‘Kadınlar 1915 ve 1938 anlatılarında bugünü arıyor’

‘İradenin İyimserliği’, 2000’li yıllarda kadınların yüz yüze kaldıkları sorunlara ve farklı kollara dağılan üretimlerine 14 farklı metinle bakıyor. Derlemede yer alan metinlerden biri 1915 veya Dersim 1938’den yola çıkan kadın yazarların üretimine odaklanan ‘İçlerini Ateşe Gösterenler’ başlıklı inceleme. Metnin yazarı Sema Aslan, acının edebiyata konu olmasını ve kadın yazarların geçmişle bağını anlattı.

Ayizi Kitap’tan çıkan ve Aksu Bora’nın derlediği ‘İradenin İyimserliği’, 2000’li yıllarda kadınların yüz yüze kaldıkları sorunlara ve bu sorunlara rağmen farklı kollara dağılan üretimlerine 14 farklı metinle odaklanıyor. Kitapta yer alan bu metinlerden biriyse geçmişle hesaplaşma ve kadın yazarların bunu nasıl üstlendiği üzerine. 1915 Ermeni Soykırımı veya 1938 Dersim Tertelesi’ndan yola çıkan kadın yazarların, 2000’lerdeki üretimine odaklanan ‘İçlerini Ateşe Gösterenler’ incelemesi, son yıllarda daha görünür olan yüzleşme ve geçmişle hesaplaşma meseleleriyle hemhal olan üretimlerin eleştirel bir okumasını yapıyor. İncelemenin yazarı Sema Aslan’la bir araya geldik; acının edebiyata konu olmasını, tanıklığın önemini ve kadın yazarların geçmişle bağını konuştuk.  

1915 ve 1938 anlatılarını birlikte incelemeye nasıl karar verdiniz?

Aksu Bora, 2000’li yıllarda Türkiye’de kadın yazarların üretimlerine dair bir çalışma yapmamı önerdiğinde, gayet pratik bir nedenle, istemesem de göreceğim, kendimi okumaktan alıkoyamayacağım bir alana eğilirsem daha verimli sonuçlar alacağımı düşündüm. Entelektüel yaklaşımın gereği olarak değil de, daha kaçınılmaz ve kişisel bir ilgiyle o metinlere bakma kaygısı vardı. Kişisel hikâyemin 1915 ya da 1938’le doğrudan bir ilişkisi yok. Kuşaklardır Vartolu olan, Alevi bir aileden geliyorum. Ama tam da bu nedenle, yani dosdoğru bir ilişkim olmasa da kendimi bir silsilenin parçası olarak hissetmem nedeniyle, bu tarihlerin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Kadın yazarlar ayağına baktığımda başka birtakım detaylarla da karşılaştım. Kadınların bakışında, sadece geçmişi tekrar öğrenme kaygısı yok, ondan öte bugünü kavrama kaygısı var.

Kadın yazarların geçmişle nasıl bir bağ kurduklarını gördünüz?

Hem 1915, hem de 1938 anlatılarında yaşanan büyük acılar gibi daha başka ortaklıklar da var. Örneğin Jaklin Çelik’in ‘Öfkenin Şenliği’ kitabı ile Nezahat ve Kazım Gündoğan’ın ‘Dersim’in Kayıp Kızları’ kitabında ortak olan şey, bezlere sarılmış, kuşak atlayarak torunlara ulaşan saçlardır. Konuyla ilgili olarak okuduğum hemen herkes, her iki durumda da arkeolojik bir çalışma yaparcasına “Ne olmuştu?”, “Birbirini anıştıran davranışlar aslında nasıl bir tecrübeye dayanıyor?” gibi sorular soruyor ve elbette kimlik meselesini tartışıyorlar. Bu anlatılarda birtakım ortaklıklar yakalanabileceği sürpriz değildi tabii ama yine de şaşırdım, çünkü çıkan ses aynı; o seste aranan şey, bugün, şimdi. Kadınların derdest edilmesi, sömürülmesi ve asimile edilmesi, aslında bugüne yönelik bir hiledir diye düşünüyorum. Makas değişmiş oluyor. “Eğer ben o geleneğe ait kalsaydım, bugün yaşadığım hayat farklı olabilecekti” gibi bir fikre tekabül ediyor sanki o ses.

Kuramsal çerçeveyi çizerken, Marc Nichanian’ın ‘tanıklığın imkânsızlığı’ ifadesini alıyor, bu ifade ve ‘edebiyatın ne işe yaradığı’ sorusu arasında sıkışıp kaldığınızı söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Tanıklar zaten öldüğü için tanıklığın imkânsızlığına tanıklık ediyoruz, diyor Nichanian. Bu ve edebiyatın aslında ne işe yaradığı sorusu, aralarında salınabileceğimiz iki uç. Fakat yaklaşma çabası önemlidir. 1915 ve 1938’i Ermeni ve Alevi kadınların yazıyor olmasının da, Ermeni ve Alevi olmayan kadınların yazıyor olmasının da anlamı var. Kimse tarihten muaf değil. Hepimiz bir geleneğin uzantısıyız; gelenekler yol alırken birbirleriyle karşılaşır, çatışır, belki uzlaşır ya da yollarına dargın devam ederler. Yaklaşma çabasındaki kasıtsa şu: Sanatın bir yarayı görüp ona eğilmesi, onun orada olduğunu fark etmesi, belki bir tür yanılsama yaşadığını düşünüp bir an başını çevirmesi ama sonra mutlaka tekrar dönüp bakması, o yaraya dokunmaya çalışması, onu kurcalaması. Bunun da yeterince önemli olduğunu düşünüyorum.

Ermeni veya Alevi kadın yazarların bakışı ile Ermeni veya Alevi olmayan kadın yazarların bakışı arasında bir farklılık olduğunu düşünüyor musunuz?

İçeriden yapılan anlatılarda bir tür ilan etme hali var sanki. Diğer anlatıların kimindeyse, bir anlama ve yaklaşma çabası var. Biraz da bu yüzden, sadece kitapları okumadım, sonrasında yazarlarla yapılan söyleşileri de önemsedim. Bu konu neye istinaden onların sorunsalı oldu? Ya da ne kadar sorunsallaşabildi? “Samimiyet” biraz tehlikeli bir laf olur, fakat “neden?” sorusunu anlamlı buluyorum. Aslında hikâyeler birbiriyle konuşuyor ve bazen birbirini yanıtlayabiliyor hatta değilleyebiliyor. Mealen söylüyorum, bir metin ‘bu yarayı iyileştirmen mümkün değil mi?’ “Acıları çocuğuna aktarmaya değdi mi?” diye sorarken, öbürü “Aslında bütün çabanız unutulmasın, hesaplaşılsın, yüzleşilsin değil mi?” diye soruyor. Evet, sanat soru sorar ama okura ucu açık sorular bırakmakla kalmaz, kendisiyle paralel ilerleyen diğer üretimlerle bir diyalog içine girer. Bu da az buz bir şey değil.

‘Acıları çocuğuna aktarmaya değdi mi?’ sorusu, araştırmanızda da değindiğiniz, Ece Temelkuran’ın ‘Ağrı’nın Derinliği’ kitabından.

Temelkuran “Geleneği devam ettirmek bir çocuğun acı çekmesine değer mi?” sorusunu, Los Angeles’ta yaşayan klinik psikolog Maral Babian’a soruyor. Psikiyatrist, kızına 1915’i anlattığını, kızının odasından günlerce çıkmadığını anlatıyor. Babian bence ufuk açan bir cevap veriyor, “öğrenmezse kaybolur” diyor. “Değer miydi?” sorusunun ya da “Kendini yarandan kurma” önerisinin bambaşka bir karşılığı olabilir. Evet değer, çünkü burada aynı zamanda yas tutma izni var. Yas tutamadığın, buna iznin olmadığı vakit, “Benden sonrası tufan” gibi hissedebilirsin pekâlâ. Yas tutmaktan vazgeçtiğim gün, yaşayan son Alevi olacağıma inanıyorum. Yas bir devamlılık burada.

Bu durumda yasın içeriği nasıl doluyor?

Yas sadece bir kayba ağlamak değil. Aynı zamanda ihanete karşı direnmek ve pozisyon almaktır. Böyle bakınca, basbayağı kimliğin kurucu unsurlarından biri de olabilir.

‘38’e dair yazılanlar 1915’e kıyasla daha az’

Araştırmanın yer aldığı derlemenin odağı 2000’ler olduğu için, araştırma 2000’li yıllardaki üretime odaklanıyor. Öncesine dair bir araştırma yaptınız mı?

Sistematik bir okuma yapmadım. Fakat elbette Ermeni Diasporası’nın anıları, romanları, tanıklıkları var. Ama Dersim’e baktığımızda durum değişiyor;  2000’lerde de 38 Tertelesi hakkında yazılanlar, 1915’e kıyasla daha az; içeriden bir bakışla yazılanlar daha da az; hele kadın olup içeriden yazanlar çok daha az. Anladığım kadarıyla, Dersim’i Dersim’den okuyan metinler, 12 Eylül’den epey sonra yazılmış edebiyat dünyasında. Onun da öncesinde, daha çok devlet söylemiyle örtüşen, Türk- Kürt ilişkisini iktidar üzerinden romantize eden metinlere rastlanıyor.  

‘Sessizliğe tanıklık etmek de önemli’

1915’le ilgili, Fethiye Çetin’in ‘Anneannem’ kitabıyla başlayan tanıklıklar önemli bir yer teşkil ediyor. Bu tanıklıkların mahiyetiyle ilgili neler söyleyebilirsiniz?

1915’le ilgili tanıklıklar, yoğun bir şekilde öne çıkıyor. 1938’le ilgili olarak, belki asmilasyon politikalarının yansımasıdır, hakikaten daha az üretim var. Burada önemli olan soru şu: Tanık olmaktan neyi anlıyoruz? Mesela Jale Sancak’ın “Nişantaşı” öyküsüne bakarsak; Nişantaşı’nda, bambaşka gündelik kaygılarla dolaşan bir kadının silah sesini duyup, sonra da “Gazeteci Hrant Dink’i vurmuşlar” lafını çok anlamlı buluyorum. Bu da bir tür tanıklık aslında. Ya da Şule Gürbüz’ün öyküsüne de ismini veren cümlesi: “Çok uzakmış ancak tayyareyle gidilebiliyormuş”…  Sennur Sezer’in, Oya Baydar’ın ‘O Muhteşem Hayatınız’ romanı hakkında kurduğu cümle: “Dersim’e gidilmeden de bir Dersim romanı yazılabildiğinin örneğidir bu roman” diyor. Doğrudan muhatabı, doğrudan mağduru olmadan da tanıklık yapabildiğimizi gösteriyor olabilir mi bu örnekler? Sessizliğe tanıklık etmek, üzerinin örtülmesine, o mesafeye tanıklık etmek de önemli. 

‘Geçmişin süreğenliğini unutmamak ve tetikte olmak gerekiyor’

Yazınız, “Hrant Dink ve Uludere topyekûn edebiyatın karın ağrısı olabilirse, edebiyat sahiden de kendi tarihini yazmaya başlayabilir” diye bitiyor. Bu nasıl mümkün?

Ermeni olmadığım için belki algım sınırlıdır ama görebildiğim kadarıyla 1915, Hrant Dink’in öldürülmesinde, Sevag Balıkçı’nın öldürülmesinde, Kamp Armen’in yıkılmasında ve kim bilir başka hangi olaylarda kendini tekrar ediyor. 1938’de pekâlâ Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta, “En büyük Alevi benim” lakırdısında, cemevlerine vurulan mühürde, zorunlu din dersinde ve Roboski’de kendini sürekli tekrar ediyor. O yüzden 1915 veya 1938’in haritanın üzerindeki raptiyelere benzeyen sabit işaretler oluğunu varsayıp, sadece o işaretler üzerinden üretim yapmanın bakışa bir sınır çektiğini düşünüyorum. Edebiyat, tekrar ses çıkarıyor kuşkusuz… Üstelik yaşanan her şeyin hızlıca edebiyatın gündemine girmesini beklemek çok gerçekçi olmayabilir belki ama geçmişin süreğenliğini unutmamak ve tetikte olmak gerekiyor. Sanatın gücünün olduğu gibi, barışın koşullarından bir tanesi de bu.

Bir yara anlaşılır gibi olduğunda, o zamana kadar yaşanmış gerçeklikte de bir kırılma meydana gelir.

Acının edebiyata konu edilmesi, bahsettiğiniz barışa nasıl katkıda bulunabilir?

Sadece sezebildiğim kadarıyla; bir yara anlaşılır gibi olduğunda, o zamana kadar yaşanmış gerçeklikte de bir kırılma meydana gelir. Rita Felski’nin az evvel andığımız “Edebiyat ne işe yarar?” sorusu, işlevsel olabilecek bir yanıt veriyor mesela burada: Özneler arası tanıma ve müştereklik hissi. Siyasetin veya tarihin dilinde 1938’i hiç duymamış birinin, Dersim’i edebiyattan okuyup öğrenmesi herhalde çok şanslı bir durum olurdu. Ya da mesela Karin Karakaşlı’nın “An-bul-ist” öyküsünde yaptığı gibi, hayat edebiyata beş bassa da altıncıdan başlamanın, gerçeği ve geçmişi damıtmanın, katman katman derine inmenin, “gerçek” ve “geçmişi” ne hale sokabildiğini görmek anlamlı.  



Yazar Hakkında

1987 İstanbul doğumlu. Agos web sitesinin editörü; insan hakları, ifade özgürlüğü, çevre hareketleri, güncel politika ve yaşam haberleri yapıyor.