Ermeniler, Türkler, Müslümanlar ve tiyatro

Son günlerde televizyon dizilerine, sinemaya, tiyatroya AKP iktidarının müdahalelerini konuşuyoruz. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın “Dizilerde ele alınan marjinal konular, karşı cinsler arasındaki ilişkiler, aile içi ensest ilişkiler, işlenen temalar toplumun tahammül sınırlarını zorlamakta ve ciddi eleştirilere neden olmaktadır. Dizilerle ilgili şikâyetler ciddiye alınmalı. Dizilerde ele alınan temalar gözden geçirilmeli. Türk halkının önemli bir bölümü cinsellik içeren yayınlardan rahatsız oluyor.” Demesinin ardından Star TV’de oynayan Behzat Ç. dizisinin nikâhsız yaşayan kahramanları ‘evlendirildi’. Sırada aynı kanaldaki Bir Erkek Bir Kadın dizisinin kahramanları varmış. Yakında açık saçık giyindiği için eleştirilen Muhteşem Yüzyıl’ın kadınları da derlenip toparlanırlar herhalde.

AYŞE HÜR 

hurayse@hotmail.com

Muhafazakâr jurnal

Ama tiyatrolara yönelik müdahaleler bunları gölgede bıraktı. Önce muhafazakâr edebiyatçı İskender Pala Şehir Tiyatrolarında sahnelenen Günlük Müstehcen Sırlar oyunu ile ilgili olarak “sanattan uzak ve sığ konuları topluma cinsellik ve erotik soslarla yutturmaya çalışan işletmeler açmak devlet veya belediyelerin görevleri arasında değildir” dedi. Sonra bir de “muhafazakâr tiyatro manifestosu’ yazdı. Pala’nın söz konusu eseri görmediği anlaşılıyordu, çünkü eser Şili’de faşist diktatörlük döneminde yaralı bir toplumun birbirine hapsolmuş insanlarını anlatıyordu. Ama ne gam, bu yazılardan kısa süre sonra İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, İstanbul Şehir Tiyatroları’nın (İBBŞT) yönetmeliğini aniden değiştirdi. Değişiklikten, ne kurumun genel sanat yönetmeninin haberi vardı, ne de Belediye Başkanı’nın sanat yönetmeninin… Tiyatrocuların haklı tepkisi, Başbakan Erdoğan’ın, 'Bütün tiyatroları özelleştireceğiz. Her şeyi bilip de bize akıl vermeye çalışan despot aydınlara, o zavallılara acıyorum' sözleriyle cezalandırıldı.

Hükümetle ve hükümet kontrolündeki belediyelerle sanatçı çatışmasından kimin galip geleceğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Nitekim muhafazakâr siyasi yazar Mümtazer Türköne falımızda şunları gördü: “Eski elitlere hizmet ederek icra-i sanat eyleyen sanatçılar kusura bakmasın. Artık toplumda bir karşılıkları kalmadı. Tarih, aristokrasinin mezarlığıdır. Aristokratlar tarih sahnesinden çekilirken yanlarında kendilerini eğlendiren sanatçılarını da götürürler.” (Zaman, 1 Mayıs 2012) 

Yine de umudumuzu koruyalım ve aklıselimin galip gelmesini bekleyelim. Beklerken de, tiyatro tarihimizden birkaç yaprak çevirelim.

İlk Ermeni tiyatrocular

Tanzimat’la (1839) birlikte hayatımıza giren tiyatronun gelişmesinde Rumların, Yahudilerin ve Ermenilerin çok büyük rolü vardır. 1844’te Beyoğlu’ndaki Halep Pasajı’nda Suriyeli bir Hıristiyan olan Mikael Naum tarafından kurulan Naum Tiyatrosu’nda sahneye çıkan Ekşiyan, Çamaşırcıyan ve Mağakyan’dan oluşan ekip; aynı yıllarda ilk kez kadın kılığında sahneye çıkan Mardiros Mınakyan, 1856’da sahneye çıkan ilk profesyonel Ermeni kadın oyuncu Fanni (Ağavni Hamoyan), 1861’de Altunduri Arakel Efendi tarafından kurulan Şark Tiyatrosu’nda sahne alan Tovmas Fasulyeciyan, Bedros Aramyan, Mardiros Mınakyan, Serovpe Benliyan, Kurken Trentz ve Acemyan bu alanın öncü sanatçılarıydı. 1859’da İstanbul’a çeşitli tarihlerde gelmeyi adet edinen Souillier Sirki için yapılan Gedikpaşa Tiyatrosu, sirkin 1864’te Maslak’a taşınması üzerine Hovan Kasparyan ve Karabet Papazyan ve topluluğu tarafından sözlü ve sözsüz pandomim gösterileri için kullanılmaya başlamış, 1884 veya 1886’ya kadar da İstanbul’un en ünlü tiyatrosu olmuştu.

1914 yılında bugünkü Şehir Tiyatroları’nın atası olan Darülbedayi açıldığında Eliza Binemeciyan ve Knar Hanım’ın aralarında olduğu sekiz Ermeni kadın oyuncu kadroya alınmıştı. (O yıllarda bile Müslüman kadınlar sahneye çıkmıyordu.) 1915 Kırımı’ndan tiyatro sanatı da nasibini aldı elbette ama 1918 Mondros Mütarekesi’nin yarattığı olumlu ortam sayesinde Serovpe Benliyan’ın kendi adıyla bir kumpanya kurması, 1870’lerde faaliyetine son vermiş olan Şark Tiyatrosu yeniden faaliyete geçmesi, Ermeni toplumunun yavaş da olsa toparlanmaya başladığının göstergesiydi. Ancak bu dönem kısa sürdü. 1920’den itibaren Ankara’da şekillenmeye başlayan yeni devlette Ermenilerin Ermenice tiyatro yapmasına izin olmadığı ortaya çıktı. Aslında bu yasağın kanuni bir dayanağı yoktu ama fiilen 1945-1946’ya kadar sürdü.


Türk Tarih Tezi’nin sahnelenmesi

Yahudilerin, Rumların, Ermenilerin kültür hayatından adım adım dışlanmasının yarattığı kültürel çöllük, Türk tiyatrocuları ile kapatılabildi mi? Buna evet demek zor. O yıllarda tiyatro adına yürütülen faaliyetler esas olarak 1932’de toplanan I. Türk Tarih Kongresi’nde Afet İnan ve arkadaşları tarafından kamuoyuna takdim edilen Türk Tarih Tezi’nin amatörce sahnelenmesinden ibaretti. Türk Tarih Tezi’nin cevapladığı soruları Enver Karal Atatürk’ün Tarih Tezi adlı kitabında şöyle özetlemişti: “Türk milletinin tarihi şimdiye kadar tanıtılmak istenildiği gibi yalnız Osmanlı Tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve bütün milletlere kültür ışığını saçmış olan millet Türk milletidir.” “Türk ırkı, çok kere öne sürüldüğü gibi sarı değildir. Türkler beyaz insanlardır ve brakisefaldir. Bu günkü yurdumuzun sahipleri, en eski kültür kurucularıyla aynı vasıfları taşıyan çocuklarıdır.” “Türkler yayıldıkları yerlere medeniyetlerini de götürmüşlerdir. Irak, Anadolu, Mısır, Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalılardır. Biz bugünkü Türkler de Orta Asyalıların çocuklarıyız.”

Kongrenin hemen ardından ilk baskısı 1931’de yapılan Türk Tarihinin Ana Hatları kitabı yeniden ele alınır. Konuların, kimler tarafından yazılacağı ve eserin ne zaman tamamlanacağı kararlaştırılır. Tarih tezini desteklemek amacıyla 1932 yılında Türk Dili Tetkik Cemiyeti, 1935 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulur. Ardından bir tarih seferberliği başlar. İşte bu dönemde bir dizi tiyatro eseri üretilecektir. Gelin bu eserlere biraz yakından bakalım. Neler yazmış değerli yazarlarımız, genç nesillere neler anlatmış, nasıl anlatmış öğrenelim…

“Uçurun dört tarafa Asya’nın kartalını”

İlk eserlerimiz, Faruk Nafiz (Çamlıbel)’in Akın ve Özyurt adlı eserleri. 1932’de kaleme alınmış bu iki eserde, Türklerin Orta Asya’da ortaya çıkan kuraklık nedeniyle yaşadığı sıkıntılar ve Anadolu’ya göç etmeleri anlatılır. Manzum bir eser olan Akın’dan birkaç dize aktaralım da eserin yüksek kalitesi (!) hakkında fikrimiz olsun: “ İşte şu Ortaasya, Türklerin anayurdu/Türk ilk medeniyeti Altay-Ural da kurdu/Sonra, alıp sazını, resmini, heykelini/Dolaştı baştanbaşa doğu batı elini/…/Yaşamaktan hiç korkumuz kalmadı/ Öyleyse günden güne yükselecek Türk adı!/Akın alaylarını alarak pençenize/Haydi, dağdan, ovadan yol arayın denize/Duydukça atınızın nal sesini uzaklar/Sizi tanıyacaklar sizi tanıyacaklar!/Çivisinden /tavırlar Türk atının nalını/Uçurun dört tarafa Asya’nın kartalını…”

Özyurt’ta ise yazar  “kadının toplum içindeki yüce yerini” işler. Neresidir bu yüce yer derseniz, cevabı 1970’lerde Türk-İslam Sentezi denen ideolojiyi tarif eden İbrahim Kafesoğlu versin: “Eski Türklerde kadınlar genel olarak amazon idiler. Binicilik, silâh kullanma, yiğitlik, Türk erkekleri kadar Türk kadınlarında da vardı. Kadınlar, doğrudan doğruya hükümdar, kale korumanı, vâli ve elçi olabilirlerdi.” Eserin kahramanlarından Demir Han’ın ağzından duyduğumuz şu satırlar ise sözünü ettiğimiz Türk-İslam Sentezi’nin erken habercisi gibidir: “Şükretmek ona gerek/Tanrı bize şükretsin Tan yerinden inerek!/Yarattığı Asyada Tanrıyı biz yaşattık/Tanrının varlığını Asya bizden anladı...”

“Alışkın değil Türk esir olmaya”

Yaşar Nabi (Nayır)’nin Mete (1932) adlı eseri ise, tahmin edileceği gibi Hun İmparatorluğu’nun kağanı Mete’nin iktidar mücadelesi, düşmanlarla yaptığı savaşlar ve geniş bir coğrafyaya hakim olması hakkındadır. Türkün hasletlerinden ikisini eserden öğrenelim: “ Çünkü alışkın değil bir Türk esir olmaya/At üstünde büyüyen çünkü yürüyemez yaya/Kalbimi doyurmuyor gördüğüm bu ihtişam, Sıkıyor mezar gibi beni gitgide odam…”

Behçet Kemal (Çağlar), Çoban (1932) adlı eserinde, bir erkek çobanla sevdiği kızın düşman işgalindeki yurtları için mücadelelerini anlatır. “Ne kuvvet, ne gönül, ne hatır/Türkü yerinden kim oynatır/ Cevap verin bu sese!/Kimse/Kimse göz dikemez Türkün yerine!..”

Eserin kahramanlarından Bey ise, Türk Tarih Tezi’nden bir pasaj okur adeta: “Türk kolu buraya geldiği zaman/Onlar daha tastan/Su içmeyi bilmiyorlardı bile/…/Anlatsın her cephede insana insanlığı/Sanatı, hakikati, ilmi, kahramanlığı/Dünyaya yaysın diye tanrı türkü yarattı/…/İçip yemeyi/Tanrı demeyi/Bile bizden öğrendiler/Eğer/Görmeselerdi bizden/Yuva kurmayı bilen/Bir tek kişileri olmazdı…” Piyesin kahramanlarından biri de ‘Tarih’ adını taşır. Tarih çobana Orhun Kitabelerini anlatır, kımız içmeyi öğütler. Piyesin sonunda, Mustafa Kemal’in bir büstü ve 1927’de CHP Kongresi’nde okuduğu Nutuk’un Gençliğe Hitabe kısmı elektrikli bir panoda görünür.

Bayönder ve Bayan İzgen

Münir Hayri Egeli’nin 1934 yılında kaleme aldığı Bayönder adlı tiyatro eseri eski çağlarda geçer. Fırtınalı bir günde Bayan İzgen öleceğini hissederek, Bay Önder’e göğsünde sakladığı altın tası gösterir ve yüreğinin bu tasın içinde gizli olduğunu söyler. Ardından hangi gün yaslı olursa bu tasla bir yudum içmesini söyleyerek Bayönder’e verir. Bayan İzgen, gelecekte dünyada büyük bir fırtına kopacağını, günün geceye döneceğini, bu karanlığı yırtacak kişinin yalnız Bayönder olduğunu söyler ve ölür. Eser Mustafa Kemal’in siparişi üzerine yazılmıştır. Piyesin konusunu ve bu konunun nasıl gelişeceğini yazara Mustafa Kemal bizzat anlatmıştır, yazıldıktan sonra da üç defa okumuş ve tashih etmiştir. Ve sık sık sahnelenmesini istemiştir. Bunlardan anlaşılacağı gibi ‘Bay Önder’ Mustafa Kemal’dir. Altın tas ‘milli ülkü’yü sembolize eder. ‘Bay’ ve ‘Bayan’ hitapları bu eserden sonra kullanılmaya başlamıştır. Eserde ayrıca irteke (efsane), acun (evren), üzel (esenlik), kut (bereket), esen kal (elveda), ohkay (bravo, aferin), gönenç (refah), sıltay (miras), atım (hamle), uygurluk (medeniyet) gibi ‘öz Türkçe’ sözcükler dikkati çeker.

Behçet Kemal’in 1935 yazdığı Attila adlı eseri ise Batı Roma İmparatoru’nun kızkardeşi Honorya’nın, Roma üzerine yürüyen Hun Hakanı Attila’yı sevmesi, onu eş olarak seçmesi, Attila’nın Avrupa’yı gezip dolaşması, Avrupalıların Honorya’yı bir ‘barbara gönül verdiği’ için eleştirmesi, Honorya’nın ‘Attila mı, ülke mi?’ sorusuna ‘tabii ki Attila’ cevabı vermesi, ama sonunda Papa’nın ağlamaklı bir tavırla Attila’dan ve Hunlardan af dilemesi, Attila’nın da ‘bir defalık’ affetmesini anlatır ve elbette izleyenlerin göğsünü kabartır…

Bu arada bir not: Mustafa Kemal kendisine soylu bir geçmiş yakıştıranlara, Attila’nın bir sözünü tekrarlayarak cevap verirmiş. Peki bu söz neymiş? Rivayete göre Attila, MS. 434’te Roma kapılarına dayandığı vakit sırmalı elbiseler ve altın yaldızlı miğferleriyle kendisini karşılamaya gelen Romalı soylulara “gerçi ben sizler gibi yüksek asalet unvanları taşımıyorum ama asil bir milletten olduğumu biliyorum!” demiş.

“Mebus olabilirsiniz, ama sanatkâr olamazsınız”

1938 sonrasında Türk Tarih Tezi tarihin çöplüğüne atıldı ve tiyatrolar daha nitelikli işler yaptılar. Hele son yıllarda, yukarıda anlattığımız türden tek bir çalışma bile yapıldığına şahit olmadık. Ancak, AKP iktidarı için, tarih Tek Parti Dönemi’nde durmuşa benziyor. Ya da, siyaseti ya da kültür hayatını muhafazakâr değerlere göre tanzim etmek gerektiğinde, Tek Parti Dönemi’nin suçları raftan indiriliyor ve münasip şekilde kullanılıyor. Halbuki günümüz Türkiyesinde ne Kemalist tiyatroya da muhafazakâr tiyatroya yer var. Bizim, düşündüren, sorgulatan, geliştiren, özgürleştiren tiyatroya ihtiyacımız var.

Yazıyı, 1923-1938 arasındaki ‘yanlış’ politikaların mimarı Mustafa Kemal’in, 1930’da Ankara’da Darülbedayi’de izlediği bir temsilden sonra söylediği şu ‘doğru’ sözle bitirelim: “Efendiler… Hepiniz mebus olabilirsiniz. Vekil olabilirsiniz. Hatta Reisi Cumhur olabilirsiniz. Fakat sanatkâr olamazsınız. Hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları sevelim...”

özet kaynakça: Niyazi Akı, Cumhuriyetin 75. Yılında Türk Tiyatrosu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1998; Metin And, Türk Tiyatrosu Tarihi, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1970;  Sevda Şener, Çağdaş Türk Tiyatrosunda İnsan (1923-1972), Ankara Üniversitesi Basımevi, 1972; Esra Görgülü, “Atatürk’ün tarih teziyle ilgili tiyatro eserlerinin incelenmesi”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 2006 yılında kabul edilmiş lisansüstü tezi; Türkiye’de Ermeniler, Cemaat-Birey-Yurttaş, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009.