdiğim cevap bahsinde düşünürsek, ilkesel karar almak zorundayız: Sanatınız erkekliğinizi aklamak içinse sanatınız batsın!

3- Bu heteropatriarkal sistemin olmazsa olmazıdır. Sistem bu “ikililikler” üstünden yürür, her konuda ve her şekilde. Burada hegemonik bir dayanışma meselesidir söz konusu olan. Erkeğin aklanıp erkin korunması… Zira erk zarar gördüğü anda, erkin ortakları/failleri bundan doğrudan olumsuz manada etkilenecektir. Dolayısıyla buradaki “dayanışma” güdüsü, bildiğimiz anlamda değil, bencilce bir kendini koruma güdüsüyle gerçekleşiyor. Yine burada konuşulması gereken, bu “taciz/tecavüz/istismar aklama müdürleri”nin dayanışması üstünde konuşmak değil, kendi dayanışma mekanizmalarımızı oluşturup o mekanizmaları güçlendirmek olacaktır.

“Haklılık tartışması, erkeğin eylemini meşrulaştırma açısından tehlikeli”

Alparslan Nas (Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Araştırma Görevlisi)

1- Elbette ki düşünülemez. Çünkü bir yazar, sinemacı, sanatçı olmak demek, o bireyin kamusal olarak bilinir kılınan tüm nitelikleriyle birlikte düşünülmesi demektir. Bu bilgilerin toplamı, izleyici veya okuyucuların sanat eserlerine yaklaşımını ve algılayışlarını mutlak suretle etkiler. Sanatçının eylemleri ve eserleri, her bireyin kendi algısında inşa etmiş olduğu ahlak-etik anlamları çerçevesinde değerlendirilir. Woody Allen örneğinden hareketle yönetmenin filmlerinin, taciz veya çocuk istismarı noktasında belirli yan anlamlar barındırdığı gibi bir gözlemde de bulunulabilir. Öyle ki, Allen’ın filmlerinin önemli bir kısmında, güzel kadınları peşinden koşturan yakışıklı olmayan, ancak sevimli karakteri canlandırması, onun cinsel hayatında yaşamakta olduğu tatminsizlikler veya gerilimlerin bir tezahürü olarak yorumlanabilir.

2- Tecavüz, taciz veya çocuk istismarıyla suçlanan erkek sanatçılara yönelik ilkesel bir karar alınıp alınmaması gerektiği konusu etik-ahlak gibi kavramlar üzerine derinlikli felsefi tartışmaları beraberinde getiriyor ve bu açıdan yanıtı oldukça zor bir konu. Bireysel olarak elbette ki bir kişi, bu tür davranışlar sergileyen bir sanatçıyı boykot edebilir. Ancak bu boykot veya protesto halinin, bütüncül bir program veya ilkeler seti dâhilinde kitlelere sunulması ve özellikle sanatçının eserlerine karşı kolektif bir tavrın geliştirilmesi, özgürlükçü bir açıdan bakıldığında bana sorunlu geliyor. Sanat eseri, sanatçı tarafından üretildiği ve kitlelere sunulduğu andan itibaren yalnızca onun olmaktan çıkar. Eseri izleyen veya okuyan her birey, o esere kendi anlam evreniyle yaklaşarak onu yeniden üretir. Dolayısıyla sanatçının kişiliği ve özel yaşamında etik açıdan olumsuz olarak nitelendirilebilecek yaklaşımları ile eseri arasında doğrudan bir bağlantı kurmak imkânsız hale gelebilir. Sanatçıya karşı ilkesel bir tutumun, sanatçının eserine yönlendirilmesi sansür olgusunu gündeme getirmesi açısından olumsuz sonuçlar doğurabilir.

3- Bahsi geçen olayları konu edinen haberlerin bir “haklılık” tartışmasını gündeme getirmesinin, taciz/tecavüz/istismar eden erkeğin eylemini meşrulaştırmaya gayret eden argümanları öne sürmesi açısından oldukça tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Özellikle ülkemizde, kadınların uğradığı erkek şiddeti, taciz ve tecavüz gibi olayların ana akım medyanın dikkatini çekmesi ve haber olması, aktivist gruplar tarafından yıllardır bir mücadele sürdürülüyor. Ne var ki, bu tür haberler, erkek egemenliğini meşrulaştırma ve görünmez kılma dürtüsüyle çeşitli toplumsal aktörler tarafından değersizleştirilmeye çalışılıyor. Kadınların maruz kaldıkları cinsel şiddet olaylarında - Woody Allen olayı dâhil - haksız taraf, aslında belli ve bunun tartışmasının yapılması dahi şaşırtıcı. Dolayısıyla bu tür tartışmaları yaparken, haklı ve haksız gibi hiyerarşik tanımlardan ziyade, erkek-egemen kültürün mevcut haksızlığa neden olan dinamiklerini ön plana çıkarmak ve şiddetin meşrulaşarak yeniden üretilmemesi için haber ve yorumların dilini kitlelere eleştirel bir üslupla aktarmak gerekiyor.

“Sanatçıların ürettikleri eserleri, bir cezalandırma aracı olarak görmek gerekir”

Mehtap Doğan (Sosyalist Feminist Kolektif Üyesi)

1- Düşünülemez, çünkü cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlarda, suçun işleniş şekli nedeniyle, delil ve tanık göstermek konusunda kadınlar büyük sıkıntılar yaşıyorlar. Kadınlarla ilgili toplumsal yargılar da cabası. Hal böyle olunca birçok cinsel saldırı ve taciz cezasız kalıyor. Özellikle tanınmış isimleri teşhir etmek daha güç ve yıpratıcı oluyor. Bu nedenle taciz, şiddet ya da tecavüz uygulayan sanatçılara tepkimizi göstermenin bir yolu onların eserlerini izlememek, okumamak, dinlememek olabilir. Belki filmlerini izlemeyerek göstereceğiniz tepki Allen'a ulaşmaz bile, ama 'neden izlemiyorsun?' diye soranlara vereceğimiz cevabın bir faydası dokunur belki birilerine… 

Allen bugüne kadar hiçbir suçtan hüküm giymedi, aksine ödüllere boğuldu, televizyonlara çıkarıldı, adından övgüyle bahsedildi. Baba-kız hiyerarşisinin, erkek-kadın eşitsizliğinin yanı sıra, bir tarafta filmleri sayesinde bütün dünyada tanınmış, ödüllere boğulan, medyanın peşinde koştuğu, parası bol, imaj danışmanlarıyla, kriz yöneticileriyle çalışan bir adam, bir yanda da aynı koşullara sahip olmayan bir kadın var. Böyle bir durumda kadının suçu kanıtlaması, kendisine inandırması çok zor.

2- Biz feministler, yaşananın kadınların bedenine, hayatlarına, kimliklerine yönelik bir baskı, denetim mekanizmasını devam ettiren bir erkek edimi olduğundan hareketle kadının mağduriyetini esas alarak ataerkil toplumun yarattığı korkunç sonuçları hafifletmek amacıyla, “kadının beyanı esastır” ilkesini benimsiyoruz. “Bir kadın, bir erkeği taciz ya da tecavüzle suçlarsa kadının suçu değil, erkeğin suçsuzluğunu kanıtlaması gerekir” anlamını taşıyan bu feminist ilkeyi özellikle hukuki süreçlerde gerekli soruşturmanın hassasiyetle yapılması, kadına zarar vermeden bu süreçlerin işletilmesi bakımından önemsiyoruz.

3- Dylan’ın mektubunun yayınlandığı sitelerdeki okur yorumlarında dikkatimi çeken iki şey oldu. İlk yorumu yazanlar genellikle erkeklerdi ve “yalan söylüyor”, “çamur at izi kalsın”, “kaltak” gibi saldırgan cümleler ağırlıktaydı. Düşünsenize Türkiye gibi alakasız bir ülkeden, W.Allen ile kan bağı, arkadaşlığı, dostluğu, hatta alakası bile olmayan adamlar, kadına “kaltak” demekte tereddüt etmiyorlardı. Bu kadar uzak bir ülkede bile, Dylan hakarete maruz kaldı, suçlanan, şüphe edilen her zamanki gibi erkek değil, kadın oldu. Bu bile tanıdık birilerini deşifre etmenin ne tarz sıkıntılar doğurabileceğini görmemizi sağlıyor. Bu tarz durumlarda tacizi ya da tecavüzü meşrulaştıran açıklamaların en büyük kaynağının patriyarkal sistem, karşıt görüşlerin nedeninin de kadınların uyanışı ve feminist mücadele olduğunu düşünüyorum.

“Tecavüzün, tacizin, istismarın limitlerini/olurunu/olmazını, her şeyini erkekler biliyor”

Çiğdem Mater (Yapımcı)

1. Woody Allen’ın taciz ettiği kızı Dylan Farrow çıkıp tacizi anlatmasaydı/anımsatmasaydı, bu soruya bu netlikle cevap verebilir miydim emin değilim ama, hayır, artık düşünülemez. En azından, benim için artık bu sorunun yanıtı net olarak hayır. Benzer bir suç işlemiş olan Roman Polanski filmlerine hep mesafeli durdum mesela ama bunca net değildim. Bu olayla birlikte netleştim sanırım. Bir de, sadece erkek sanatçı değil tabii, kadın ya da erkek, fark etmez. Taciz, tecavüz ve çocuk istismarı, klasik sanat ve insan ayrımının dışında bir yerde duruyor bana göre, yani ‘Jean Genet de hırsızdı ama’ klişesinin kullanılamayacağı bir durum bu. Çok önemli bir mesele daha var. Bu konunun velayet davasında gündeme geldiğini, Mia Farrow’un Dylan örselenmesin diye ikinci bir dava açmadığını bilmiyordum ben örneğin, tıpkı geçen sene Metin Kaçan öldüğünde, G.K. konusu konuşulurken, şimdilerde 20’lerde olan bir kadın arkadaşımın ‘Bize neden bunları anlatmadınız? Bilmiyorduk’ demesi gibi... Kendimize oluşturduğumuz hafızayı, gelen kuşaklarla paylaşmayı atlamamalıyız sanki.

2. Bu sorunun yanıtı ilkesel olarak, evet almak zorundayız olmalı. Ama hayat, her zaman bu kadar ilkeli davranabildiğimiz bir alan değil, ne yazık ki. Almaya gayret etmeliyiz deyip, ilerleyen zamanlarda rezil olmanın önünü alabiliriz belki. Misal ben, ilkesel mi bilmem ama, bu saatten sonra herhangi bir Woody Allen filmini içim bulanmadan izleyebileceğimi sanmıyorum. Dylan Farrow’un sesini ve sorusunu duyduktan sonra, artık çok zor...

3. Yeni yaşamadık mı daha? Kabataş’taki taciz olayının görüntülerinin çıkmasıyla, ‘beyan esastır’ diyen hepimize ‘ağzımızın payını vermeye hazır’ erkekler doldurmadı mı ortalığı, bir kez daha? Alıştık artık. Tecavüzün, tacizin, istismarın limitlerini/olurunu/olmazını, her şeyini erkekler biliyor. Eh, tecavüzcülerin, tacizcilerin, istismarcıların erkek olduğu bir dünyada, limitleri de onların bilmesi doğal tabii. Ben bilecek değilim ya!

“Bu meseleler, bir konuşma meşruluğunda genişleme sağlıyor”

Süreyyya Evren (Yazar)

1- Woody Allen hikâyesinden sonra biz yargıç olmadığımıza göre ve de uzakta da olduğumuza göre, bize dönük soru meselenin Woody Allen filmlerine bakışımızda bir değişiklik olarak yansıyıp yansımayacağı; aynı Polanski filmlerine nasıl baktığımızın veya yerelden Nişanyan sözlüklerine nasıl baktığımızın nasıl değişmesini beklediğimiz meselesi gibi. Böyle bakınca mesele sadece sanatçılar değil. Althusser’i ne yapacağız? Siyasileri ve siyaset teorisyenlerini de ufka alırsanız iyice uzayabilir liste. 

2- Woody Allen Türkiye’ye bir konuşmaya, bir ödül törenine gelecek olursa bu konu karşısına çıkacaktır. Finlandiyalı sanatçı Teemu Maki, 1988’de bir video enstalasyonu için bir kediyi öldürüp ölü bedeninin üzerine mastürbasyon yapmıştı. Ben kendisini yaklaşık yirmi yıl sonra gördüğümde katıldığı herhangi bir sergi açılışında dahi, birileri gelip öfkeyle konuyu gündeme getiriyordu. Küçük kızına sarılıp mekânı terk ettiğini hatırlıyorum. Mekândaki kimi insanlar da “yanında kızı var yapmayın” diye müdahale etmişlerdi. Maki, öte yandan başka konularda bir politik aktivist olarak da karşımıza çıkar. Nişanyan bu yüzden ODTÜ’ye gittiğinde ‘karşılandı’, Polanski gelse bu yüzden ‘karşılanır’. II. Dünya Savaşı’nda Nazilerle işbirliği yaptığı gerekçesiyle Knut Hamsun’a sinirlenen Norveçli okurları sessizce ülkenin farklı yerlerinden, Hamsun’ın evinin önüne gelip ellerindeki Hamsun romanlarını tek tek yazarın bahçesine fırlatmışlardı. Bu da olabiliyor. Woody Allen, dvdlerini alıp bahçesine atan çıkar mı bugün bilmiyorum. Ama siyasi reaksiyon devreye girdi mi, iş karışır da. Naipaul benzer sebeplerle kısa süre önce ülkemize sokulmadı -bu kez tersten, muhafazakârlara göre uygunsuz olduğu için.  

3- Bu meseleler, birebir örnekler üzerinden cinsellik-odaklı şiddet konusunda bir duyarlılık artışı ve bir konuşma meşruluğunda genişleme sağlıyor (bknz. şu deneyim). Ben işte bunu öne çıkarmak isterim, meselenin bu yanının öne çıkarılmasından yanayım. Kimin haklı olduğuna karar vermeye çalışan ‘uzaktan yargıçlar’ olmak çok anlamlı değil gerçekten de fakat bir yanıyla da kaçınılmaz. Elbet herkes kendince bir doğru arayışına kendi durduğu yerden girer. Bu olayda o kadar karışık görünmüyor aslında ancak söylemlerle karıştırılabiliyor. Bence böylesi bir tartışma bizim kendi kültürümüzde şu işe yarayabilir ve umarım yarar: çok yüksek taciz ortalaması olan, çok fazla kötü hikâyesi olan ve o kötü hikâyelerin altında büyüyen, sırların arasında sekerek yeni sırlar üreten bir toplum görüntüsü çiziyoruz. Böyle bir ortamda konuşulabilmeye dönük her şey önemlidir.

“Biz gerçekten bir başka insana çok büyük zarar vermedik mi?”

Elif Bereketli (sabitfikir Genel Yayın Yönetmeni)

Herkesin ahlaki kıstasları kendine özeldir. Dolayısıyla yoldan geçen bir insanı senin ahlakına uygun davranırken görmek istemek bile “ahlakçılık” hastalığına yakalandığınızı gösterir. Eğer San Francisco’da gay bir çiftin çocuğu olarak gelirseniz dünyaya ahlaki değerleriniz, önemsediğiniz tüm duygular bambaşka olacaktır, bir El Kaide kampında doğarsanız bambaşka. Durum buyken herkesi aynı kefeye koyup tek bir ahlaki perspektifle değerlendirmeye çalışmak tek kelimeyle dar görüşlülüktür. Psikolojide de sanıyorum narsistik kimi durumlara işaret eder. Kaldı ki, ahlakın olup olmaması gerektiği felsefenin en eski konularından biridir ve elbette ki, hâlâ üzerinde çok farklı görüşlerin olduğu bir alandır. Kimilerine göre insanın ahlaksız bir hayvandan farkının olduğunu iddia etmek insana sahip olduğundan fazla bir paye vermektir, insanı yüceltmek, doğayı küçümsemektir. Ben de böyle düşünüyorum ve insana sürekli ahlaki kimi kostümler biçen insanlara önce kendi karanlıklarıyla yüzleşmelerini öneriyorum. Kendi karanlıkları deyince... Varsayalım Woody Allen bir başka insana gerçekten çok zarar vermiş. Ve biz bu yüzden ona çok kızıyoruz. Peki, biz gerçekten bir başka insana çok büyük zarar vermedik mi? Bazen insanların çıkarları, mutlulukları çakışır ve kimi nedenlerden dolayı bir insanı çok üzebilecek bazı kararlar alırız. Bu bizi tü kaka biri yapar mı? İşin garibi, filmler, romanlar, oyunlar... Hepsi bu meseleleri, insanın bu bin bir türlü doğasını anlatmaya çalışmıyor mu biraz da... O zaman şöyle bir sonuç çıkıyor ortaya: Eğer sürekli Woody Allen’in ahlakını yargılamaya çalışıyorsanız, daha çok Woody Allen filmi izleyin ki, kötü ile iyinin, ahlaklı ile ahlaksızın arasında öyle çok da kalın çizgiler olmadığını kabul etmeye çalışın...

“Sanat ve düşünme süreçleri genel süreçler değil”

Ali Akay

1- Georges Bataille, edebiyatın kötülük ile bir ilişkisini sürrealist  bir şekilde göstermeye çalışmıştı. Bunun cevabını belki de en çok felsefi bir şekilde sorunsallaştırmak mümkün olabilir. Kartezyen düşüncenin kuruluşunda özne ve bilinç birbirlerinden ayrılmaz parçalar olarak beden ve ruhu ayırmaktaydılar; buna eleştiri Tanrı’nın ve Doğanın bir töz olduğu fikrinden yola çıkarak beden ve ruhu birleştiren Spinoza’dan geldi felsefe tarihi içinde 17. yüzyıl tartışmaları arasından. Burada bilinçli özne bilinci sayesinde her türlü akıl dışılığı dışarıda bırakmakla yükümlüydü. Ama buna cevap Freud’dan geldi. Bilinçli değil de psikanalizin nesnesi “bilinçdışı” olduğunda sürrealistlerin de sıklıkla sanatsal olarak üzerinde durdukları bilinçdışının işleme biçimi ve akışkanlığında rastlantısal sanat yaratımı denetimsiz bir yaratı sürecini meşru hale getirmişti. Yaratı akışkanlık ile ve de bilinçdışından geldiğinde denetim mekanizmaları yaratıyı tamamen serbest bırakmaktaydı: Burada ihlal (yasak aşma) rahatlayarak, yaratıyı yeni ve yasak aşma üzerine odaklayabiliyordu. “İmkânsızı isteyin!” sloganı biraz da bunun bir sonucunda ortaya çıkmıştır. Yapılan eylemler ile yaratı süreci birbirlerinden burada bağımsızlaşmaktadır. Yasa, bu yasak aşımının önüne geçmeye çalışarak, kuralları sertleştirmeye başladığında ise “baskı” başlamaktaydı. Freud, bunu en güzel zevk ilkesi ve gerçeklik ilkesi arasındaki gerilimin ölüm güdüsüyle bir süreç içine girmeye balladığını vurguladığında yine ilginç bir keşifte bulunmaktaydı. 1980’li yıllara kadar bu süreç özgürleşme alanlarının genişlemesiyle cinselliği, yaratıyı, yeme biçimlerini dünyanın toplama kamplarının içinden geçen deneyi içinden cevaplar arayarak yaratıyı mümkün kıldı. Burada taciz olarak adlandırılan şey “yeni deneylere açılan ve hiyerarşinin arta bırakıldığı” bir deneyim olarak çıkmakta karşımıza. Ve bu zor bir soru ve deney çünkü rıza, razı olma ile kandırma arasındaki çizgiler fulü bir şekilde durmakta. Bu bakımdan ise vaka analizleri genelleştirmelerin yerine gelmeye başlayacaktır. Kim genelleştiriyor, orada sorunlar çıkmaya başlayacaktır; çünkü bireylerin yaşama bakışı, yaşam algısı ve hisleri veya duygulanımları aynı değil. Bu anlamda sorunun genel bir cevabı olabileceğini düşünemiyorum. Sanat ve düşünme süreçleri genel süreçler değil çünkü enderlik içinde sanat yaratısı yapmak mümkün halde durmakta. İki ayrı işlemi yan yana koyduğumuzda hangisinin ve hangi vakanın diğerinden farklı olacağına bakabilmek doğru gibi duruyor; yoksa yasalarla ve yasaklarla sanat yapmak mümkün olmayabilecektir. Bütün bir öncü sanat pratikleri bunu göstermekte bizlere.

2- Bir önceki sorunun cevabında söylemeye çalıştığım gibi hayır. Etik kurulları bugün kısıtlayıcıdır. Koruma adı altında hareket eder ama her vakaya bakmak doğru olacaktır.

3- Haklı veya haksız diye bakıldığında otomatik olarak yargı gücünün (judgement) kararlarına bağlıyız demektir. Yaratının koşullarına bakarak burada haklı bir şey var diğerinde ise haksız gibi bir ikilem içinde bakmamız çok zor. Psikolojik olanların maddi olarak ruh ile ilişkisi inkorporel bir ruh anlayışından geçtiği zaman aynı Stoacılarda olduğu gibi, bedenin içinde değil de dışında olan ruhun aldığı darbe ve etkiler daha önemli olmaya başlıyor. Zor bir konu ama yaratıyla ilişki halinde baktığımızda sanatçılara tabii ki ayrıcalık vererek tacizde bulunmalarına imkân veremeyeceğiz; ama aynı zamanda da onu ve bu yaratı sürecini yargılamak da sanatsal açıdan mümkün durmuyor. Soruyu yaratı üzerinden kurmak zor duruyor. O zaman olarak soruyu antropolojikleştirmek daha doğru olabilir. Hangi dönemlerde ne yapılıyor ve ne yapılamıyor. Normlar nasıl patolojik hale gelebiliyor veya normlar nasıl işliyor ve patolojik olanı dışlıyor; aynı toplum nasıl bir normu patolojik haline koyabiliyor zaman zarfında (Bunun cevaplarını önce Durkheim sonra da Canguilhem ve Foucault çok özgürlükçü olarak verdiler). O metinlere dönüp bakmak yargı gücünün devreye girmesinden daha ilginç durmakta.

Kategoriler

Şapgir