Taksim, makam ve Ermenilik

Haig Aivazian, Lübnan’da yaşayan, genç bir sanatçı. Ekim ayında, The Moving Museum İstanbul sergisinde yer alan ‘Hastayım Yaşıyorum’ adlı çalışmasıyla tanıdığımız Aivazian’ın, Udi Hrant’ın yaşamına ve müziğine dair araştırmasından yola çıkarak ürettiği bu yapıtı 2015 Venedik Bienali kapsamında Ermenistan pavyonunda sergilenmek üzere seçildi. Bu durum, sanatçıyı ikinci defa, kendisine esin kaynağı olan Udi Hrant’ın yaşadığı şehre, yani İstanbul’a getirdi.

Bienal için burada sergilenen heykelin farklı bir versiyonunu üreten ve efsanevi udiyle ilgili araştırmasına devam eden sanatçıyla bir araya gelerek, Osmanlı Müziği’ni, ud geleneğini, sanatsal yaklaşımını ve Ermenistan pavyonunun bu yılkı teması olan ‘Ermenilik’i konuştuk.Türkiye’yle geçmişten gelen bağlarınız var. Aileniz nereden göç etmiş?

Büyükbabam Diyarbakırlı, büyükannem Erzurumluymuş. Soykırımdan kaçıp, aileleriyle birlikte Suriye’ye göç etmişler. Sanırım orada evlenmişler. Babam yoğun olarak Kürtlerin yaşadığı Derek’te dünyaya gelmiş, genç yaşında Lübnan’a taşınmış.

İstanbul’la nasıl bir ilişkiniz var?

Bu benim İstanbul’a ikinci gelişim. Burada, bir müzisyen hakkında araştırma yapan, Lübnanlı bir sanatçı olarak bulunuyorum. İstanbul’da olmak benim için tuhaf bir deneyim. Doğrudan işaret etmek istemesem de, kökenlerim ve soykırıma dair meseleler sürekli olarak açığa çıkıyor. Sanatçılar genellikle, bu tür konuların, yaptıkları işlere ağır yükler bindirmesini istemez. Ben yapıtlarımın bu gerçeklere, belli belirsiz ama sürekli duyulan bir vızıltı halinde işaret etmesini tercih ediyorum. Bu vızıltı sizi hep rahatsız edecek ama belki de biri onu susturana kadar kaynağını tam olarak anlayamayacak, fark edemeyeceksiniz. Bu etkiyi yaratmak isterdim. Aynı zamanda müziğin yarattığı hazzı da iletmek istiyorum. Geniş ve oyunbaz bir alanda ilerliyorum, bu da projemi bölümlere ayırıp farklı mecralarda ele almamı kolaylaştırıyor.

Udi Hrant’ın yaşamından ve müziğinden esinlenen projeniz nasıl başladı?

Uzun zaman önce, Udi Hrant’a ait kayıtları dinliyordum. Şarkıların sözleri Türkçeydi. Sonuncu şarkı ise Türkçe başladı, Ermenice devam etti. İlk defa böyle bir makamda Ermenice bir şarkı dinliyordum. Yıllarca, bundan hareketle bir çalışma yapmak istedim. The Moving Musuem’un İstanbul’daki projesi ortaya çıkınca harekete geçmeye karar verdim. Tam olarak ne yapacağımı bilmiyordum ama araştırmaya başlayıp ortaya neler çıkarabildiğimi görmek istedim.

Udi Hrant’la ilgili araştırmanızda, size en çok ilham veren ne oldu?

Böyle bir konuyu araştırmak hedefiyle yola çıktığınızda, kendinizi çok geniş bir alanda buluyorsunuz. Karşıma Osmanlı İmparatorluğu’nda azınlıkların rolü, Ermeni kimliği, modern Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş, bu geçiş sürecinde müzik tarihi ve folklor alanındaki manipülasyon ve yapılandırmalar çıktı. Tabii ki proje bu konuların hepsini etraflıca ele alamıyor. Fakat araştırmam boyunca, birbiriyle ilişkilendirebileceğim hikâyeler bulmaya çalıştım.

Baştan beri ilgi duyduğum, bütün projenin yapısını ortaya koyan iki kavram var: Makam ve taksim. ‘Makam’, Arapça kökenli, başlangıçta tapınaklar için kullanılan bir terim; aynı zamanda, toplum veya millet oluşturmak için bir araya gelen insanların toplandığı yer. ‘Taksim’ ise, bölünmeyi ve dağılmayı ifade eder. Bu iki kelimenin politik ve jeopolitik yansımaları da var. Müzikal anlamda birbirine sıkı sıkıya bağlı olan bu iki terim, aslında zıt anlamlar taşıyor. Biri bütünlüğü, diğeri bölünmeyi ifade ediyor. Peki bunlar nasıl bir arada var olabiliyor? Türkiye tarihindeki azınlıklara dair gerginlikler ve karmaşıklıklar hakkında konuşabilmenin yollarını arıyorum. Udi Hrant’ın bizi bu yolda yönlendirebilecek, mükemmel bir halk şairi, ozan veya Blues şarkıcısı olduğunu düşünüyorum.

Dolayısıyla bu araştırma hem müzik hem de Udi Hrant’ın biyografisi üzerine...

Onun yaşamöyküsünü keşfetmeyi ve bu sayede daha çok tarihsel anlatıları açığa çıkarmak istiyorum. Udi Hrant’la ilgilenmemin çeşitli nedenleri var. Bunlardan biri, yaşadığı dönem. Cumhuriyete geçişe ve ‘Sanat Müziği’ olarak tanımlanan türün patladığı döneme tanık olmuş Udi Hrant. Diğer neden, kendine özgü şarkı söyleme tarzı ve taksimlerdeki ustalığı. Sonuncu neden de, doyumsuz bir seyyah olması. Körlüğüne çare bulmak için sürekli seyahat etmiş. Gittiği her yere müziğini de taşımış. Buna paralel olarak, Ermeni kültürünün, soykırımdan yıllar sonra da, göç ve diaspora, yerinden edilme ve yerleşme, taksim ve makam aracılığıyla nasıl başka yerlere yayıldığını görmek ilginç.

Proje kapsamında ürettiğiniz obje enstrüman görevi görmese de, bunun üretimi için bir ud ustasıyla işbirliği yapmayı tercih ettiniz. Bu neden önemliydi sizin için?

Müzisyenlerde olduğu gibi zanaatkârlarda ve ud ustalarında da bir usta-çırak ilişkisi var. Bu ilişki, beni ilgilendiren bilgi aktarımının başka bir yolu ve farklı bir arşiv çalışması. Dolayısıyla bir marangoz da aynı işi yapabilirdi belki ama ben bir ud ustasıyla çalışmak istedim.

Ürettiğimiz obje bir udu andırıyor. Heykeli yapan ud ustası Mehmet Caymaz, ona ‘tabut’ diyor. Bu laf ne zaman ağzından kaçsa benden özür diliyor, fakat obje gerçekten de bir anlamda tabut. Çünkü bir neslin, kültürün ve bilincin susturulmasını ve kaybedilmesini anlatıyor. Bu tuhaf ud heykeli, aynı zamanda, insanların onun içinde var olan fakat dışarıdan duyulmayan titreşimleri, bu sonsuz ama sessiz ekoyu hayal etmelerine olanak sağlıyor. Bu şekilde yankılar yaratıyor.  

Soykırımı anmanın veya onun tanınması için çabalamanın gerekli ve önemli olmadığını söylemiyorum, fakat soykırımın Ermenilikle eşitlenmesinin problemli olduğunu düşünüyorum.

“Soykırımın Ermenilikle eşitlenmesi problemli”

Bu proje 2015 Venedik Bienali’nde, Ermenistan pavyonunda sergilenmek üzere seçildi. Bu konuda ne hissediyorsunuz?

Ermenistan pavyonunun bu yılki teması ‘Armenity’ (Ermenilik). Bildiğim kadarıyla bu yıl ilk defa Ermenistan’ı diaspora sanatçıları temsil ediyor. Bienal Ermeni Soykırımı’nın 100. yıldönümüne denk geldiği için, bu bir tesadüf olmasa gerek.

Bu girişimde, böylesine eski, çeşitlilikler barındıran, zengin bir geçmişi ve çok aktif bir güncel kültürü yüzeyselleştirme ve tek bir trajik olaya indirgeme tehlikesi var. Soykırımı anmanın veya onun tanınması için çabalamanın gerekli ve önemli olmadığını söylemiyorum elbette, fakat soykırımın ‘Ermenilik’le eşitlenmesinin problemli olduğunu düşünüyorum.

Sergideki diğer sanatçılarla kendi sanatsal pratiğim arasında pek ortak nokta olduğunu görmedim şimdiye kadar. Başlıca ortak noktamız, soyadımızın sonuna eklenen üç harf. Bunun haricinde, kavramsal bir bağ yok. Bienaldeki pavyonların ‘ulusal’ olması ve sanatçıların ulusları temsil etmesi, başlı başına, büyük bir mesele. Fakat işimin birlikte sergileneceği sanatçılara çok saygı duyuyorum ve çalışmalarımı onlarla böyle bir platformda paylaşacağım için heyecanlıyım.



Yazar Hakkında