“Ortak Acı” ne diyor?

Ohannes Kılıçdağı, Agos’ta bu hafta yayımlanacak yazısında ‘ortak acı’ söyleminin düşündürdüklerini ve hükümet yetkililerinin açıklamalarını yazdı: "Resmi söylemde bile yüzbinlerce kişinin katledildiği, onbinlerce kadına tecavüz edildiği, çocukların köleleştirildiği bir olgu için “safsata” benzeri bir tabir kullanmaya hakkınız yok. Kullanıyorsanız, bahis konusu olanın ne olduğunu bilmiyorsunuz, ahlaki ağırlığı ve derinliği hakkında hiçbir fikriniz yok demektir. Hükümet böyle çelişkili diller kullanınca bize düşen de bunu söylemek oluyor haliyle."

Son yıllarda Ermeni Soykırımı’nın çerçevelenmesinde ağırlık kazanan söylem ‘ortak acı’. Gerek hükümet, gerek kimi kalemler, bu tavra yakın. ‘Ortak acı’ tabiri en az iki ima veya anlam barındırıyor. Birincisi, “Acınızı anlıyor ve ona ortak oluyoruz, acınız acımızdır” iması. Fakat, bundan ziyade hükümetin ve diğer aktörlerin vurguladığı “Yalnız Ermeniler değil herkes o dönem acı çekti, mağdur oldu, yani acıda ortaklaştılar” ifadesi oluyor. Böylece, Ermenilerin başına gelenin özel bir durum olmadığı söylenmiş oluyor. “Birinci Dünya Savaşı o güne kadar insanlığın görmediği büyük bir felaketti, o zor ve kaotik yıllar içerisinde milyonlarca insan gibi Ermeniler de acılardan paylarına düşeni aldılar” derler. Burada olay neredeyse bir tabii afete indirgenir, sanki bir deprem olmuş da herkes altında kalmış gibi. Onun için de, ‘Düzce Depremi’ der gibi, ‘1915 olayları’ denir, gayet nötr, düz... Bu anlatıda ne yok? Ermenilerin zamanın iktidar sahiplerinin verdiği bir karar ve uygulamaya konduğu bir plan neticesinde yollara sürüldüğü ve öldürüldüğü yok. Yani, sorumlu yok, fail yok. Sorumlu olmayınca suç yok, suç olmayınca maddi-manevi tamir ve tazmin edecek bir şey yok. Bu noktayı muhtemelen bilerek gözlerden kaçırmaya çalışan bazıları Avrupa Parlamentosu’nun son kararını “seçici olmak”la suçladı, yani sadece Ermenileri gördüğünü, diğer acıları görmediğini söyledi. Hayır, seçici olan AP değil, İttihatçılardı. Ermenileri ilk ‘seçen’ onlardı. AP, buna işaret etti sadece.

‘Ortak acı’ modelinde günün sonunda bir nevi eşitlik veya denklik durumunda olduğumuzu kabul edeceğiz ve öpüşüp barışacak, geleceğe bakacağız. Kulağa hoş geliyor ama malumdur ki adalet hissi tatmin edilmeden barışın zemini olmaz. Adaletin birinci şartı da, olanı olduğu gibi anlatmaktır. Burada kastım herkesin mutlaka soykırım demesi değil ama olayların bağlamının, şartlarının çarpıtılmaması.

Geçen sene Erdoğan’ın, bu sene Davutoğlu’nun yayımladıkları taziye mesajları yukarıdaki çerçevede değerlendirilebilir. İki mesaj da acılar arasında ayrım yapılmaması gerektiğini söylüyor. Evet, doğru, acılar arasında ahlaken ve insani bağlamda bir ayrım ve hiyerarşi ne doğru, ne de mümkündür, çünkü bireysel acıları vuracağımız bir terazimiz yok. Fakat, o acılara yol açan olaylar arasında pekâlâ, siyasi ve hukuki düzlemde kategorik farklar olabilir. ‘Oğlunu veya kocasını cepheye gönderip kaybetmiş bir kadın mı, yoksa bunları göç yollarında kaybetmiş bir kadın mı daha fazla acı çeker?’ diye tartışmak abestir ama bu ölümleri birbirleriyle eşitlemek de manipülatiftir, insanların gözüne kum atmaktır. Aslında iki durumun da sorumlusu ve dolayısıyla dönüp hesap sorulacak makam bellidir: Devlet. Halbuki, bugünün muktedirlerinin –ve aslında çoğunluğun– tercihi, o günün muktedirlerine sahip çıkmaktan yana oluyor. Aslında Davutoğlu, taziye metninde “Birinci Dünya Savaşı’nda yaşananların nedenlerini ve sorumlularını tespit etmek mümkündür” diyor ama şimdiye kadar hükümette bunu öne çıkaran bir tavır görmedik. Zaten Davutoğlu da bu cümleyi, sorumluluğun Türk milletine yüklenemeyeceğini söylemek için bir girizgâh olarak kullanıyor ki o konuda haklıdır. Soykırımın failleri milletler değil kişilerdir. (Buradan soykırımlara sivil halk katılımı olmadığı sonucu çıkmaz ama o ayrı bir konu). Kimi Ermenilerin kolektif bir fail olarak Türkleri gösteren, hatta nefret söylemine varan bir dil kullandığı da doğrudur. Fakat, içeride ve dışarıda, bu söylemi kabul etmeyen, karşı çıkan yığınla Ermeni var. Dolayısıyla, olup bitenin soykırım olduğunu söyleyen veya adaletin sağlanması gerektiğini düşünen herkesi de nefret söylemi üretiyormuş gibi göstermek doğru değil. Nitekim, elinizde tuttuğunuz gazetede, katillerin yanı sıra, Ermenileri kurtaran Türkler/Kürtler/Müslümanlardan haftalardır bahsediliyor.

Öte yandan, Türkleri kolektifleştirme eğilimi yalnız Ermenilerde yok, Türklerde de var! Örneğin Bülent Arınç, “Biz soykırım yapmadık” diyor. Sayın Bülent Arınç, tabii ki siz soykırım yapmadınız. Soykırımı yapanlardan, bugün yaşayan kimse yok. Sizin yapmanız gereken, sadece, soykırımcılarla kendinizi özdeşleştirmekten vazgeçmek.

Bir şeyin hakkını verelim. Gerek Erdoğan’ın, gerek Davutoğlu’nun metinleri Türkiye Cumhuriyeti’nin onlarca yıldır bu konuda takındığı tavır ve ürettiği söylemlerle kıyaslayınca daha insani bir pozisyondur. Hatırlayalım, devlet önce bir sessizlik duvarı yaratıp uzun süre kulağının üstüne yatmayı tercih etti. “Ne olmuş ki? Anadolu’da Ermeni mi varmış?” havasındaydı. 1970’lerden hemen hemen 1990’ların sonuna kadar, ASALA etkisiyle de, bu sefer, asıl soykırımı Ermenilerin Türklere yaptığı söylemi ağırlık kazandı. Devlet birden Anadolu’da Ermeni varlığını hatırladı ama ‘katil Ermeni’ olarak... Faillerin buhar olduğu, kurbanların sayıca çoğaldığı, türünün tek örneği bir soykırım olarak tarihe geçirilmeye çalışılan bu girişim sırasında kullanılan dil düşmanca ve saldırgandı. Dolayısıyla, mezkur metinlerdeki dil ve pozisyon bundan çok daha iyidir ama öte yandan, aynı Erdoğan, şu an Türkiye’de bulunan Ermenileri tekrar toplu olarak tehcir etmekten dem vuruyor! O zaman, insan ister istemez, taziyenin samimi bir üzüntüden değil, siyasi bir manevradan kaynaklandığını düşünüyor. Yalnız o da değil, hükümete mensup başkaları tarafından kullanılan dil eskiyi hatırlatıyor ve çelişki arz ediyor. Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, AP’nin kararı için soykırım için “safsata”, “goygoy” tabirlerini kullandı. Bir kişi, diyelim ki kasıt unsurunun sabitliği konusunda kuşkulara sahiptir ve dolayısıyla olup biteni soykırım olarak görmüyordur. Katılmam, ama bir argümandır. Fakat, resmî söylemde bile, yüzbinlerce kişinin katledildiği, onbinlerce kadına tecavüz edildiği, çocukların köleleştirildiği bir olgu için “safsata” benzeri bir tabir kullanmaya hakkınız yok. Kullanıyorsanız, bahis konusu olanın ne olduğunu bilmiyorsunuz, ahlaki ağırlığı ve derinliği hakkında hiçbir fikriniz yok demektir. Hükümet böyle çelişkili diller kullanınca, bize düşen bunu söylemek oluyor haliyle.

Kategoriler

Güncel Türkiye Gündem



Yazar Hakkında

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ