OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Türkiye’de demokrasinin ideolojik ve sosyolojik düşmanları

Farkındayım, bir köşe yazısı için epey iddialı bir başlık oldu. Zaten yazacaklarım da başlığı hakkıyla karşılamaya yetmeyecek, dışarıda bıraktığım birçok şey olacak ama seçimlerin ertesinde demokrasi tartışmalarının yapıldığı bu ortamda bir-iki noktaya değinmek yerinde olacaktır.

Türkiye’de demokrasinin gelişmesinin önündeki en büyük engellerden biri, ağır, yaygın ve ‘derin’ devletçilik anlayışıdır. Türkiye’de birçokları için esas mesele devlet, onun korunması ve bekasıdır. Siyasi yelpazenin neresinde olurlarsa olsunlar, belli başlı bütün partiler (Kürt siyasi hareketi ayrı bir tartışma konusu olmak üzere) devletçidir. Sağ zaten böyle olduğu gibi, solun büyük bir kısmı da böyledir. Suriye’yle savaşa girmekle ilgili ses kayıtları faş olduğunda bütün muhalefetin, AKP’yi falan unutup nasıl devletçi kesildiğini hatırlayın. Bu, yalnız siyasi partiler için de geçerli değildir. Gene hatırlayın, bu ülke, devletin çıkarları söz konusu olduğunda adaletin ikinci planda kalacağını söyleyen hâkimler, Müslüman olmayan vakıfların mülk iadesinin adaletin gereği olsa bile devletin aleyhine olduğu için reddedilmesini söyleyen cumhurbaşkanlığı vetoları gördü.

Bu, bugünün mevzusu da değildir. Klasik Osmanlı-Türk siyaset teorisinde devlet/otorite merkezde olagelmiştir, her şey onun etrafında döner. ‘Devlet-i ebed müddet’ veya ‘Türk devletsiz olmaz’, bu anlayışın ürettiği laflara örnektir. Örneğin, modern döneme kadar Osmanlı siyasetinin hâkim anlayışı olan daire-i adalet de, şu mantığa sahiptir: Devlet için ordu, ordu için para, para için vergi, vergi için reaya gerekir; reayanın vergi verebilmesi için huzurlu bir ortamda çalışıp üretebilmesi gerekir, huzurlu bir ortam için adalet şarttır, adaleti de ancak devlet sağlar. Böylece, devletle başlayan döngü gene devletle tamamlanmış olur. Görüldüğü gibi, bu anlayışta, yönetilenler devletin devamı için gerekli bir unsurdur sadece, adeta sağılacak bir ‘inek’tir. Batı’da ortaya çıkmış, devleti ‘toplum sözleşmesi’nin neticesi olarak gören düşüncelerle basit bir kıyaslama yapmak bile, farkı görmeye yetecektir. Ayrıca, klasik Osmanlı siyaset teorisinde, muhalefete ayrılmış, sistem içi meşru bir yer yoktur. Muhalefet, ortaya çıktığı zaman bertaraf edilmesi gereken bir anomali olarak görülür. Bugün buradan sadece bir adım ilerdeyiz. Seçim, meclis gibi, muhalefete yer veren kurumları eksik gedik de olsa başardık ama formel siyaset dışı muhalefete hâlâ ‘ters’ bakan bir yönetim anlayışımız var. Velhasıl, devleti kutsayan, muhalefeti şeytanlaştıran bu siyasi zihniyet, toplumdaki uzantılarıyla birlikte bu güçlü varlığını sürdürdükçe; devleti, aşkın bir varlık katından hesap verebilir bir organizasyon seviyesine indirmediğimiz sürece, demokrasinin gelişmesi çok zor.

Dönelim topluma... Buradaki kimi zihniyet kodları da demokrasi için başka bir engel. Toplumun kahir ekseriyeti özgürlükçü anlayıştan çok uzak ve katı bir muhafazakârlık içinde. Din kaynaklı muhafazakârlık ağırlıkta olmakla birlikte, muhafazakârlığın tek versiyonu bu değil. Dindar veya değil, herkes başkalarının hayatını da kendi normlarına göre tanzim etme peşinde. Birbirinin hayatına müdahale ‘normal’. Kimse kendi inançlarına göre ama kendi mecrasında yaşayıp gitmeye razı değil, bununla yetinemiyor, geri kalan hayatlar da onun inançlarına göre tanzim edilsin istiyor. Kendi gibi yaşamayanlar görünür olsun istemiyor; onları, hele komşu olarak hiç istemiyor. Herkes herkesin ‘evinin içinde’ olanı bilmek ve ona göre yargılamak istiyor. Özetle, ağır bir kolektivizm ve ahlakçılık kol geziyor. Fakat, ahlakçılık, aile ilişkileri, kadın-erkek ilişkileri ve bel altı meselelerde görülüyor; iş akçeli konulara gelince, ‘üçkâğıtçılık’ bir norm olduğu gibi, aynı zamanda takdir edilen bir maharet. Kendini dindar olarak tanımlayanlar da bundan vareste değil. Başka bir deyişle, başkalarının özel hayatları söz konusu olduğunda sonuna kadar ‘şeffaflık’ hoşumuza gidiyor ama siyaset, ekonomi gibi, kamuyu yani herkesi ilgilendiren konularda şeffaflığı aynı oranda beklemiyor, aynı kararlılıkla talep etmiyoruz.

Yer kalmadığı için ayrıntılara giremiyorum ama milliyetçiliğin ve militarizmin de toplumda yaygın kabul gören değerler olmasının, demokrasiyi sekteye uğratan diğer etkenler olduğunu not edelim.

Malum, liberallik bizim memlekette küfür yerine kullanılır. Ben de, liberalizmin bazı temel önerme ve varsayımlarıyla hemfikir olmadığım için, kendime liberal diyemem ama yukarıda bahsettiğimiz ve aslında cemaatçi kolektivizmin sonucu olan ‘zehirler’e karşı, ‘panzehir’ olarak ‘bir ölçek’ liberalizm iyi gelebilir.