OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Öteden beri, misyonerlik iddiası, Türkiye’deki Hıristofobinin önemli bir bileşeni olmuştur. Üstelik, bu sadece İslamcı çevrelerden gelen bir tavır veya politika olmadı hiçbir zaman. Belki onlardan da fazla, ulusalcı çevreler bunun taşıyıcısı ve yayıcısı oldular.

Hakikatin, bunların hepsinden daha dayanıklı olduğunu anlamadınız mı? Sen de bir, ben diyeyim bir buçuk milyonluk kişinin, hiçbir ayrım yapmaksızın, genci yaşlısı, sağlamı hastası, kadını çocuğuyla, bırak katledilmesini, yollara, dağlara, çöllere sürülmesinin bile haklı, meşru bir gerekçesi olmadığını, olamayacağını; aklını ve vicdanını paraya, güce, prestije veya tembelliğe teslim etmemiş hiçbir insan evladının bunu kabul etmeyeceğini hâlâ anlamadınız mı?

Ayasofya’nın bugün cami olmasını isteyenler 600 sene öncesinin değer ve pratiklerini bugün aynen takip edip, herkesin buna göre hareket etmesini istiyorlar. Ayasofya’nın cami olmasına gerekçe olarak ‘kılıç hakkı’ diye bir şey ileri sürüyorlar. Cami olmuş-olmamıştan ziyade, korkunç olan bu.

Hepimiz adına idareye gönderilen bir yazıdan, yapılan bir girişimden malumatınızın olmadığını söylüyorsanız, ki söylüyorsunuz, sizi asıl tanımayan, sizden habersiz, bu toplum adına girişimde bulunanlardır.

Patrik seçiminde bu anlayış yüzünden defolu, hatalı, ayıplı bir seçim süreci geçirmek zorunda kaldık. Aynı hataya vakıf seçimlerinde düşmemek lazım.

Gerek Beyoğlu’nun yıllardır kangrenleşmiş ve şaibeli durumunu, gerek iki kişiyle karar alma garabetini, gerek Ermeni toplumunun birçok başka sorununu çözecek, en azından çözümün olmazsa olmaz ilk adımı olacak eylem bellidir: Vakıf seçimlerinin bir an önce yapılması.

Sonuçta ‘büyük’ aktörler yağmadan büyük pay, ‘küçük’ aktörler küçük pay aldı. Bunların yanı sıra, kendini ‘haram’dan sakınan Kürtler, Türkler, Müslümanlar olmuş mudur? Evet. Bütün bu sorular ve cevaplar birbiriyle çelişkili değildir, gerçeğin karmaşık niteliğine işaret eder sadece.

Bugün Ermenileri kastederek söylense de söylenmese de, muarız olarak görülen birilerine kötü bir şey söylemek maksadıyla, Ermenileri –ve diğer katliam mağdurlarını– aşağılayan bir söz kullanılmıştır. Nereden baksan yanlış, nereden baksan vahim.

Müttefiklerin açıkça sırt çevirdiği, Ankara’dan kapalı-açık tehditlerin geldiği bu ortamda, üstelik Eylül 1922’de İzmir’in Rum ve Ermenilerine yapılan ve bugün hâlâ ‘düşmanı denize dökmek’ adı altında övünülen muameleler de gözlerinin önündeyken, Ermenilerin bir karar vermesi gerekiyordu.