OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Dar gelirli, kiracı veya tek bir evi olan yüzbinlerce ailenin böyle bir durumda çaresiz kalması söz konusu. Evet, devlet binaların depreme dayanıklılık testini zorunlu tutmalı ama dar gelirli vatandaşlara da hem bu testi yaptırma konusunda, hem de sonrasında tahliye veya güçlendirme zorunluluğu doğarsa bu konularda destek olmalı. Alternatif konut sağlamak, kira yardımı yapmak gibi... Evet, tüm bunlar para, zaman ve iş gücü olarak devasa kaynaklar gerektiriyor ama büyük devlet böyle olunuyor.

Bu dayanışma ortamında bile, yardıma gelen binlerce yabancıdan da utanmayarak, hâlâ “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” diyebilen de var. Tabii ki, Türklük için değil, yardıma ihtiyacı olan insanlara insanlık adına yardım etmeye geldiler. Onlar da, “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmaz, biz Türk değiliz, Türk olanlar yardıma gitsin” mi deselerdi? Hem, bu kadar ülkenin yardım etmesi dahi yetmiyorsa, ne olsaydı bu insanlar “Tamam, Türk’ün Türk’ten başka dostu da varmış” diyeceklerdi?

Böylesine mahşerî bir ortamda, günlerdir kendileri, aileleri, çocukları aç susuz kalmış insanların, dükkânların kapılarını, pencerelerini kırarak yiyecek almalarına kimsenin söyleyecek bir sözü olamaz. Öte yandan, bu ortamdan istifade ederek elektronik eşya, beyaz eşya gibi acil ihtiyaç olmayacak eşyaları veya doğrudan depremzedelere yapılan yardımları çalanlar, şüphesiz, yukarıda belirttiğim insanın alçalabileceği mertebelere örnektir. Gel gelelim, kimse televizyon veya çamaşır makinesi çaldı diye infaz edilemez, işkenceye uğratılamaz. Yargısız infaz ve işkence hiçbir şartta, hiç kimse için kabul edilemez.

Yıkım çok büyük ve yaygın. Bunun karşısında devletin hazır kuvvetlerinin yetersiz kalması bir dereceye kadar anlaşılabilir. O zaman kibri bir tarafa bırakır, yetersiz kaldığını kabul eder, yardım edebilecek herkesin, her kesimin önünü açar, işini kolaylaştırırsın, içten ve dıştan. Fakat sorun şurada ki devlet adamları, deprem sonrasında yapılması gerekenleri ne yaptılar, ne de bunların yapılmasına izin verdiler.

Halklar birbirine tabii ki toptan düşman değildir. O açıdan Paylan haklı. Yani, bir halkın her bir bireyi, diğer halkın her bir bireyine düşman olamaz (ama aynı mantıkla kardeş veya dost da olamaz). Halkların arasında ezelden gelip ebede giden, hiç değişmeyecek, ortadan kalkmayacak bir düşmanlık da yoktur. Öyleyse, barışı ‘halkların düşmanlığı’ önkabulu üzerine inşa etmek derken neyi kastediyorum?

Peki, Hrant Dink’in bu iki konuya, yani soykırım ve diaspora meselelerine bakışı nasıldı? Tabii ki, burada bu soruya kapsamlı cevaplar verecek kadar yerimiz yok. Fakat, en azından “soykırım demez” miydi, “diasporaya karşı” mıydı, bu sorulara cevap verebiliriz.

Peki, Türkiyeli diyeceğiz de ne olacak, bu tabirde ısrar niye? Başta da söylediğim gibi, bizim ihtiyacımız olan şey bu ülkede yaşayanların üzerinde anlaşabileceği, herkesin kendini ait hissedebileceği bir tanım ve kategori yaratmaktır. Türkiye’de toplumsal barışı tesis etmenin yolu buradan geçer, çünkü böylece kimse kendini siyasi ve sosyal bir hiyerarşinin alt basamaklarında görmeyecek, eşit olduğunu hissedecektir.

HDP’nin kendi adayını çıkarması siyaseten doğru karardır. Erdoğan’ın ilk turda %50+1 alıp almamasını etkilemez. Daha da ötesi, HDP'nin de söylediği gibi, kendi adayını çıkarmak müzakereye kapıyı tamamen kapatmak manasına gelmez. Bunları söyledikten sonra, kendi söylediğime bir şerh düşmek istiyorum. Şöyle ki, ‘pazarlık’ derken duruma göre her adaya oy verilebileceğini kastetmiyorum. Bunları Mansur Yavaş’a istinaden söylediğimi tahmin etmişsinizdir.

En temel doğruları ifade eden bu sözler karşısında âdeta infiale kapılarak öfke dolu cevaplar veren, yorumlar yapan sadece mevcut iktidarın destekçileri de değil; en az onlar kadar kendini muhalif olarak tanımlayanlar da Babacan’ı “bölücü”, “hain” olarak tanımlamaktan kaçınmamışlar. Bu da bize, Türkiye’deki demokrasi sorununun iktidarla sınırlı olmadığını bir kere daha gösteriyor.

Her çağın yaşlılığı (o manada çocukluğu, gençliği de) ve yaşattığı tecrübeler aynı değil. Bu söylediğim yalnız teknolojik ve tıbbi imkanlarla sınırlı olan bir durum da değil. Çağa göre değişim gösteren zihniyet, kültür ve onlar vasıtasıyla toplumda yaşlıya ve yaşlılığa olan bakış da en az onlar kadar etkilidir. Bunlar, yani teknoloji, tıptaki gelişmeler ve kültür hepsi içiçe geçmiş biçimde ilerler.