Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Fotoğrafçılık evde başlar. Bunu, eğitimci olarak yer aldığım tüm fotoğraf atölyelerinde söylüyorum. Fotoğraf alanına yeni yeni adım atıyorsanız, tecrübesizseniz ve iyi kareler yakalamak istiyorsanız evden daha uygun bir yer yoktur. En yakından tanıdığınız insanlar aile fertlerinizdir; evde bir sürü dramatik olaya da tanıklık edersiniz. Ayrıca, arada aşmanız gereken bir resmiyet duvarı yoktur, ailenizin fertleriyle zaten yakınsınızdır. Evdeki tüm kapılar size açıktır. Mekân ve ışık size yabancı değildir. Evde yaşayan herkesin günlük ritmini ve davranışlarını bilirsiniz. İnsanın kendi ailesinin günlük hayatını belgelemesi görece kolaydır, çünkü merceğinizin önünde sırasıyla neler yaşanacağını önceden tahmin edebilirsiniz. Tanık olacağınız şeylere hazır olduğunuz için, ne gibi kareler çekebileceğinizi öngörmekte zorlanmazsınız. Evde, sokaktaki gibi sürprizlerle karşılaşmazsınız; sırf bir an sonra ne olacağını kestiremediğiniz için kaçırdığınız kareler olmaz.
Ben de evde başladım fotoğrafa. İlk öznelerim annem, babam, ablam ve yeğenlerim oldu. Ablam Fransa’da yaşıyordu ama –annem ve babam hayattayken– sık sık, eşi ve çocuklarıyla birlikte Toronto’ya bizi ziyarete geliyordu; bu sayede, yeğenlerimin büyüyüşlerini bebekliklerinden itibaren aşama aşama kayıt altına alabildim. Akıllı telefonlar ve bugünkü gibi, neredeyse bir mecburiyet hissiyle her şeyin fotoğrafını çekme alışkanlığı yoktu o zamanlar. Fotoğrafçılık konusuna ciddi yaklaşan biri, ister evde olsun ister dışarıda, fotoğraf makinesini her an elinin altında bulundururdu – aynen benim yaptığım gibi.
Annemin iç dünyasını bu sayede, hayatının son altı yılında, bir görsel hikâyeye dökebildim. Eşime ve kızına duyduğum sevgi ve ikisinin arasındaki yakın ilişki de, aynı şekilde, beraberliğimizin ilk on yılı boyunca, kızım neredeyse 18 yaşına basıncaya kadar çektiğim binlerce karede her hâliyle okunabilir.
Eşimle tanıştığımda yalnızca ona değil, sekiz yaşındaki kızına da âşık oldum. İnsanda avcuna alıp sevme isteği uyandıran bir yavru sincap gibiydi. Öyle saf ve masumdu ki... Çok oyuncuydu ama huysuzdu da, sağı solu belli olmuyordu. Her gün fotoğraflarını çekme fikri kendiliğinden doğdu ve benim için bir tür tutkuyu dönüştü. Annesiyle birbirlerine duydukları şefkat dolu sevgi beni büyülemişti. Aralarındaki günlük ilişki hem acı hem de tatlı anlarıyla merceğime yansıyordu; şakalaşmalarını ve kahkahalarını çekiyordum, çatışmalarını ve üzüntülerini de. Fotoğraf makinem gece gündüz yanımdaydı. Yukarıda gördüğünüz, cumartesi ve pazar sabahları yeni uyandığımız anlarda çektiğim sayısız kareden biri. Bir anne ile kızı arasındaki o huzur dolu sevgi ve şefkatin her yeri kapladığı sabahlar... Gördüğüm şey hiç kaybolmadığından, onu yakalamak için fotoğraf makinemi alıp deklanşöre basmam yeterli oluyordu. Sabah ya da akşam vakti çektiğim, buna benzer o kadar çok kare var ki... Ama her birinde, ışıkta ve bakışlarda, minicik de olsa bir farklılık görülüyor; fotoğrafı fotoğraf yapan şey de budur zaten. Onlara hep, aralarındaki sevgiye ilk kez tanık oluyormuşçasına, müthiş bir film izler gibi bakardım.
Kızım büyüdükçe, günlük fotoğraf seanslarının sıklığı önce ‘birkaç günde bir’e, sonra da ‘nadiren’e düştü. Bir ergen olarak, fotoğrafının çekilmesinden hoşlanmıyordu; sanırım, aynı zamanda, annesiyle paylaştığı bir özel ânı, doğal olarak gelişen bir sohbeti, beni elimde fotoğraf makinesiyle görür görmez yarıda kesmek ona bir tür isyankârlık keyfi de veriyordu. Ama elbette, anne ile kız arasındaki sevgi ve yakınlık sürüyordu, ben de fotoğraf makinemle hâlâ bu ilişkiye dair çok güzel anlar yakalayabiliyordum. Kızımın 18. doğum günü yaklaşırken, hediye olarak, tüm bu fotoğrafların kronolojik sırayla yer alacağı bir kitapçık yapma fikri geldi aklıma. Yaptım da, ama istediğim gibi olmadı; biraz fazla hızlı hazırlandığından, odağı belirsiz bir iş olarak kaldı. İşte o zamandan beri, bu şefkat dolu anne-kız ilişkisinin ve aralarındaki koşulsuz sevginin özünü yansıtabilecek, dikkatle seçilmiş karelerden oluşan, ciddi bir fotoğraf kitabı hazırlama düşüncesi kafamda dönüp duruyor; özellikle de, birlikte yaşamaya başladığımız yıllarda çektiğim fotoğrafların oluşturduğu devasa arşive her bakışımda bunu düşünüyorum. Çalışmalarını bir kitapta toplamak hemen her fotoğrafçının hayalidir ama birçokları bu konuda fazla aceleci davranıyor ve sonuç hiç de iyi olmuyor. Ben beklemeyi tercih ediyorum. Yaşlandığımda oturup bu fotoğrafları düzenlemek istiyorum. Öyle bir düzenlemeliyim ki, ortaya çıkacak olan kitap yalnızca sevginin güzelliğini değil, benim bu anne-kız ilişkisine duyduğum hayranlığı da ortaya koysun.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz