OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

‘State of nature’ ve önemli bir not

Batılı klasik siyaset felsefecilerinin kullandıkları bir kavram vardır: ‘state of nature’. Türkçe’ye ‘doğa durumu’ olarak çevirebileceğimiz bu kavram insanlık tarihinde devlet öncesi hipotetik (varsayımsal) bir zaman ve duruma işaret eder. Her düşünür bu durumu farklı tasvir edip oradan yola çıkarak ‘toplumlar nasıl yönetilmeli?’ sorusuna cevap arar. Başka bir deyişle, bugüne dair fikirlerini o hipotetik durumla gerekçelendirmeye veya meşrulaştırmaya çalışırlar. Bu tutum bana biraz sorunlu gözükür, çünkü insanlık tarihinde böyle bir dönemin varlığını kabul etsek bile, o zamanlarda nasıl yaşanıldığını kesin olarak bilmek hiçbir zaman mümkün değilken nasıl olur da güncel iddialarımızı ispatlayamayacağımız o durum üzerine kurarız?

Bu düşüncem temel olarak değişmedi ama Türkiye’nin içinde bulunduğu durum bana Hobbes tarafından tanımlanan biçimiyle doğa durumunu fena halde hatırlatmaya başladı. Burada hakkıyla anlatmak mümkün değil ama kısaca belirtmek gerekirse Hobbes’a göre doğa durumu, belli bir üst otorite olmadığı için herkesin herkesle savaş halinde bulunduğu, tehlikede olduğu, güvende hissedebilmek için de ömrü boyunca daha fazla güç peşinde koştuğu bir durumdur. Doğru-yanlış, hak-haksızlık diye bir şey yoktur, herşey elinizde tutabildiğiniz sürece sizindir. Kuralsızlıktan başka kural, yani hukuk yoktur. Yalan, hile, sahtekârlık işe yarıyorsa kullanılır. Hobbes’a göre bu tip bir hayat yıpratıcı, yorucu ve genellikle kısa olduğu için kişiler, doğa durumunda sadece güçleriyle sınırlı olan istediğini alma özgürlüklerinden feragat ederek kendilerini kısıtlayan bir devlet düzeni içine girmeye razı olurlar. Böylece, daha güvenli, rahat ve uzun bir hayat umarlar.

Gerek siyasi, gerek sosyal hayatıyla Türkiye, Hobbes’un tarif ettiği doğa durumdan çok mu uzak? Topluma bakalım: televizyon reytinglerinden futboluna kadar herşeyi yalan, kurallar varmış gibi ama aslında yok. Siz arabanızla doğru yolda giderken gelmemesi gereken karşı yönden gelen arabaya bırakın bir şey söylemeyi paşa paşa yol verirsiniz çünkü gelenin ‘kim olduğu’, torpidosunda ne olduğu belli olmaz, mazallah Niyazi’yle aynı kaderi paylaşırsınız. Polis sizi döver, sonra size ‘devlet memuruna mukavemetten’ dava açar. Evinize girip hırsızılık yapsalar polise gitmenin bir faydası olur mu? Mahkemeden herşey çıkar ama adalet çıkmaz. Özetle, kimse hiçbir kuralla bağlı değildir ve kimse kimseye güvenmez. Herkes sadece ‘mış gibi’ yapar.

Devlet/siyaset tarafına gelince: ‘Kürt Sorunu’ devleti çürütmeye devam ediyor. “İntihar etti”, “kaza sonucu öldü” veya “çatışmada öldürüldü” denen üst düzey asker ve polislerin aslında devletin başka birimleri tarafından öldürüldüklerine dair kuvvetli şüpheler var. ‘İntihar etti’ denilen Aselsan mühendisinin intihar mektubunun, ‘kaza sonucu öldü’ denen Sevag Balıkçı’nın olay tutanağının sahte olduğu ortaya çıktı. Örnekleri çoğaltmak mümkün; yani o tarafta da herşey yalan.

Tek bir devlet mi var o bile tartışılır, zira devletin farklı elemanları birbiriyle kıyasıya bir kavgaya tutuşmuş durumda. İşte, MİT içinde bazı üst düzey isimler, MİT’in PKK ile işbirliği ve gizli birtakım anlaşmalar yaptığı, hatta operasyonel destek verdiği iddiaları çerçevesinde savcı tarafından sorgulanmak isteniyor. Yürütme, yasama marifetiyle buna müdahale ediyor. “O şunun adamı, bu bunun adamı” diye bir sürü ve birbiriyle çelişen iddialar var. Dışardan bakan birinin, bu kaotik durumun içinden çıkması, kimin kimle ne ilişki içinde olduğunu anlaması mümkün değil. İçindekilerin anladığı da süpheli. Devletin kendisi bir casus romanı olmuş, kimin eli kimin cebinde belli değil.

Manzara böyleyken, sade vatandaştan tut da üst düzey bürokrat ve siyasetçilere kadar kim kendini mutlak güvende hissedebilir, adaletin tecelli edeceğine inanabilir? Yaşadığımız doğa durumu değilse nedir? Hukuk düzeni mi? Yoksa devlet denilen şey özü itibariyle her yerde her zaman kötü mü, yani bu aslında ‘normal’ mi, devlet zaten bu mudur?

not: Geçen hafta Agos’un manşetinden Toros Batak’ın hastalık ve fakirlik yüzünden öldüğünü öğrendik. Bu, öyle “bir garip ölmüş...” diyerek geçeceğimiz bir ölüm vakası değil, çünkü, en başta kaynakların yönetimini ellerinde bulunduranlar olmak üzere, kokuşmuşluğumuzu net biçimde yüzümüze çarpan bir utanç vakasıdır bu. Bırakın okullarla ve diğer kurumlarla ilgili parasal sorunları çözmeyi, yaşlı bir insana rahat bir ölüm sağlamaktan bile acizsek, artık bu vakıf sistemimizin, gerek seçimleriyle gerek idare edilme biçimiyle geldiği gibi gitmesini savunmak ya derin bir gaflet ya da sınırsızlığı insanı korkutan bir riyakârlıktır. Bu konuya daha ayrıntılı biçimde döneceğiz, dönmeliyiz.