Hrant Güzelyan, Kamp Armen'in nasıl kurulduğunu anlatıyor

2007 yılında kaybettiğimiz Hrant Küçükgüzelyan, ya da daha çok bilinen adıyla Hrant Güzelyan, Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi’nin ve o bünye içinde kurulmuş olan ‘Badanegan Dun’un (Çocuk Yuvası) kurucusu. İsahak Akkaya adlı dostumuz, yaşamının son yıllarını Fransa’da geçiren Küçükgüzelyan ile 2006’da, yani ölümünden bir yıl önce yaptığı video söyleşinin bir kopyasını gönderdi bize. Biz de bu söyleşinin, Kamp Armen’in kuruluş yıllarına ilişkin bölümünün deşifresini paylaşalım istedik.

Eğer mümkünse Joğovaran döneminizi, Tuzla Kampı sürecini ve onunla bağlantılı ortaya çıkan sorunlarınızı anlatabilir misiniz?

1950'de daha özgür bir ortam oluştu. Demokratlar iktidara geldi. Kiliseler, dört yıllığına yeni yönetim seçebiliyorlardı. Seçim sonucu belediyeye gönderilirdi. Belediye, sonucu tasdik eder ve dört yıl boyunca seçilen yönetim, kiliseyi yönetirdi. Kilise, hastane ya da farklı bir kurumda da bu şekilde olurdu. Fakat yıllar sonra zorluklar çıkarmaya başladılar. O dönemde Badenagan Dun (Çocuk Evi) işine başlamıştık. Yaklaşık 30-40 tane çocuk vardı. Bir gün İsviçreli Ermeni Dostları Derneği üyesi Ermeni dostu Teodor Vizır geldi ve şöyle dedi: “Eğer bu çocuklar büyürse, elbet bir gün evlenecekler. Kırsal kökenli oldukları için kendi köylerinden birilerini bulup evleneceklerini düşünüyoruz. Kendi soylarından gelen birileriyle evlenecekler. Şimdi bu çocuklar Ermenice biliyorlar ya da öğrenecekler, ama evlenecekleri kişiler Ermenice bilmiyor olacak. Biz de bunları göz önünde bulundurarak, kızları da alıp eğitmeliyiz diye düşündük. İleride erkekler evlendiklerinde Ermenice bilen bir kadınla evlensinler ve erkek işe gittiğinde kadın çocukla ilgilenerek Ermenice konuşsun…” Mütevelli heyeti önce karşıydı buna, çocukların sayısı artmasın ve başımız belaya girmesin diye.  O zaman buraya tüm vaktini çocuklara adayacak, daimi olarak burada olacak biri gerekiyor, dendi.  Benim dükkânım vardı, o yüzden sabahları ve akşamları yanlarına uğrardım. Bekçi de onların yemeklerini yapardı. Çünkü okulumuz vardı. Sabahları uğrardım, okula gönderirdim. Öğleden sonra 4'te gelirlerdi, sonra onlar için birkaç tane öğretmen tutmuştum. Saat 4'ten 7'ye kadar derslerini verirlerdi. Daimi olarak yanlarında kalacak birini arıyorlardı.

Yakın Doğu'da, yani Beyrut'ta bulunan Kiliseler Birliği, ki İran, Yunanistan, Türkiye, Kıbrıs, Suriye’yi kapsayan bir kilisenin birliğidir, oranın başkanı Verabadveli (Protestanların üst düzey din adamı) Hovhannes Aharonyan, yazdı ki, eğer öğrencilerin sayısı 15'in üzerine çıkarsa bir kurum var, yardım edebilir. Yalnız bir şartları var, bir müdürü olsun ve kiliseye bağlı olsun istiyorlar.Benden de işimi gücümü bırakıp okulla ilgilenmemi istediler. Bana ne garanti vaat ediyorsunuz ki işimi bırakayım, dedim.

Ne dükkânınız vardı?

Kalıplar yapardık. Torna, demir aletlerin parçalarını, pres kalıplarını yapardık. Büyüklerimiz “Size bir yıllık garanti veriyoruz” dediler. “Peki eğer bu iş bir yıl içinde sona ererse, ben tekrar dükkânımı açabilecek miyim?” dedim. Ama öyle bir oldu ki, ben kabul ettim, zannedersem 1960'daydı bu olay.

Bütün zamanımı çocuklara adadım. Böylelikle yıldan yıla çocukların sayısı arttı; 30-40 oldu, 50 oldu, 60 oldu, her sene sayı arttı. 

Bir çocuk, Lice'den gelmişti. Büyük dedesi Hayk'tı. Soyadları Demir miydi neydi.. Abisi Tıbrevank'taydı. Bu çocuk yazın memlekete gitti, döndüğünde saçı dökülmüştü, saçkıran hastalığına yakalanmıştı. “Bundan sonra yaz tatilinde eve gitmek yok. Giderseniz bir daha sizi kabul etmem buraya” dedim. Zaten 9 ayda öğrendiklerini üç ayda unutmuş, bir de hastalığa yakalanmış, saçları dökülmüş, başkalarına bulaştıracak. Böylelikle öğrencilerin sayısı arttı ve bize bir kamp da gerekiyor diye düşündük. İsviçreli tanıdığımız bize yardımcı oldu, ilgilendi. Firuzköy'de bir yere gidip baktık. Bir arkadaşın babasının bağıydı, gidip orada kamp yaptık 10 gün boyunca gençlerle. Başka bir yere daha gittik, ora için de 30 bin istediler. Oradan da vazgeçtik. Boğos Varjabedyan adında zengin bir Ermeni vardı. Bizim mütevellilerden birinin Bezciyan'da sınıf arkadaşı olmuş zamanında. 

Hrant Güzelyan ve Hrant Dink

Ailecek Kanada'ya göç edeceklerdi. Varjabedyan, bizi bir gün trende gördü, bu kamp mevzusunu açtığımızda Yakacık'ta 100 bine çok güzel, İngiliz birine ait bir yer olduğunu ve gidip görmemiz gerektiğini söyledi. O kadar paramız olmadığını söyledik, illa bir gidip görün diyerek ısrar etti. Niye gidelim, biz ancak 30 binlik bir yer arıyoruz, ne işimiz var dedik. Yanımızda bizimle 30 sene boyunca çalışan mütevellimiz de vardı; Marmara'nın kurucularından Suren Şamlıyan'ın dayısı olur kendisi.  

En sonunda gitmeye karar verdik. Gidip gördük, muhteşem bir yerdi. Karşıya bakınca adaları görüyor, içinde su kaynağı, elektriği var ama 100 bin istiyordu. Geri geldik. Vizır

Badveli, Armin Şıtaynel adındaki bir adamla geldi. “Neden vazgeçtin diğer yerden?” dedi.

‘Sivrisinek olur diye duyduk, o yüzden vazgeçtik’ dedik. Bu adam, ondan bundan para temin etmek için gitti. Dernekten değil, Ermenileri seven Hıristiyanlardan... 80 bin kadar para topladı ve bize gönderdi topladığı paraları. Ben de o sene tekrar toplantı için Beyrut'a gidecektim. 80 bini Berç adında birine bıraktım. Kendisinin buzdolabı atölyesi vardı, yapıp satıyordu ve mütevellilerden biriydi. 85 bini bıraktım ve ben gelmeden bu işi halledin dedim. “Her şeyi o yapmıştı” demesinler.  80 bini ver, eğer lazım olursa 5 bini de verin, hesaplaşırız, sonra sana parayı veririm dedim. Ama yeri kaçırdık, bir Rum gidip o parayı vermiş, almış.

Ben ölmüş gibi oldum duyunca. Neyse oraya baktık, şuraya baktık, sonra bir arkadaşımız Mösyö Agop adında birisi varmış, Tuzla'da bir yer olduğunu söylemiş. Gidip baktık. Karşısında deniz, adaları görüyor. Cennet gibi bir yer. İki Türk, bir Ermeni, sahibini bilmiyorlar. Bunlar 45 bin dediler. Değer bu paraya dedim, 9 dönümlük bir alan. Manzarası güzel. Bir ay gidip geldik, arazinin borcu varmış falan neyse. Gördüm ki, sahibi kısa boylu bir adam. Bunlar gittiler işleri halletmeye, borçları ödemeye.“Sana ne vereceğiz” dedik. “20 bin” dedi. “Nee?” dedim birden.

“Ağaçları bir an önce dikmemiz lazım”

45 bin vereceğiz arsaya, adama 20 bin mi vereceğiz?  Ben 500 vermiştim kapora olarak önceden, eğer bu işten vazgeçersen para da yanıyordu. “Ben bu işten vazgeçiyorum, 500 lira da helal olsun. Bu nasıl olabilir?” dedim. 20 bin adama vereceğiz, 45 bin arsaya mı? Ben bile bile kazık yerim 30 bin veririm size, fakat harca marca karışmam. 30 bin verdim, 9 dönümlük arsayı aldık. Ama harcı falan onlar ödediler. Aralık ayındaydık, arsaya ağaç dikmek istediler. Beykoz'a gittik, ağaçları önce vermediler, plan lazım falan dediler. “Sana ne?” dedim, “arsama ağaç alacağım.” 1962'de oluyor bu anlattıklarım. Kamp için aldığında bedava da alabiliyormuşsun, sonradan öğrendim. Neyse, başka gün gittik çam mam artık ne varsa, iki kamyon Beykoz'dan doldurduk, getirdik. Sanırım oradan almak için kilisenin üstüne yapmak gerekiyormuş. Vilayete gittim.

Saat 5'e çeyrek vardı. “Neden acele ediyorsun, yarın gel” dedi memur. “Bir an önce dikmemiz lazım” dedim. “Ne vereceksin?” dedi kadın. “Bahşiş verme alışkanlığım yok. 30 veririm” dedim. “Az” dedi. “Rumlar falan bayramda geldiklerinde 50 veriyor” dedi memur. Ben acemiyim bu işlerde. Kilisenin üstüne geçti arsa. Ama ben vakıflara haber vermedim. 1970'lerde Kıbrıs sorunu çıktı. Bütün kiliselere yazı geldi, “1936'da siz bu okula sahip değildiniz. Siz bu kampa sahip değildiniz. Sahip de olamazsınız” dediler. Sadece bize değil tabii, Rumlara da aynı sıkıntıları yaşattılar. O dönemde Kıbrıs Harekâtı başlamıştı. Kıbrıs’ta çoğunluk Rum, azınlık Türk’tü ve “cemaat” diyorlardı kendilerine. Ne zaman biz toplantı yapacaktık, sivil polis dedi ki, “Cemaat havası yaratmayın…” Biz de cemaat olabilirdik. Ermeniler 60 bin, Rumlar şu kadar, çünkü cemaat olursan haklarını savunabilirsin. Bize, “Siz sadece kendi kilisenizin mütevelli heyetinde olabilirsiniz, başka yerde olamazsınız, başka kiliselerle toplantı yapamazsınız” dediler. Böyle zorluklar vardı. Şnork Patrik, her sene 30 Ağustos’ta bizi ziyaret ederdi. O tarihte Zafer Bayramı olduğu için ve yazın Kınalı’daki kampta olduğu için, her sene o tarihte kente inerdi ve oradan da Tuzla’ya gelirdi, birkaç saat geçirip Kınalı’ya dönerdi. Böyle bir dönemdi. 

Kategoriler

Toplum Okullar Gençler



Yazar Hakkında