KARİN KARAKAŞLI

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA

Benim Surp Sarkisim…

Ermeni geleneklerinin en renklilerinden biri olan isim günü kutlamalarını da diğer pek çok şey gibi Baron Seropyan’dan öğrendim. Çünkü onda hiçbir kutlama hikâyesiz olmazdı. Bu toprakların Ermeni tanrı ve tanrıçaları, aşuğları, farklı yörelerin halkları, azizleri dile gelir, çoktandır anılmamış olmanın verdiği özlemle, bir anda can bulurlardı.

Konuşurken onu dinlemek, hani şu üzerine pırıltılar yapıştırılmış eski kartpostallarda ocak başına oturmuş Noel Baba’nın çevresini saran çocuklar gibi hissettirirdi bana. Onun ballandıra ballandıra anlatımıyla dağ, taş dile gelir, dünyadaki her varlığın bir masalı olduğu ortaya çıkardı. Bir an için büyülü olurdu her şey.

İsim Günleri içerisinde hem kendi ismi olduğu için, hem de hikâyesini çok sevdiğimden en çok Surp Sarkis’i severdim. Masal anlattıran çocuklar gibi o söylenceyi istek parçası yapardım sürekli. Sıkılmazdı Baron Seropyan, hatta mutlu bile olurdu. Keyifle piposunu yakar, bir kez daha başlardı anlatmaya:

“Bir efsaneye göre Bizans’tan atının terkisinde kaçırdığı sevgilisi nedeniyle halk arasında lakabı ‘kız kaçıran’ olan Surp Sarkis, cinsilatif tarafından sevilmiş ve sürekli aranmış bir azizdir. Efsane şöyle: Düşmanla savaşan Bizans İmparatoru, Ermenilerden yardım istemiş; ancak gele gele, bir tabura bedel Surp Sarkis ve 40 neferi gelmiş. Üç gün süren mücadelenin ardından, Surp Sarkis aç bilaç oturmuş, nereden bir lokma ekmek bulup da açlığını gidereceğini düşünürken, rüzgâr gökten birkaç buğday başağı getirip önüne dökmüş. Aziz, buğdayları alıp avucunda öğütmüş, ağzına atmış ve açlığını gidermiş. Bu nedenle, Surp Sarkis orucu, Kevork, Teotoros ve Minas gibi diğer süvari azizler için tutulan oruçlardan farklı olarak, üç gün sürer. Surp Sarkis, karnı doyunca, Tanrı’ya şu sözlerle yakarmış: ‘Bundan böyle her kim yıl içinde yedi gün başaklar anısına perhiz ve oruç tutar ve Cuma günü ‘pokhint’ (buğday ya da arpa unu ve rup ya da balla pişirilmiş bir cins yağsız kete) ile oruç açar ise muradını yerine getir, onu sevdiğine bağışla.’ Kırsal kesimde yaşayan Ermeniler, bu perhiz ve oruç günlerinde Surp Sarkis’in putperest bir kızı Hıristiyanlaştırıp, beyaz atının terkisinde Bizans surlarından kaçırdığına, Şubat ayının dondurucu soğuğuna aldırmadan Kalkedon’dan (Kadıköy) Ararat Dağı’nın karlarla kaplı zirvesine kadar sürecek yolculuğu sırasında orucunu tutanların evlerine uğradığına ve dahası, üzeri haç işaretli ‘plit’ (bir çeşit çörek) veya pokhintlere atının nalının izini bıraktığına inanır. Genç kızlar ve damat adayları, o gün pişirdikleri plit adı verilen çörekten kuşların yemesi için bir parçayı dama koyarlar. Pliti kapan kuşun uçtuğu yönün hayatını birleştireceği kişinin geleceği yönü gösterdiğine inanır gençler. Dahası, mayalanması için gece dama bırakılan pokhint hamurunda, sabah Surp Sarkis’in beyaz atının nal izini görmeyi düşler insanlar.”

Onu dinlerken, bulutların üstünde beyaz atıyla dolaşan, birileri yardıma ihtiyaç duyduğunda hemen yeryüzüne, yanı başına inen bir Surp Sarkis belirirdi gözümün önünde. Takılırdım, “Adaşınıza da kıyak geçiyorsunuz Baron Seropyan” diye. Gülerdik karşılıklı.

Sarkis Seropyan’sız ‘Surp Sarkis’, isim günlerinden bir isim günü işte. Onunlayken tarih mitolojik, şimdiki zaman masalsıydı. Ve işin güzeli, birlikte susmak da çok güzeldi. Saatlerce nargilemizi fokurdatır kendi dünyalarımızda gezinirdik. Güvende hissederdim.

Malum, aziz mertebesi ruhani önderlerin icazetiyle verilen bir sıfat. Şimdi düşünüyorum da, benim Surp Sarkisim Baron Seropyan’dı. Günahlardan, zaaflardan azade olma anlamında değil, ölümün etkisiyle yüceltilmekten de değil, bana ve pek çoklarına iyi gelmesinden. Boşluğunun uğuldamasından. Onsuz pipoların dumansız, yemeklerin tuzsuz kalmasından. Hayatın pek bir yavan olmasından.

O benim köküm, kökenimdi. Aileden de büyük bir şeydi. Serpilip boy verdiren, yeşillenmeni sağlayan biri. Onu sevindirmek, hoşuna gidecek, takdir edeceği bir şey yapabilmek mutluluktu. Çünkü yüzündeki o çocuksu gülümseme ile ödüllendirilirdiniz, “Aferin be kız” bakışıyla. Çoklarının yitirdiği çocukluk, onda olanca muzipliği ile yerli yerinde dururdu. Tıpkı gök gümbürtüsünü andıran öfkesinin de bir adım ötede duruşu gibi. Hissettiği her şey yüzündeydi, yüzü de âşık olduğu taşın, toprağın ta kendisi.

Şimdi artık mesaisi daha ağır. O ki, artık tam anlamıyla Surp bir Sarkis, bir gün değil, her gün gelecek yanımıza. Atının terkisine atacağı çok fazla dertli var zira…