OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Türkiye’de insan hakları savunusunda ilkesel tutarlılık sağlanamamasının tek sebebi sadece kültür ve kimlik olarak kendine yakın gördüklerini, ‘bizden’ saydıklarını savunmaktan ibaret değil. Hakları ihlal edilen insanların haklarını savunmanın siyaseten muarız kabul edilen bir harekete, akıma yarayacağı düşünülüyorsa Türkiye’deki çoğu ‘demokrat’ da kafasını öte yana çeviriyor, havalara bakıyor.

Farklı kimliklerin, özellikle de Hıristiyanların ve Yahudilerin, bütün toplumla bir arada, eşit, özgür, haklarının sahibi olarak, huzurlu biçimde yaşatılması söz konusu olduğunda cumhuriyet kendi hakkındaki iddiasının tersine, temiz bir sayfa açmadı. Tam tersine, resmî tarih versiyonu üzerinden şeytanlaştırdığı bu insanların takip eden kuşaklarından da intikam almayı sürdürdü.

Nasıl Hamas 7 Ekim’de yaptığı vahşi katliamdan sorumluysa, İsrail de Gazze’de 20 gündür uyguladığı vahşi katliamdan sorumludur. Hamas’ın katliamına bu şekilde karşılık vermek İsrailli yetkililerin tercihidir, bilinçli kararıdır ve sorumluluk da onlara aittir. “Hamas sivillerin arkasına saklanıyor, onları kalkan olarak kullanıyor” diyerek sivilleri öldürmeyi normalleştiremez, meşrulaştıramaz ve öldürmeye devam edemezsiniz.

Batı, içinde bulunduğumuz kriz ânında hem Hamas şiddetini kınayabilir, reddedebilir hem de İsrail’in vereceği karşılığın meşruiyet sınırları içinde kalmasını talep edebilir ve sağlayabilirlerdi ama İsrailli yöneticilerin arkasında ip gibi dizildiler, en sınır tanımaz eylemlerine peşkir tuttular. Ukrayna’da işgalcinin karşısında dururken (ki doğruydu) Filistin’de işgalcinin en büyük destekçisi oldular.

Başka bir husus, kolektif cezanın kabul edilemezliği. Bir cürüm, bir katliam işlendiğinde o suç için sadece failleri cezalandırılabilir; bütün bir topluluğu veya halkı sorumlu tutup cezalandıramazsınız. Son yaşananlarda örneğin, Hamas’ın sergilediği vahşet için bütün Filistinlileri cezalandırmazsınız.

KHK’yla işinden attığınız binlerce kişiye toptan “terörist”, “FETÖ’cü” dedin mi, başka bir şeyi ispat yükümlülüğün kalmamış oluyor. Toplumda da bu, büyük ölçüde kabul edilmiş durumda. Kimi, iktidarla aynı düşüncede olduğundan, kimi “Başıma ne gelir" korkusundan itiraz edemiyor, hatta iktidarın dümen suyuna giriyor. Bunun başını da konumu itibariyle bu tür hukuksuzluklara en çok itiraz etmesi gereken ana muhalefet partisi CHP çekiyor, maalesef.

Azerbaycan’ın insan haklarına ve özgürlüklerine, azınlık haklarına saygılı bir hukuk devleti olduğunu ve güvencenin de bu olduğunu söylemek komik bile değil. Karşımızda gerçekten iyi niyetli bir yönetim olsa, Karabağ Ermenilerinde güven duygusunu tesis edecek önlemleri, örneğin, entegrasyon süreci boyunca uluslararası gözlemcilerin Karabağ’da bulunmasını kabul ederdi. Fakat biliyoruz ki Aliyev rejiminin Ermenileri Karabağ’da tutmak gibi bir niyeti yok.

Özellikle okulu veya hastanesi olan, uhdesindeki gayrimenkuller belli bir seviyenin üzerinde olan vakıfların yönetimi artık gönüllülük esasına göre değil profesyonelce ve tam zamanlı olarak yapılması gereken bir iş. Burada sözünü ettiğimiz ofis vakıfların yönetiminde profesyonellerin katkısını da artıracak bir model olur ki bu da iyi bir şeydir.

Vakıfların ve ona bağlı olarak da toplumumuzun daha iyi bir duruma gelebilmesi, daha kaliteli eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler alabilmesi için vakıflar arası koordinasyon hayati bir meseledir, ondan da öte şarttır.

Şunu açıkça ortaya koyalım: Katolik-Apostolik –veya Protestan– ayrımı kimden veya nereden gelirse gelsin kabul edilebilir değildir. Bir Apostolik, nasıl, adında Katolik geçen bir vakfın yönetimine aday olabilmeli, seçimlerinde oy verebilmeliyse, bir Katolik de seçim bölgesinde bulunan tüm Ermeni vakıflarının seçimlerinde aday ve seçmen olabilmelidir. Aslında, mezhebin konu dahi olmaması, kimsenin kimseye mezhebini sormaması gerekir.