‘Yapacak bir şey yok Türkiye’de müzik kitabı satmıyor’

Can Öktemer, Cumhuriyet’in müzikli tarihini ve müzik kültürü üretiminin sıkıntılarını pop tarihi denilince akla ilk gelen isimlerden biri olan Murat Meriç ile konuştu: “Gezi’yle birlikte başka bir şey oldu ve bir anda herkes yeniden politik şarkılar yapabileceğini keşfetti”

CAN ÖKTEMER

can.oktemer@gmail.com

Türkiye pop tarihi denilince akla gelen ilk isimlerden biri Murat Meriç. Meriç, uzun yıllardır çeşitli dergilere, gazetelere yazdığı yazılarla ve birkaç yıl önce çıkarmış olduğu ‘Pop dedik’ kitabıyla Türkiye’nin pop müzik tarihini ve gelişimini mercek altına alıyor. Bunlara ek olarak da yine uzun yıllardır çeşitli mekânlarda eski 45’lik geceleri düzenliyor ve DJ’lik yapıyor. Meriç’le hazırlamakta olduğu ‘Müzikli Memleket Tarihi’ çalışması, Türkiye’deki müzik dergiciliği ve politik müzik üzerine konuştuk. 

  • Birkaç senedir çeşitli üniversitelerde ‘Müzikli Memleket Tarihisunumları yapıyorsunuz. Bu sunumlara ne zaman başladınız?

Bu adı ilk kez Okan Üniversitesinde kullandım. Bundan üç ya da dört yıl önce başladık sanırsam. Daha sonra aynısını Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde Tarih bölümünün düzenlediği bir sunumda tekrarladık. Demek ki, en az dört yıldır ortada bu isim var.

  • İçeriği nedir peki? Hazırladığınız kitabınızla bir bağlantısı var mı?

İçerikler hazırladığım kitapla bağlantılı evet. Birtakım portreler üzerinden memleket tarihini okumak gibi bir şey öngördük editörüm Kıvanç Koçak’la beraber. Kitabın ismi henüz tam olarak oturmadı ama şimdilik “Şarkılı Memleket tarihi” ya da “Müzikli Cumhuriyet Tarihi” gibi değişik adlar arasında gidip geliyoruz. Bir kısmı, her dönemi belli isimler ya da âşıklar üzerinden işleyeceğimiz portrelerden oluşacak. Yaptıkları şarkıları işlerken tek bir isim olarak Âşık Mahsuni Şerif veya Âşık İhsani üzerinden ilerleyip, diğer âşıklardan da onların yanında civarından bahsedeceğim. Yanında çerçeve ve söyleşileri ile renklendirmeyi de düşünüyoruz. Şimdilik böyle bir yöntem uygun gördük.

  • Tarihsel başlangıç noktası nedir?

Benim öngörüm 1923’te Cumhuriyet’le beraber başlayıp bugüne kadar gelmek. Fakat bunu da iki cilt halinde yapmayı planlıyorum. Çünkü Türkiye’de popüler müziğin tarihi 1961’de başlıyor kabul edilir. Biraz daha geriye çekecek olursak 1957 ya da 1955’e ilk Rock’n Roll orkestrasının kuruluşuna kadar inebiliriz. Daha da geri çekecek olursak, tangolara kadar inebiliriz. Fakat tangolar da aslında 60’lara kadar olan dönemde. Dolayısıyla 50’liler de dâhil olmak üzere popüler müzik içinde memleket meseleleriyle ilgilenme halleri gibi çok büyük bir şey yok. Genelde aşk şarkıları yazılmış. Cumhuriyet yeni kurulmuş mutlu mesut bir dünyada yaşıyoruz. Şahane batılılaşma halleri... Tek bahsettiğimiz şey, Lüküs Hayat, işte Şişli’de bir apartman, nikel-kübik mobilyalar, duvarda yağlı boyalar falan yani... Bütün memleket meselesinden kastımız budur. Özellikle 1950’ye kadar batılılaşma tartışmaları üzerinden ilerleyebiliyoruz ancak. İlk cilt, Cumhuriyet sonrasını anlatan 60’lara kadarki dönemi kapsayan bu kısım olacak.

1950’den sonra, ABD’ye gözümüzü diktiğimizde, Celal İnce’nin yapmış olduğu dostluk şarkısıyla beraber başka bir dönem açılıyor. Çünkü Amerika’yı seven öven şarkılar faslı başlıyor. Hemen arkasından Amerika’yı yeren şarkılar faslına dönüşüyor bu iş. İşte Menderes’in iktidarında yaptığı şeyler, 27 Mayıs öncesi durumlar, 1960 sonrasında palazlanan ortam… Bir şekilde 60’dan sonra iş bayağı bir karışıyor ve bir sürü ürün çıkıyor ortaya. Şu anda üzerinde çalıştığım kitap, 1960 ve sonrasını kapsıyor.

  • Günümüze kadar gelecek mi peki kitap?

Henüz bilmiyorum. Şarkılı Memleket Tarihi’ni 80’lere kadar getirip orada bırakıyorum. Dinletirken uzun zaman alıyor fakat yazarken kısaldığı için 80’lere kadar gelip orada bırakıyoruz. Ama tabii orada kalmamak gerekiyor. Muhtemelen günümüze kadar getiririz hatta final noktasını Gezi olarak belirleyebiliriz.

  • Malum dünyada 68-78 yılları arasında çok politize bir atmosfer var. Müziğe yansıyor doğal olarak fakat 90 sonrası malum bir sessizlik var. Ancak 2000li yıllarla birlikte dünyada Occupy hareketi ve Türkiyede Gezi eylemleriyle birlikte yine bir politik dönemin içerisine girmiş gibi görünüyoruz. Sizce bu politizasyon müziğe yansır mı?

Müziğe yansıması oldu bile... 1990’lar boyu politik müziğin artık iyice bittiğinden söz ediyorduk. Ailelerinde sol gelenek olmayan ve gençliğini 90’larda yaşayan insanlar politik müzik denilen şeyden habersiz büyüdüler. Yani politik müzik olarak algıladıkları Mor ve Ötesi ve Duman’ın Cambaz gibi bir kısım şarkıları... 2000’lerde bildiğiniz üzere Ahmet Kaya ölmüştü. 90’lar boyunca aktif olarak politik şarkılar yapan bir tek Grup Yorum varken onlar da bir sürü parçaya ayrıldı, öbürleri yavaş yavaş dağıldı veya türkü söyleme faslına geçtiler.

Eskilerden, Zülfü Livaneli aşk şarkıları yapmaya başladı, Rahmi Saltuk geri plana çekierek eski albümlerini yeniden ortaya çıkardı. Sadık Gürbüz desen öyle... Halk ozanı geleneği bitti. Aşık Mahsun-i Şerif’de 2000’de vefat etti. Ölmesiyle birlikte solcu gelenek neredeyse sonlandı. Eski devrim şarkıları bir şekilde insanların hafızasında kalan şeyler olarak algılanmaya başlandı. Onlar da türküler gibi gençlerin çok da ilgilenmediği durumlardı. Hani 1970’ler ve 80 sonrasında aktif isimler bunlardı, dolayısıyla politik müzik dediğimiz şey bir anda ortadan yok oldu.

Duman’ın politik çalışmaları ise ilk en başından beri sürüyor. İlk albümde “Dönek”, ikincisinde ise “Belki Alışman Lazım” ve bana kalırsa Duman’ın asıl politik şarkısı olan”Manası Yok” var. Redd gibi grupların katılımı ve 2000’lerde önemi nüyük olan Barışarock şenliği ile birlikte rock müziği çok genişledi.

Kardeş Türküler’den mutlaka bahsetmek gerekir çünkü farklı bir alanda görüldüler. Doğrudan bir politik söylemleri olmadı hiç. Hatta Gezi şarkısına kadar Grup Yorum benzeri, doğrudan slogana benzeyen şarkıları hiç yok. Ama dikkatleri başka bir yöne çektiler. Buna ek olarak Bandista farklı bir kanal açtı elbette. Ve politik müzik denilen şey bugün varsa Bandista, Kardeş Türküler, Duman, Mor ve Ötesi, Redd ve diğerleri ile var. Geziyle birlikte başka bir şey oldu ve bir anda herkes yeniden politik şarkılar yapabileceğini keşfetti. Söz söylemek isteyen insan şarkı söylemeye başladı. Şarkılarına bunu yansıttı. Bu durumu bir kısım popçularda da görüyoruz. Bu çok hayırlı bir şey bence...

  • Giderek daha da artacak yani bu durum?

Geziden sonra ortaya çıkan şarkılar, 1960’ların sonunda halk ozanlarının söylediği ve ortalığı kasıp kavuran, devrim türküleri dediğimiz şeyin günümüze uyarlanmış versiyonudur. Çünkü herkes söyleyebileceği bir sözü olduğunu fark etti ve bunu  şarkı aracılığıyla insanlara aktarabildiğini fark etti. Bundan sonra daha başka bir şey olacak.

  • Çok büyük kayıt teknolojilerine de ihtiyaç duyulmadığına göre artık daha kolay yayılacak denebilir mi?

Tabii ki teknolojinin gelişmesi de önemli bu anlamda. 90’larda politik müzik yapmaya kalksan bir sürü dert çıkıyordu başına. Kayıt etme olanağı yok kayıt etsen yayınlama olanağın yok. İnternet yok çünkü... Kendi kasetlerini kendin elden çoğaltsan ancak yüz yüze geldiğin insan kadar yayma olanağın var. Hadi onlar yaydı nereye kadar yayılabilecek. Sonuçta bir kaset ne kadar yayılabilir, kaç kopya çoğaltılabilir? Böyle dertler vardı.

İnternete koyduğunuz anda bir anda 10-20 bin tık alıyor. Çok acayip bir şey 50 bin kaseti bırakın bir yere ulaştırmak o kadar zaman işi ki... Oysa bunda internete koyuyorsunuz 24 saatin sonunda 50 bini bulabiliyorsunuz. Nitekim de Duman’ın Gezi sırasında internete koyduğu “Eyvallah” kim bilir o gece kaç tıka ulaşmıştı.

Bu durumun tek örneği Kıbrıs şarkılarıdır. Kıbrıs plaklarıdır. 1974 yılında Kıbrıs harekatıyla Türkiye dünyaya rüştünü ispat edince bir anda aşka geldik ve halk ozanlarından meşhur pop şarkıcılarına, kantocularından alaturkacılara kadar hemen hemen herkes Kıbrıs şarkısı söyledi. Behiye Aksoy’da, “Bim bam bom”u söyleyen Yasemin Kumrul da Kıbrıs şarkısı yaptı. Nurhan Damcıoğlu, Kıbrıs kantosu yaptı. Muhlis Akarsu, ki hani sol cenahtandır. Âşık Mahsuni Şerif gibi isimler Kıbrıs şarkısı yaptı. “Türk’ün gururu” bilmem ne diyerek Ecevit’e övgüler dizdi. Fakat şimdi o şarkıları dinlediğimde tüyler ürperten şarkılar neticede. Gezi’de bu yok hiç olmazsa.

  • 70li yıllarda seçim şarkılarında eğlenceli ve hicivli bir atmosfer olduğunu görüyoruz. Günümüzde ise AKPnin şarkısı olan Dombra var mesela çok sert ve asık suratlı bir şarkı. Bu durumu neye bağlıyorsunuz?

Eski seçimlerde insanlar çok eğleniyormuş. Kampanyalara baktığımızda bu durumu görüyoruz. İkinci ve daha önemlisi eski liderler eleştiriye açıktılar. Ecevit, Erbakan hatta Türkeş gibi liderlerin hiçbirisi birbirlerini eleştiri nedeniyle mahkemeye vermeye kalkmadı. Özal’a mesela hem de Cumhurbaşkanı’yken ne karikatürler çizildi. Mizah öğesi olarak daha öncekilerden farklı bir biçimde karikatürü çizilen ilk Cumhurbaşkanı’dır Özal. Hakkında korkunç karikatürler çizilmiş olmasına rağmen bırakın dava etmeyi kendisini çizen çizeri arayıp karikatürü satın alıyor ya da hediye etmesini istiyor ve bunları duvarına asıyordu. Adnan Menderes de dahil olmak üzere Özal’a kadar gelenek bu şekilde. O dönemde yapılmış seçim şarkılarının çok eğlenceli olmasının sebebi bu bence. Demirel’e keltoş diyen insanların plakları ortaya çıkıyordu.

Yakın dönemde saygı kalmadı ve tahammül sınırı çok aşağılara kadar düştü. Kendisini kedi olarak çizdi diye, ki o karikatürde hiç bir şey yoktur, Musa Kart’ı mahkemeye veren bir Başbakan var. Gezi’ye kadar insanlar Başbakan hakkında hiç bir şey söyleyemiyorlardı. Saçma bir oto sansür devreye girmişti ve Gezi’de bu kırıldı.

  • MHPnin seçim kampanyaları arasında hiç seçim şarkısı görmüyoruz. Bunun sebebi nedir?

MHP, 70’ler ve 80’lerde neredeyse hiç seçim şarkısı kullanmadı. MHP, MHP’dir çünkü ve oy oranı bellidir. Devlet Bahçeli’yle birlikte bir değişim yaşandı. Zaten ilk şarkılı seçim kampanyası MHP’in Devlet Bahçeli’yle birlikte oldu. Onda da Grup Yorum’un “Dağlara Gelin” parçasını kullandı. 

  • Son yıllarda özellikle Issız Adam ve Aliyenin de sağladığı bir popülariteyle birlikte eski 45liklere yönelik müthiş bir ilgi söz konusu. Siz bu ilgiyi neye bağlarsınız?

Öncesinde olan ve giderek duyulan lokal hareketler bir noktada birleşecekti ve son noktası Issız Adam oldu. Bu bir yerde patlayacaktı zaten. Türkiye’nin müzik tarihine baktığımızda bunun çok da yeni olmadığını görüyorsunuz.

Örneğin 1960’da “Unforgettable” diye bir albüm yapılıyor 1950’lı yılların şarkıları söyleniyor. 70’lerin sonunda disko akımı ortalığı kasıp kavurduğunda Gökmen, “Samanyolu” diye bir albüm yapıyor  60’ların sonunda çıkmış meşhur şarkıları söylüyor. Eski 45’likler dediğimiz şeyler yeniden ortaya çıkıyor. Ama parçalar eskidikçe, pasta büyüyüp ulaşılacak ürün sayısı arttıkça geriye dönüp onlara bakmak ve dinlemeye başlamak kaçınılmaz oluyor haliyle.

Eski 45’likler gecelerini biz Ankara’da Alper’le, Naim Dilmener ise, İstanbul’da yapıyordu. Yani zaten yavaş yavaş büyüyordu bir şekilde. Mesela biz bu ilk 45’likler gecesini yaptığımızda nasıl ilgi göreceğimizi bilmiyorduk. 31 Ocak 1999 tarihinde Ankara’da Gölge’de yapmıştık ilk olarak. Bu tarihi unutmam mümkün değil çünkü Barış Manço öldü o gece. O zaman ne internet ne de başka bir şey olduğu için o güne kadar bizim dışımızda kimsenin bilmediğini düşündüğümüz şarkıları çalarken, insanların eşlik ederek dans ettiklerini gördük.

Fark ettik ki bu şarkılar zaten filmler aracılığıyla günümüze ulaşmış bir şekilde. Örneğin Hababam Sınıfı serisine bakıyorsun her filmde en az beş tane şarkı var. Sürekli olarak yayınlanan bir sürü filmde farklı farklı birçok şarkı var… Dolayısıyla o filmler aracılığıyla şarkılar insanlara bir şekilde ulaşıyor bir şekilde. Şimdi artık internet var. Eski albümler ve kayıtlar ulaşılabilir durumda. TTNET ve iTunes üzerinden bir sürü parça da yayınlandı. Mesela Ajda Pekkan’ın bütün külliyatı şu an iTunes’de var.

Sonuçta eskiye dönük ilgi hep var. Bunun sebebi popun tıkanması falan değil. Evet öyle diyenler, “ah ne kadar güzel geçmiş günler” nostaljisi içinde olanlar var. Yok öyle bir şey işte bildiğin kötü pop şarkıları yapılıyordu. Mesela 90’lar da burun kıvırdığımız Çelik’in parçalarını dinleyip göbek atıyoruz. Bugün çıkan bir sürü pop şarkısını 20 yıl sonra ah ne kadar güzeldi diye dinleyeceğiz. Elbette 20 yıl sonrasına bugünden bir şeyler kalacaktır. Bu İsmail YK olur, Demet Akalın olur, veya benim bundan yıllar sonra çok popüler olacağına emin olduğum Petek Dinçöz’ün “Foolish Casanova”sı olur… Çünkü kötü şarkı. Bugün çaldığımız ve göbek attığımız parçalar 90’ların kötü parçaları. Kötü olduğunu bilerek eğleniyoruz.  Benim çalmayı hiç istemediğim fakat insanların bayıldığı bir sürü kötü parça var. 

  • Böyle bir ilgi söz konusu fakat biz bu şarkıların, şarkıcıların hikâyelerini yaşadıkları zorlukları bilmiyoruz. Asu Maralman’ın Ermeni olduğunu, Çetin Alpin yalnızlık içerisinde ölmesini, Ayten Alpman’ın iyi bir cazcı olmasını bilmiyoruz. Onların yaşamlarıyla ilgilenmiyoruz. Bunun sebebi ne olabilir?

Magazin diye bir şey var. Magazin sınırına giren ünlüler dışındakileri tanımıyoruz. Yakın zamana kadar Bülent Ortaçgil’i kim biliyordu? Evet bilen vardı ama bu kadar popüler değildi. Duman, “Her şeyi Yak”ı yapmasaydı ne kadar popüler olabilecekti? Mor ve Ötesi “Cambaz”la patlamasaydı ne kadar popüler olabilecekti. Mor ve Ötesi ve Duman patlamasaydı Redd nasıl kendisine çıkış noktası bulacaktı?

Sürekli gözümüze sokulan, bir kısım insanın tercih ettiği bir hayat olan birtakım magazin durumlar var. Orada bir kısım paparazzilerin beklediği yerlerde eğlenirsen elbette onlar senin fotoğrafını çeker ve ortalığa salarlar.

Mesela Erol Büyükburç 60 ve 70’leri kasıp kavuran bir fenomen. Peki, onun hakkında neden bir şey bilmiyoruz? Neden kendisi hakkında yapılmış bir kitap çalışması olmaz mesela? Erol Büyükburç kitabını kim alır sizce? Bugünün en popüler isimleri Tarkan veya Serdar Ortaç hakkında kitap çalışması yapılsa kim okur? Veya genel olarak müzisyenler hakkında neden bu kadar az çalışma yapılıyor? Para kazandırmadığı için kimse bu işlere bulaşmıyor. Yani ancak benim gibi adamlar başka yerlerden para kazanıp varlığını bu kitaplara yazmaya adayacaklar. Ben bile şu anda bunu yapabilecek durumda değilim. Yoksa elbette ben de isterim elimde Erol Büyükburç biyografisi veya bütün müzisyenler hakkında bir şey olsun. Asu Maralman’ın Ermeniliğini sakladığını ben ondan söyleşi sırasında duymayayım. Onu bileyim... Hala bir sürü insanın bilmediği o kadar çok hikâye var ki ve onların yazılması gerekiyor. Fakat memlekette bunları yazacak çok az kişi var maalesef.

  • Orhan Kahyaoğlunun Ortaçgil için yazmış olduğu kitap mesela ilk olarak 90larda basılmıştı ama sonraki baskısını yapması günümüzü buldu...

 O da Orhan Kahyaoğlu sayesindedir. Orhan Kahyaoğlu olmasaydı başka biri Ortaçgil kitabı yazsaydı o kitap basılabilir miydi? Orhan Kahyaoğlu artık pirimiz o ne yazsa basılır. Neyse ki doğru şeyler yazıyor.

  • Kişilerin girişimleri için ne diyorsunuz peki? Teoman bir söyleşisinde yurt dışında Bruce Springsteen hakkında yapılmış çalışmaları görünce çok özenmiş ve kendisi de benzer şeyler yapmaya çalışmıştı. Şarkı sözlerinin orjinal hallerini koymuştu albümüne. Pek talep görmüş müydü?

Selçuk Alagöz’ün kendi hayatını anlattığı kitabı kim biliyor? Selçuk Alagöz hani biraz kıyıda köşede kalmış bir şarkıcı. Nilüfer’de Doğan’ın bastığı ve kendini hayatını anlattığı bir kitap yazdı. Kaç kişi biliyor o kitabı? Bugün Tarkan da kendi hayatını yazsa kimse almaz. Yapılacak bir şey yok Türkiye’de müzik kitabı satmıyor. Binden fazla satıyorsa o kitap çok satıyordur. Benim kitabım da dahil olmak üzere ikinci baskısını yapan müzik kitabı yok.

  • Yayınevleri de mi soğuk bakıyorlar bu işe?

Tabii tabii. Baştan sona sadece müzik kitabı yayınlamak için kurulmuş bir yayınevi var; Pan Yayınevi. Hiçbir kitabı bin baskıyı geçemedi. Geçmedi olmuyor yani...

  • Ahmet Ertegün’ün otobiyografisi de mi satmadı?

Hayır satmadı. Halbuki o kitapta Rock’n Roll tarihi var. Rolling Stone’un nasıl kurulduğu, Ray Charles’ın nasıl popüler olduğu gibi çok acayip şeyleri de öğreniyorsun. Dünyayı kasıp kavuruyor kitap. Türkiye’de yayımlanınca kimse ilgilenmiyor. Keza Keith Richards’ın biyografisi, veya Jim Hendrix kitabı pek satmıyor. Afa Yayınları bundan yıllar önce Miles Davis’in otobiyografisini basmıştı ki çok önemli bir kitaptı. Yeniden basıyorlar ama herhalde 30 yıl sonra falan. 30 yıl sonra nasıl ikinci baskı yapar bu kitap? Şimdi kim alacak? O dönem Miles Davis Türkiye’ye gelmişti çok meşhurdu deli gibi satıyordu ama kitabı yine satmadı. Prag’a Bruce Springsteen’e gitmiştim Çekçe’de yayınlamış bir sürü Bruce Springsteen kitabı vardı ve müthiş ilgi görüyordu. Elbette ben de isterim okunsun kitaplar. Fakat Türkiye’de böyle bir şey yapmak mümkün değil.

  • Bir müzik kültürü inşası sıkıntısı söz konusu değil mi?

Türkiye’de bir müzik kültürsüzlüğü gibi bir problem var. Dolayısıyla yapmak istediğimiz şeyler de olmuyor. Tıpkı Sezen Aksu örneğinde olduğu gibi.  Çok güzel çalışmalar olsa da bir yerde patlıyor. Çünkü Sezen Aksu da zamanında bir sürü farklı firmayla çalıştığı için arada bir kaç albümün hakkı alınamadı. Dolayısıyla o albümler box sete giremiyor. Diğer firmalardaki albümler buna benzetilerek özensiz bir biçimde basıldı.

  • 2000li yılların ortalarında Türkiyede müzik dergiciliği üzerine müthiş bir üretim var. Fakat daha sonra Rolling Stones, Billboard gibi dergiler birer ikişer kapanmaya başlandı. Günümüzde ise bloglar ve müzik siteleri ortaya çıkmaya başladı. Bunlar Türkiyede müzik kültürünü oluşumunda önemli bir rol oynar mı sizce?

Tabii tabii... Yeni dönemde ilgi oraya kaydı. İnsanlar o blogları takip ediyorlar ve oradan bir sürü şeyler öğrenebiliyorlar. Hayırlı bir şey bu bence...

  • Peki Rolling Stones gibi bir derginin Türkiyede tutunamama sebebi nedir?

Tamamen kötü yönetilmesinden kaynaklı. Aynı anda Rolling Stones, Dream, Blue Jean, Billboard, Yuxexes, Rol gibi dergiler çıkıyordu. Ay başında bir sürü dergi alıp bir ay boyunca dergi okuduğumu bilirim o dönemde. Bu iş bir türlü yürütülemedi. Türkiye’de dergi yapmak eş dost işi neticede. Derginin yayın yönetmeni X şarkıcıyı sevmiyorsa o şarkıcı o dergiye giremiyor. Veya seviyorsa o şarkıcı her hafta dergiye giriyordu. Bu çok net bir şey. Rol’ün bu kadar çok iş yapmasının sebebi herkesin o dergiye girebilmesiydi. Rol’ün tek şiarı vardı: 'Faşistler giremez.'

  • Atatürkle ilgili ses kaydı hikâyesinden Müzikli Memleket Tarihi sunumunda da bahsetmiştiniz. Bize bu hikâyeden bahsedebilir misiniz? Sanırım yayınlanıp toplatılan bir plak?

Plak yayınlanmış bir plak ve dolayısıyla bir sürü eve girmiş. Ama sonradan toplatılmış ve yok edilmiş... O dönem bir şekilde piyasaya çıkmış ama piyasaya çıkan bir şeyi hemen yok etmek mümkün değil. Aradan kaçan bir sürü şey var öyle.

Atatürk’e kayıt yapılabilen bir gramofon hediye ediyorlar. Atatürk, yakın çevresinin toplandığı meşhur Dolmabahçe toplantılarından birinde. O toplantılar ki çok acayip toplantılar. Uşağı Cemal Granda’nın, hatıralarını anlattığı “Atatürk’ün Sofrası” diye bir kitabı vardır orada derlenmiştir. Sofrada beyaz leblebi ve rakı dışında hiçbir şey olmuyor. Sofraya aç oturmak yasak. İnsanlar arkaya kaçıp kaçıp uşağın hazırladığı sandviçleri yiyorlar. Atatürk işte böyle bir toplantıda sarhoş olup biraz aşka geldiğinde sabaha karşı sofrada şarkılar söyleniyor.

Hatta uşağın, yine toplatılan ama bir şekilde arada sızan ve bende de bulunan fakat piyasada bulmanın mümkün olmadığı kitabında şöyle bir anı vardır; Atatürk, Dolmabahçe sarayında zeybek oynaya oynaya havuza iner, etrafında döner ve uşak da gramofonla arkasından koşar. Atatürk müziği çok seviyor, musiki eğitimi de alıyor. Zaten Ümit Bayazoğlu’nun Express’de çıkan, Atatürk’ün hani Cumhurbaşkanı olmasa şarkıcı olacağını söylediği bir yazısı vardır. Buna işaret eden birçok örnek var. Şarkıları söylerken alınan bir sürü kayıt var. Fakat gecenin sonunda bu plakların çoğu kırılıyor. “Başka bir ele geçmesin, biz eğlendik güldük”…  Muhtemelen kaydediyorlar, ne kadar güzel söylemişiz diye dinliyorlar sonra da yok ediyorlar.

Ben bu hiçbir yerde bulamadığım plağın hikâyesini çok merak ediyordum. Sonra Gökhan Akçura dedi ki “Ben buldum hikâyesini”. Celal Bayar’ın, “Atatürk’ten Hatıralar” diye Çağlayan Yayınları’ndan çıkan anılarını anlattığı bir kitap vardır. Meşhur ‘Varlık’ kitapları vardır ya onun gibi incecik bir kitap. Celal Bayar orada anlatıyor hikâyesini:  Atatürk, yine bir masada sohbet esnasında bir tane plak kaydediyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde Atatürk’ü dışarıya çağırıyorlar. Kendisi dışarıda bayağı bir zaman geçiriyor. Bu sırada sofrada bulunanlardan biri Muhittin Üstündağ olmalı. Plağı alıyor cebine atıyor. Atatürk geri dönüyor. Celal Bayar çok net olarak bunu anlatıyor. Sofraya oturuyor Muhittin Üstündağ’a bakıyor ve “Muhittin plağımı ver” diyor. “Ama paşam ben hatıra olarak almıştım” diyor falan... “Hayır” diyor Atatürk ve kırıyor plağı. “Eğer bir hatıra vermem gerekiyorsa, onu Celal Bayar’a veririm” diyor. O dönem Ekonomi Bakanı. Bir boş plak koyuyor ve Celal Bayar’ı öven bir konuşma yapıyor. Plağı alıyor ve Celal Bayar’a diyerek imzalıyor. “Çünkü o benden daha önce istemişti” ve “O onun hakkı” diyerek Celal Bayar’a hediye ediyor. Plak çok yakın zamana kadar Şişli’deki Atatürk müzesinde sergileniyordu. Fakat daha sonra ben gittiğimde bulamadım o plağı. O sırada müze tadilattaydı, şimdi geri geldi mi bilmiyorum. Ama çok uzun yıllar sergilendi, o plak ki, plağın kendisi tek kopyadır zaten. Sonra nasıl oluyorsa Aykut Sporel’in eline geçiyor bu plak. Aykut Sporel, Ezgi Plak’ın kurucusudur. TRT’nin meşhur müzik prodüktörlerindendir ve bu plağı yayınlıyor. Kayıtta Atatürk’ün bayağı bir dili dolanmış gibi bir konuşma oluyor. Atatürk konuştukça da arkadan “Yaşa Kemal” sesleri geliyor. Bir buçuk dakikalık bir kayıttır bu. 

Fakat tabii yayınlanır yayınlanmaz, “Bu Atatürk’ün sesi olamaz” denilerek ortalık karışıyor. Bilirkişilikler kuruluyor ve bu ses kaydı dinletiliyor. Bilirkişi heyeti bu sesin asla Atatürk’e ait olamayacağını söylüyor. Ama neticede o plak var ve sergileniyor. Daha da önemlisi Atatürk’ün imzası var o plakta. Celal Bayar’ın, bu konuşmanın tamamını yazdığı kitabında bu içerik var. Bu plağın o plak olduğunu oradan biliyoruz. Hatta orada Atatürk’ün sarhoş olduğundan falan da bahsediyor. Buna rağmen bilirkişi heyeti “Bu ses Atatürk’ün sesi değildir” diyor.

  • Türkiye artık Eurovizyona katılmama kararı aldı. Siz bu karar için ne demek istersiniz?

Eurovizyon, iktidardakilerin sevmediği bir şey. Çıplaklar falan yarışıyor orada. Biz de kadın gönderiyoruz. Mini etekle falan çıkıyor. Tek derdi bu bence. Sertap Erener’in katıldığı yıl Tatu katılmıştı ve Tatu bunların gözünde büyük rezillik. Lezbiyen çift birbirlerini öperek şarkı söylüyor olacak şey mi? Orada çok sinirlendirler fakat Sertap birinci olunca bir şey diyemediler. Çünkü ertesi yıl bizde yapıldı. Yani bunu iptal edemezlerdi. Sonra Hadise’nin mini eteği büyük dert oldu... Zaten Hadise’den sonra hep erkek gönderdiler. Sonra bir şekilde Eurovizyon’a katılmama kararı alındı. Neticede Eurovizyon, Avrupaya bağlayan bir şey olduğu bütün dert o bağı koparmamak. Şimdi hayallerinde Orta Asya Cumhuriyetleri yarışması yaparak orada birinci olmak var. Yapıyorlar ama kim görüyor? Orta Asya Türk Cumhuriyetleri dahil kim biliyor o yarışmayı? Burada bile bilinmiyor. Kendi kendilerine yapıyorlar bunu. 1985’te öyle bir şey uydurulmuştu Asyavizyon diye hatta Ahmet Özhan’ı göndermiştik.

  • Eurovizyon üzerinden kopan tartışmalar için ne düşünüyorsunuz? Müzik dışında her şey konuşuluyor o  yarışmada...

Eurovizyon en başta müzik ve beste yarışmasıydı. Sonra saçma sapan bir şeye dönüştü. Şimdi artık çok büyük bir televizyon şovu. İngiltere hariç giden bütün ülkeler Eurovizyon’un bir şov olduğu konusunda hemfikir. Gidelim, eğlenelim kazanalım, kazanamasak da geri döneriz diye gidiyorlar. Kimse oraya ‘vatan, millet, Sakarya’ diyerek şarkı göndermiyor. Sadece bizimkiler gönderiyordu. Bu anlamda Eurovizyon’dan da çekilmemiz iyi oldu bence. Kardeşim orada bir şov var yarışıyorsun birinci olursun ya da olamazsın, bu kadar basit. Sonuncu olduğun için kahrolmanın, saçını beyazlatmanın bir manası yok. Ajda Pekkan, Eurovizyon’da 15 puan aldı sonuncu oldu üç yıl ülkeye uğramadı. 80-83 arası Ajda Pekkan yoktu.

  • Peki Türkiyenin Eurovizyon tarihinde en çok beğenilmeyen şarkının Çetin Alpin olması ve bu durumun yıllarca Çetin Alpin üzerine kalması için ne dersiniz?

Çok büyük rezillik. Çetin Alp, Türkiye’nin en büyük şarkıcılarından birisiydi bence çok büyük sesti ki hani şarkı sözünün yazarı Aysel Gürel, bestecisi Buğra Uğur. Onlara bir şey demiyorsunuz neden Çetin Alp günah keçisi oldu.

  • Ki daha kötü şarkılarla da katılmıştık değil mi?

Mutlaka... Yani o zaman bestecisine, onu seçene ve söz yazarına da laf et. Sonuçta saçma sapan bir fanteziydi. İnsanlar bizi anlasınlar diye gönderilmiş. Çünkü o dönem kendi dilinin dışında bir şarkıyla katılamıyordun yarışmaya. Sonradan çıktı İngilizce’yle katılma durumu. Bir de ayrıca milliyetçiydik; ‘vatan, millet, Sakarya’ şeklindeki bir parçayla kazanmayı amaçlıyorduk. Kim Türkçe parçayla kazanmış ki? Çetin Alp katılmadan bir sene önce Neco, “Hani” adlı parçayla katılmıştı.  “Hani”nin tek özelliği İngilizce’deki ‘bal’ sözcüğünü karşılıyor olması. Bu tip numaralara hiç gerek yok, şarkı güzelse oluyor zaten.

  • Ankaranın Türkiye rock tarihindeki yeri malum çok önemli. 90lı yıllarda bu müziğin gelişimine önemli katkıları olan A-Bar, Graffiti, Hard Rock Cafe gibi mekanlar ilk olarak Ankarada açılmıştı... Siz ne dersiniz bu durum için? Hareketliliğin burada başlama sebebi neydi?

Hard Rock Cafe açılıyor ama, sünnet düğünü yapılıp kapanıyor ondan sonra. Doğal olarak adam hemen sözleşmeyi iptal etti. Ankara her zaman Türkiye müziğini besleyen damarı oldu. Çünkü geriye dönüp baktığınızda eskiden beri bir sürü müzisyen Ankaralı. Tanju Okan ilk burada sahneye çıktı, Mazhar Alanson, Alpay ve Selda Bağcan Ankaralılar. 90’lara kadar neredeyse hepsi buradaydı. 90’lardan sonra yavaş yavaş göçtüler İstanbul’a. Buradaki müzik kültürü bambaşka bir şey çünkü İstanbul’da 60’lardaki oluşan kulüp geleneği, Ankara’da çok uzun yıllar sürdü. İstanbul’da hemen başka bir şeye dönüştü ama Ankara’da hep aynı kaldı.

A-Bar, Graffiti, Manhattan 1980’li ve 90’lı yıllarda çok büyük işler yaptılar. Bir çok insanı ilk olarak Manhattan’da izledik. Geçenlerde, yıllar evvel Manhattan’da izlediğim İlhan Erşahin konserinin biletini buldum. Konseri hatırlıyorum bir tane melez kız vardı sesine bayılmıştık. Meğerse o kız Norah Jones’muş. İlhan Erşahin’in orkestrasından büyüme Norah Jones. Norah Jones o dönemde, İlhan Erşahin’in orkestrasıyla beraber yıllarca Türkiye’de şarkı söyledi. Bodrumda barlarda sahneye çıkıyordu her hafta. Ki nitekim İlhan Erşahin’in parçasıyla popüler oldu.

İstanbullu hayalini bile kuramazken, Saklı Kent’e bir sürü grubu izledim. O dönem bir sürü insan İstanbul’dan kalkıp geliyordu. Biz de gidiyorduk İstanbul’a da. 1950’li yıllarda Ankara’da bir sürü de caz konseri oluyordu. Çünkü burada bambaşka bir caz ve caz kulübü kültürü vardı. Cumhuriyet ideolojisinin devamı çünkü burası. Cumhuriyet hep batı müziği üzerinden ilerlerdi. Vals, tango ve marş cumhuriyetin ilk dönemlerinde insanları batıya yönlendirme konusunda önemli araçlar olmuşlardı. O dönem kurulan kulüpler sağlam kulüplerdi ve çok uzun yıllar varlıklarını sürdürdüler.

Mesela şimdi başka bir şeye dönüşse de İlhan Feyman’ın olan Feyman kulüp vardı. O dönem orada bir çok ünlü caz konseri verilmişti. İlhan Feyman da yakın zamanda vefat etti zaten. O da çok büyük adamdı. İstanbul’da nasıl Çatı varsa, Ankara’da Feyman, Alpay’ın Kerpiç’i veya Selçuk Yöntem’in Replik’i vardı. Biz biraz daha para verip Bülent Ortaçgil’i ve Vedat Sakman’ı orada dinlerdik. Çok güzel oluyordu oradaki konserler. Bu bahsettiğim kulüpler yakın zamana kadar vardı yakın zamanda kayboldular.

  • Peki müzikal üretimi, şehrin İstanbula nazaran sessizliğine mi bağlarsınız?

Müzisyenler burada sonuç olarak. Kulüplerde çalan müzisyenler, çalmak için buraya geliyor ve burada kalıyorlar. Zeki Müren’in en büyük işleri Ankara’daki lunapark işleri. İstanbul’da bir ay çıkıyorsa Ankara’da iki ay çıkıyor sahneye. Ankara dinleyicisi de başka çünkü bir Cumhuriyet kadrosu burada hala... Cumhuriyet kadrosu dediğim şey de okumuş yazmış insanlar. İstanbul’da, Adana’da, Kayseri’de, İzmir’de de okumuş yazmış insanlar var ama onlar başka bir ekip başka bir kadro. Bütün önemli üniversiteler burada o dönemde. Dahası diplomatlar burada. Mesela Joe Strummer, babası diplomat olduğu için Ankara’da doğdu.. “En güzel Ankaralıya selam olsun” derler onun için... Neticede caz kulüplerine giden ve caz kulüplerini ayakta tutan da onlar. Replik’e de diplomatlar gelirdi. Bizim 80’lerin sonu 90’ların başı gibi bütün paramızı denkleştirip Bülent Ortaçgil’i dinlemeye gittiğimze bakmayın. Ama orada onları dinleyenler yine diplomatlardı. Ankara’nın diplomat ve devlet kadroları yakın zamana kadar gayet düzgün kadrolardı. AKP’yle birlikte değişime uğradılar.

Fotoğraf: Uğur Ferhat Korkmaz

Kategoriler

Şapgir