OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Vatan da kirlendi

 

Devam eden milliyetçilik tartışmalarının bir parçası olarak, geçen Pazar günkü Sabah gazetesinde Şükrü Hanioğlu milliyetçilik ile, Jürgen Habermas’ın kullandığı ‘constitutional patriotism’ kavramının bire bir çevirisi olan ‘anayasal vatanseverliği’ kıyaslayan bir yazı yazdı. Oldukça doğru noktalara temas eden yazıda anayasal vatanseverlik, milletin türdeşliğini hedefleyen milliyetçiliğin aksine, belli bir siyası yapıya ve o yapıyı ayakta tutan kurumlara duyulan aidiyet ve sadakat olarak tarif ediliyor, dolayısıyla milliyetçilikle vatanseverliğin farklı kavramlar olduğu iddia ediliyordu. Bunun, sadakat kavramı sorgulamaya açık olmakla birlikte, ilkesel olarak kabul edilebilir bir tarif olduğu söylenebilir. Fakat, vatanseverlik kavramının Türkiye bağlamında, hem hâkim siyasi kültürden kaynaklanan, hem de semantik, yani tabirin düz anlamıyla ilgili ciddi sorunları olduğunu düşünüyorum.

Siyasi kültürden kaynaklanan sorun, uzun yıllar boyunca vatan ve vatanseverlik kavramları etrafında yaratılan ideoloji ve tutumdur. Bu sorunlu ideoloji, “Önce vatan”, “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır”, geçenlerde Başbakan’ın da bir mitingde kalabalıklara söylediği “Toprak uğrunda ölen varsa vatandır” gibi örneklerini çoğaltabileceğimiz sözlerde yansımasını bulur. Bu kültürde vatanı sevmek-sevmemek insanlar üzerinde baskı unsuru olarak kullanılır. Ünlü “Ya sev ya terk et” sloganının dayandığı mantık da budur. Siyasi kültürümüzde oldukça baskın olan bu anlayışta, vatanla bağ kan üzerinden, ölmek-öldürmek üzerinden kurulur. Özellikle “Toprak uğrunda ölen varsa vatandır” sözünün yansıttığı zihniyet o kadar çarpık ki, bunu söyleyen, benimseyen insanları bir yerde barış ve huzur içinde yaşamak adeta rahatsız eder. İlla savaş olsun, ölelim, öldürelim ki yaşadığımız yer bize vatan olsun, yoksa olmaz. Tabii ki, birileri gelip yaşadığınız yeri işgal edebilir, siz de varlığınız, özgürlüğünüz için savaşmak zorunda kalabilirsiniz. Fakat, bu zihniyet, zorundalıktan öte, bunu istiyor, bekliyor, hatta arzuluyor. Ezkaza kimse yaşadığı yere göz dikmese, o da ölmek, öldürmek zorunda kalmasa üzülecek, “Yaşadığımız toprak da bize vatan olamadı gitti” diye. Daha olmadı, kendi sefere kalkacak. Bu ideolojide insanın yaşadığı yerle kurduğu ilişkinin ne derece sorunlu olduğu ortada. Bütün bunlar göz önüne alındığında, Türkiye’de milliyetçilik ve vatanseverlik birbirinin zıttı, hatta birbirinden ayrı kavramlar olarak karşımıza çıkmıyor. Bilakis, aynı zihniyet ve davranış kalıplarına işaret ediyorlar, bir elmanın iki yarısı gibi. Sonuçta şunu söyleyebiliriz ki Türkiye’de vatan ve vatanseverlik, milliyetçilik tarafından oldukça ‘kirletilmiş’ kavramlar.   

İşin semantik boyutuna gelince. Vatanı sevmek nasıl oluyor, oldum olası anlayamamışımdır. Vatan derken tam olarak neresi sevilecek? İnsanın yaşadığı köyü, kasabası, şehri mi, yoksa ülkenin sınırları içinde kalan ama hiçbir zaman görmediği ve görmeyeceği her yer mi? İnsan görmediği, bilmediği yerleri nasıl sevecek? Böyle bir şey mümkün mü? Ayrıca, diyelim ki o veya bu sebepten dolayı ülkenin sınırları genişledi veya daraldı, seveceğimiz yerler de otomatik olarak genişleyecek veya daralacak mı? Yok, vatanseverlikten kasıt belli bir yüzölçümünü sevmek değilse, nedir? “Ülkenin çıkarlarını korumak” demeyin, çünkü, malum, ülkenin çıkarının ne olduğu konusunda insanlar arasında bir fikir birliği olmayabilir ki bu da gayet doğal ve meşrudur. Velhasıl, vatanı sevme işinin somut bir temeli yok. (Bana öyle geliyor ki, vatandaşlık kavramı Türkiye’de vatanseverlik kadar ‘çapaklı’ bir kavram değil. Dolayısıyla anayasal vatandaşlık kavramı vatanseverlik yerine ikame edilebilir.)

Bu tartışma bir yana, Hanioğlu Hoca anayasal vatanseverliğin Osmanlı tarihinde, Osmanlıcılık olarak karşımıza çıktığını, dolayısıyla başarısız olsa da anayasal vatanseverlik geleneğimizin olduğunu söylüyor. Doğru, ama hangi Osmanlıcılık? Hepsinin adı Osmanlıcı olmakla birlikte birbirinden temelde oldukça farklı anlayışlar var. Nitekim, Hanioğlu da başka çalışmalarında Osmanlıcılığın, İttihatçılar için Türkçülüklerini gizlemek için kullandıkları bir kılıf olduğunu söyler. Ama bunun ötesinde, Hanioğlu anayasal vatandaşlık anlayışına örnek olarak Namık Kemal’i veriyor ki o da çok doğru bir örnek değil. Bunlar uzun konular ama kısaca iki nedenden dolayı: Birincisi, Namık Kemal’in vatanla kurduğu ilişki tam da yukarıda tarif ettiğim biçimde sorunlu bir ilişki. İkincisi, Namık Kemal, ister samimi düşüncesi, ister ‘taktik’ olarak olsun, devletin yapılanmasını ve meşruiyetini İslami kavram ve kaynaklarda arayan biri ki bu da anayasal vatanseverlik/vatandaşlık açısından kabul edilemez bir tutumdur; çünkü olmazsa olmaz eşitlik ilkesine aykırı olarak nüfusun belli bir bölümünü diğerlerinin üzerine çıkarır. Osmanlı tarihinde anayasal vatanseverliğin örneğini görmek için, İkinci Meşrutiyet’in hemen ertesinde Osmanlı Ermeni parti ve kurumlarına veya başka bir deyişle orta sınıfına ve entelektüellerine bakmak gerekir. Ayrıntılar doktora tezinde artık.