‘Geçmişle hesaplaşmazsak güncel konularda derinliği yakalayamayız’

Son aylarda uluslararası sanat çevrelerinin odağında İstanbul Bienali var; bienalin odağındaki isim ise, onun kendi deyişiyle ‘düzenleyicisi’ olan Carolyn Christov-Bakargiev. O, bienalin denizaşırı duraklarından birinde, Yunanistan’a bağlı Kastellorizo adasındayken internet üzerinden yaptığımız söyleşide, dünyada yaşanan göçmen krizinden Türkiye’nin Kürt ve Ermeni meselelerine kadar, bienalin temas ettiği sorunları konuştuk.

Açılış günü düzenlenen basın toplantısında, bienal sergilerinin her köşesine yayılan bir tür enerji olduğu hissine kapıldık. Bununla ilgili ne söyleyebilirsiniz?

Evet, ortada belirli bir enerji ve atmosfer var. Bu biraz da Annie Besant’ın söyledikleriyle alakalı. O ve Charles W. Leadbeater tarafından 1901 yılında yayımlanan ‘Düşünce Şekilleri’ başlıklı kitabı okuduğunuzda, soyut sanat teorisiyle tanışırsınız, ki bu da titreşimler ve etkilerle ilişkilidir. Bence bu enerji, benim Arte Povera sanatçıları gibi bir grup insanın 1960’ların sonunda benimsediği düşünce biçimlerine duyduğum ilgiden kaynaklanıyor. Onlar enerji etrafında şekillenen sorularla ilgileniyorlardı.

Bu projeye katkıda bulunan çok sayıda kişi var. Ancak ben ortaya çıkan sonucun biraz da sizin karakterinizle ilişkili olduğunu düşünüyorum.

Aslında bu tür sorulara cevap vermek çok kolay değil. Çünkü ben hayatta kelimelere dökülmemesi gereken bazı şeyler olduğuna inanıyorum. Burada asıl önemli olan, olağanüstü ve çelişkili zamanlarda yaşıyor olmamız. Bir sürü problemle karşılaşıyoruz ve bunların absürt olduğunu söyleyebilirim. Benim, Andre Breton’unkine benzer sürrealist bir yaklaşımım var.  Ve sürrealistler, hayal gücünün bir özgürlük alanı olduğunu savunuyorlardı.

Açığa çıkan bu enerjinin sanatçı ve mekân eşleştirmeleriyle de ilişkisi var. Hangi sanatçıya nereyi önermem gerektiği üzerine çok çalışırım. Örneğin Küçük Mustafa Paşa Hamamı, İstanbul’da İslamiyet döneminden kalma ikinci en eski İslami yapı. Ve burayı ‘Konstantinopolis’te büyük bir yıkıma neden olan 4. Haçlı Seferleri’yle ilgili filminin gösterimi için Wael Shawky’ye verme kararı bana doğru göründü. Kudüs’ü Müslümanlardan kurtarmak üzere yola çıkan Haçlılar, dünyanın Hıristiyanlık mirasını taşıyan en görkemli ikinci şehrini yıkıma uğrattılar. Tarih bu tür absürt olaylarla dolu.

Wael Shawky, Kabare Seferleri Kerbela'nın sırları, 2015, Küçük Mustafa Paşa Hamamı

Bir diğer bienal mekanı Arter’in girişindeki merdivenler, zemin katın büyük bir bölümünü işgal ediyor. Bu da modernist tarzdaki beyaz küp galeri mekanlarında pek rastlanmayan, absürt bir durum. Merdivenin etrafında kalan dar sergileme alanının, evrendeki sarmallar ve dünyanın izlediği rotaya gönderme yapan bir sergi için mükemmel olduğunu düşündüm. Sonuçta Giovanni Anselmo’nun buradaki yerleştirmesi, evrenin bir parçası olarak dünyadaki yönünüzü nasıl tayin edebileceğinizle ilgili. Buna ek olarak Bracha L. Ettinger’in defterleri ile resimleri ve Christine Taylor Patten’in 1000 adet kozmik deseni, Fredrik Carl Størmer’in fotoğrafladığı Kuzey Işıkları’na gönderme yapıyor. Bienaldeki hiçbir sanatçının yapıtını, olduklarından farklı bir yerde sergilemek istemezdim. Mekânları gördüğüm anda, en uygun eşleştirmeler kafamda belirdi.

Bu soru belki de istikrarsız bir coğrafyada yaşayan bizler için bir anlam ifade etmeyebilir, ancak ben yine de size sormak istiyorum: Türkiye’nin içinde bulunduğu bu karmaşık ve zor dönemde bienal düzenlemenin, sanat yapmanın ne gibi bir fonksiyonu var? Sanat bu süreçlere nasıl etki edebilir?

Bu soruya İstanbul’dan değil, şu anda bulunduğum Kos yakınlarında ufak bir Yunan adası olan Kastellorizo’dan (Meis) cevap vereceğim.  Buraya her gün sayısız mülteci geliyor. Ve ben bir grup sanatçıyla birlikte adadayım. Bir taraftan Lucia Koch film çekiyor, Anna Boghiguian resim yapıyor, Mario Garcia Torres performansını sergiliyor ve bu sabah hep birlikte göçmen meselesi üzerine konuştuk. Bugün buraya Afganistan’dan çok sayıda mülteci geldi. Dün ise Suriyeli aileler çoğunluktaydı. Her gün devam eden bir akın var. İnsanlar buradan  yasal belgelerini almak ve Almanya’ya, diğer ülkelere geçmek istiyorlar. Ve muhtemelen adaya ulaşabilen insanlar, diğer yurttaşlarına göre daha ayrıcalıklı konuma sahipler, çünkü kendilerini taşıyan teknenin parasını ödeyebiliyorlar. Bir miktar nakitle, kredi kartları ve cep telefonlarını plastik torbalara koyarak yola çıkıyorlar.

Sanat ve sanatçılar her zaman sınırları aşmanın bir yolunu bulurlar. Evet, bir tarafta para, koleksiyonculuk müessesesi ve sanat piyasası vardır; ancak diğer taraftan sanat belirli bir alana mahsus değildir. Dünyaya ve insanların içinde yaşadığı koşullara karşı empati barındırır. Sanat –bu sıfatın en iyi anlamıyla– amatördür. Amatör kelimesinin kökeninde ‘amare’ yani ‘sevmek’ yatar. Onun bu yapısı, sanatla uğraşan insanların meraklı ve ilgili olmasını sağlar. Dün sabah, buraya ulaşmak için gece 10.30’dan sabah 5.30’a kadar yüzmek zorunda kalan bir adamla kurduğum diyalog, beni hayatımda hiç yüzmediğim kadar yüzmeye ve açılmaya ikna etti. Tabii ki ben bu eylemi, hayatın absürt yanlarını hisseden, ayrıcalıklı bir insan olarak yaptım.

“Spotların altına Paul Guiragossian gibi insanların sanatını koyabilirsiniz; ancak Guiragossian’ın ailesinin hayatını, soykırımdan nasıl kaçtıklarını anlatan bir belgesel koymazsınız. Ben her şeyin bir yeri ve zamanı olduğuna inanıyorum.”

Bienaldeki sergilerin binlerce farklı, küçük takas ve bağlılık anları içerdiğini düşünüyorum.  Judith Butler’ın ‘Savaş Tertipleri’ isimli kitabını ve burada belirsiz hayat, adanmış söylem ve eylemler hakkında yazdıklarını çok beğenirim. Bence adanmış eylem ve söylemlerin şaşalı sunumlardan uzak tutulması gerekir. Siz spotların altına Paul Guiragossian gibi insanların sanatını koyabilirsiniz; ancak Guiragossian’ın ailesinin hayatını, soykırımdan nasıl kaçtıklarını anlatan bir belgesel koymazsınız. Ben her şeyin bir yeri ve zamanı olduğuna inanıyorum. Ve İstanbul Modern’deki sergi, Guiragossian’ın renklerine uygun bir yerdi, annesinin çektiği acıların belgelerine değil. Bienalin paylaşma, iyimserlik ve umut anları yarattığına inanıyorum.

Basından gelen olumlu eleştirilerin yanı sıra, Süddeutsche Zeitung bienalle ilgili son derece olumsuz bir değerlendirme yazısı yayımladı. Yazar, burada politikayla doğrudan ilişkili bir iş olmadığını savunuyordu. Özellikle Adrian Villar Rojas’ın yerleştirmesini göz alıcı olduğu için eleştiriyordu. Fakat bu yazıyı yazan kişi Ayreen Anastas ve Rene Gabri’nin her gün ziyaretçilerle dünyayla, bugünün toplumlarıyla ve geçmişle ilgili acilen ele alınması gereken sorunları konuştukları Parrhesia (Hakikat) Merkezi’ne hiç uğramamıştı. Nguyen Huy An’ın Hrant Dink Vakfı  ve Agos binasında sergilenen yapıtlarını görmemişti bile. Dolayısıyla bu yorumlarını son derece yüzeysel ve çelişkili buluyorum.

Bienalin politik olmadığı yönünde yorumlar gelmesi şaşırtıcı. Birçok insan bunun aksini düşünüyor; bienalin politik temalar etrafında örüldüğü görüşü yaygın.

Buna ben de katılıyorum. Burada yapılan, Türkiye ve Suriye’nin bugün içinde bulundukları durumla ilgili bir belgesel çalışması değil. Bienalde çok farklı konular tartışılıyor ve sorular evrensel bir seviyede ele alınıyor. Avustralya’nın yerlilerinden Aborjinlere yapılanlar tam bir felaketti. O insanların 60 bin yıldır yaşadıkları topraklar, doğal çevreleri ve hatta çocuklarıyla birlikte ellerinden alındı. 1800’lerde Tazmanya’da yaşanan soykırım ve Kara Savaş (Black War) da buna benzer. Bu olayların etkileri ve adaletsizlik bugün de devam ediyor.  Benim bienali düzenlerkenki en önemli görevim, sadece yerel ölçekte sıkışıp kalmayan, dünyadaki bütün adaletsizlikleri ve olumsuzlukları da içine alan bir söylem yaratmaktı. Diğer taraftan bu durum, neşelenme konusundaki olağanüstü yeteneğimizle dengeleniyor.

Organizasyonun hazırlıkları sırasında uluslararası basına verdiğiniz söyleşilerde sık sık, Türkiye’nin Kürt ve Ermeni meselesi gibi sarılmamış birçok yarası olduğundan bahsettiniz. Herkes bu konulara dair izlerin İstanbul Bienali’nde ne şekillerde görünür olacağını, sanat yapıtlarında nasıl işleneceğini merak ediyordu. Sizce bienal bu sorunlara nasıl yaklaşıyor?

Burada tarihin dalgalarına çok sayıda gönderme var. Örneğin benim için bienalin kataloğuna koyduğumuz farklı dillerdeki yazıtlar çok önemliydi. Ülkenin geçmişi ve bugünü hakkında konuşabilmek için Türkçe, İngilizce, Rumca, Ermenice, Arapça, Kürtçe gibi, bu coğrafyada bugüne kadar en çok konuşulan dilleri seçtik.

Bahsettiğiniz konulara değinen çok sayıda sanat yapıtı var. Fakat bence asıl önemli olan doğrudan referanslar değil, hissettirebilmek. Burası çözüme kavuşmamış olayların hayaletleri ve travmalarla dolu bir yer. Şu anda en acili Kürt meselesi olsa da tek sorun bu değil.

İki ay önce çatışmalar yeniden başladı ve ben bu durumun seçime yönelik çıkarlar yüzünden tetiklendiğini düşünüyorum. Bundan iki ay önce, sergi çoktan planlanmıştı.  Bienalin hazırlıkları devam ettiği sırada, ülkenin durumu bugün olduğundan farklıydı. İşte bu yüzden sanatın sadece günlük ve tarihsel olaylar seviyesine indirgenmesi mümkün değil. Ben de bugünün ve geçmişin hayaletlerini farklı katmanlarda ele alıyorum. Adaletsizlik ve güç oyunları hakkında konuşmak için, Vernon Ah Kee’nin işinde gördüğümüz, Avustralya’da yaşayan Aborjin halkının maruz kaldığı baskı gibi, uzak diyarlarda yaşanan örnekleri de hatırlatıyorum.

Diğer taraftan Karadeniz Bölgesi üzerine düşünmek de çok önemli. Karadeniz’in Türkiye tarafında su üzerinde kurulmaya çalışılan kontrol ve hakimiyete karşı mücadele ve direniş devam ediyor. Bu direnişin başrolünde ise kadınlar var. İz Öztat ve Fatma Belkıs’ın İtalyan Lisesi’nde sergilenen yerleştirmeleri bu soruna odaklanıyor. Bu işin en sevdiğim yönü ise belgesel niteliğinde olmaması. Yerleştirmede direniş hareketini temsilen, Karadeniz Bölgesi’nde yaşayan kadınların kumaşlarına uyguladıkları doğal boyalar kullanılıyor. Ağaçlardan toplanan dallara yer veriliyor. İşin her bir unsuru, nehir havzasının ekolojisine saygı gösteriyor. Buradaki su meselesi, aynı zamanda gelecekle ilgili.

İz Öztat ve Fatma Belkıs,

Karadeniz’in diğer tarafında ise Ukrayna var. Ve bu ülkede büyük yıkıma yol açan bir iç savaş yaşanıyor. Lev Troçki 1929’da Büyükada’ya, Odessa’dan başlayan 10 saatlik bir gemi yolculuğu sonucunda ulaşmıştı. Dolayısıyla çok da uzak olmayan bu şehirde bir sivil savaş yaşanıyor. İnsanlar ölüyor, aileler, müzeler yıkılıyor, İstanbul Modern’de sergilenen Kievli sanatçı Nikita Kadan imzalı iş, sergiye bu gerçekliğe dair farklı bir tabaka ekliyor. Kadan’ı, Karadeniz’in travmalarla boğuşan tarafından bir temsilcisi olarak bienale davet ettim. O da yağmalanan ve yok edilen müzelerle ilgili bir iş yapmayı seçti.

“Medz Yeğern’in artık eskidiğini ve üzerinde konuşulmasına gerek olmadığına dair söylemlerin, içerisinde bir tür ırkçılık barındırdığını düşünüyorum.”

Bienali sadece İstanbul, Ankara veya Türkiye’nin Suriye sınırından ibaret ele alamayız. Burada dünyanın her yerinden konulara gönderme yapan işler var. Suriye’de devam eden korkunç savaş, benim zihnimde, dünyanın değişik yerlerinden olaylarla ilişkileniyor. Dolayısıyla bienal de dünyanın her yeriyle ilgili olmalı.

Bana, “100 yıl öncede kalmış, artık sakinleşmiş Ermeni sorununu neden yeniden açmak istiyorsun?” diye soranlar oldu. Benim annem bir arkeologdu. Ondan, geçmişin devam eden katmanlarını incelemeden bugünü öğrenmenin mümkün olmayacağını öğrendim. Medz Yeğern’in artık eskidiğini ve üzerinde konuşulmasına gerek olmadığına dair söylemlerin, içerisinde bir tür ırkçılık barındırdığını düşünüyorum. Henüz bu konu üzerinde bir uzlaşmaya varılmamışken, nasıl bunun üzerine daha fazla konuşulmaması gerektiğini söylersiniz? Bu ABD’nin yerlilerine yapılanlar hakkında konuşulmamasını telkin etmekle aynı şey. Geçmişle hesaplaşmazsak, güncel konularda derinliği yakalayamayız.

Basın toplantısında yaptığınız konuşmanın ardından size yöneltilen ilk soru, “Ermeni Soykırımı’ndan bahsederken sansüre uğradınız mı?” oldu. Siz hiç tereddüt etmeden “Hayır” dediniz ve bu konuya yaklaşımınızı açıkça dile getirdiniz. Ancak bienalin kataloğunda soykırım kelimesinin ya Ermenice ifadesiyle ya da tırnak içerisinde kullanıldığını görüyoruz.

Kelimeyi kendi yazdığım metinde, Paul Guiragossian’dan bahsederken kullandım.

“‘Genocide’daki (soykırım) ‘g’ ve ‘n’ harflerinin yerini değiştirerek ‘negocide’ kelimesini türetmiştim. Ancak daha sonra onu kullanmamaya karar verdim. ‘Negocide’ aynı zamanda soykırımın inkârını da hatırlatan bir kelimeydi. Daha sonra Paul Guiragossian’ın çocuklarıyla konuştuğumda, onu kullanırsam insanların konuyla dalga geçtiğimizi zannedebileceklerini anladım. Bu da saygısızca olurdu. Ben de ‘negocide’ı çıkarıp ‘genocide’ı koydum.”

Soykırım yerine kullanmak için farklı bir kelime türettiğinizi de öğrendik. Ancak bu kelime daha sonra basılı ve dijital olarak yayımlanan kitaplarda kullanılmamıştı.

‘Genocide’daki (soykırım) ‘g’ ve ‘n’ harflerinin yerini değiştirerek ‘negocide’ kelimesini türetmiştim. Ancak daha sonra onu kullanmamaya karar verdim. ‘Negocide’ aynı zamanda soykırımın inkarını da hatırlatan bir kelimeydi. Daha sonra Paul Guiragossian’ın çocuklarıyla konuştuğumda, onu kullanırsam insanların konuyla dalga geçtiğimizi zannedebileceklerini anladım. Bu da saygısızca olurdu. Ben de ‘negocide’ı çıkarıp ‘genocide’ı koydum.

Bu kelimeyi kullanmam ve yeni bir kelime türetmem, bu konuda herhangi bir sansür olmadığını da gösteriyor. İnsanlar benim doğru bildiğini yapan biri olarak tanırlar. Eğer sanat dünyasında bir gücüm varsa, o da hiç kimsenin bana ne yapacağımı ve neyi yapamayacağımı söylemesine izin vermememden kaynaklanıyor. Ben kendi yargılarım ve etik çerçevem doğrultusunda hareket ederim; neyi hangi bağlamda söyleyeceğime de kendim karar veririm.

Bu kelime etrafındaki tartışmaya gelince, ben bu konuda Hrant Dink’le aynı görüşü paylaşıyorum. O, bu meselenin sözcüklerden ibaret olmadığını, asıl yaşananların tanınmasıyla ilgili olduğunu savunurdu. Bu sözlerim kanaat önderlerini biraz kızdırabilir; ancak ben bu kelimenin de sorunun bir parçası olduğunu düşünüyorum. Çünkü iki tarafın uzlaşmasının, bir kelimenin kabul edilip edilmemesi noktasında tıkanmasını anlayamıyorum. Bu kelime, Almanya dahil dünyadaki birçok ülke tarafından kabul edildi ve bu çok olumlu bir gelişme. Fakat öyle görünüyor ki, Türkiye’de, özellikle milliyetçi çevreler açısından hâlâ problem yaratıyor. Benim bakış açıma göre, yaşananların anlaşılması ve tanınması, sözcüklerin ötesinde olmalı.

Adrian Viallar Rojas,

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Holokost’u tanımlamak için Birleşmiş Milletler tarafından ortaya atılan bu kelimenin kabulü, tazminat gibi bazı yasal yaptırımları da beraberinde getiriyor. Ben üniversitedeyken filoloji ve dilbilim üzerine çalıştım. Ve dilin aslında belirli bir döneme ait, yaşayan bir unsur olduğunu öğrendim. Soykırım da ırkçılık ve faşizm sonrası döneme ait bir kelime. Çünkü kökeni olan ‘genos’ (Eski Yunanca’da ‘soy, ırk’ anlamına gelir), özünde fiziksel ve biyolojik bir kavram. Dolayısıyla bu kelimeye odaklanmak, ırkçı bir kavrama odaklanmak demek. Ermeni Soykırımı ya da Medz Yeğern, Hayots tseğasbanutyun –siz adına ne derseniz– yaşandığında, bu kelime ortada yoktu. Duruma hukuk sistemi açısından bakarsak, kabul edilen bir yasa, ancak yürürlüğe girdiği tarihten sonrasını kapsar. Geriye dönük uygulama yapamazsınız.

Benim bu kelimeyi kullanmakla ilgili bir problemim yok. Fakat bu kelime aynı zamanda, Türkiye’de uzlaşma ve iyileşmenin önüne geçiyor.

Türkiye’de devlet yaşananları farklı yansıtmak ve sorumluluktan kaçmak için soykırım yerine sürekli farklı ifadeler üretiyor ve kullanıyor: Ortak acı, felaket, savaş... Kelimenin kullanılış şeklini bu yüzden önemsiyoruz. Ancak siz farklı bir bakış açısı ortaya koydunuz.

Evet, doğru. Bu bir konferans konusu. Ben bu ifadenin kullanılmaması gerektiğini söylemiyorum; ancak kullanılan dilin bazen ilişkilere ket vurabildiğini anlatıyorum.

Diğer taraftan Türk milliyetçiliğinin dil üzerinden bir savaş verdiğini göz önünde bulundurarak, sizin ne demek istediğinizi anlıyorum. 1928’de yapılan Dil Devrimi ile Türkçe, Arapça ve Farsça kelimelerden arındırıldı. Yani bir bakıma, etnik anlamda yapılan temizlik dilde de yapıldı. Özellikle Türkiye’de bir dil savaşı yaşanıyor. Ancak ben savaşlara katılmıyorum.

Bienalde çok sayıda Ermeni sanatçının ve Diaspora’dan katılımcının olması bir tesadüf değil. Benim için Sonia Balassanian’ın heykellerinin, Marwan Rechmaoui’nin Lübnan ve Suriye’nin kentlerindeki yıkımı anlatan işlerinin yanında durması çok önemli. Ve şu anda bulunduğum Kastellorizo adasında biz duş alırken, onlarca insanlar karaya ulaşabilmek için kulaç atıyor. Dolayısıyla bu konuyu evrensel boyuta taşımamak mümkün mü? 

Kategoriler

Dosya Orta Sayfa



Yazar Hakkında