‘İsim koleksiyonum var’

“bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet…”

Ahmet Hamdi Tanpınar

Zakarya Mildanoğlu’yla, kalanların doğanlara verdiği isimler ve gidenlerin bıraktıkları üzerine söyleştik. 

Zakarya’nın anlamıyla başlayalım mı söze?

Etimolojik olarak zannedersem Tanrı’nın hediyesi-hatırası anlamına geliyor ve anladığım kadarıyla Latin kökenli bir kelime. Hıristiyan dünyasında kutsal bir isim. Tarihte bazı isimlerin karşılığı olarak peygamberler var, Zakarya Peygamber de var. Esasında Zakarya, Zekeriya ile aynı kökenden geliyor. Zekeriya’nin anlamı da bolluk, bereket. Böyle bir yerlerden geliyor olsa gerek. Çok da merak edip araştırmadım.

Bu ismin size nasıl verildiğini merak ettiniz mi?

O çok net. Benim babam 1903 Yozgat doğumlu. Altı kardeşler. Babam, kardeşler arasında hayatta kalan tek kişi. 1915’te babamı misyonerler kurtarıyor, Kayseri’de. Bir süre Talas Amerikan Koleji’nde kalıyor, sonra ailesini aramak için dağ-tepe geziyor. 25-30 yaşlarına gelince yoruluyor ve annemle evleniyor. Dört erkek, iki kız çocukları oluyor ve tüm çocuklarına kendi kardeşlerinin isimlerini veriyor. Benim ismim de, amcamın ismi. Zakarya Amca’mın.

Babanız, Zakarya Amca’nın nerede, nasıl vefat ettiği öğrenebiliyor mu?

Yozgat’ta. Yozgat katliamı çok vahşi bir katliamdı. Bir kısmı tehcire gitmiş fakat büyük bir kısmı Yozgat’ta halledilmiş.

Siz bu hikâyeyi ne zaman, nasıl öğrendiniz?

Valla, kendimi bildim bileli konuşuruz. Babam anlatırdı, 72’de rahmetli oldu. Her zaman bu konuşulurdu, yani öyle gizli saklı bir şey değildi. Diyebilirim ki, doğduğumdan beri biliyorum.

Bunu bilmek nasıl bir his?

Çok kolay bir şey değil. Delikanlı olunca, yetişkin olunca bunu daha derinden hissettim. Çok üzerinde konuşmadım, konuşmak da istemem. Takılıp kalmış değilim, ama... Hani Hrant diyordu ya, “Nerede benim babalarım, dedelerim?” Öyle bir şey işte. Nerede benim amcalarım? Nerede beş amcam? Varlar, adları sanları oradaki kütüklerde kayıtlı ama neredeler?

Kütüklerde kayıtları duran insanların isimlerinin yaşatılması, kimlik meselesine nasıl yansıyor?

Ermeniler, soykırımda kaybettiklerini bir şekilde böyle yaşatıyorlar. Böyle hatırlayabiliyorlar, böyle anıyorlar. Yani bu, Ermeniler arasında yakın tarihe kadar bir ritüeldi. Özellikle Anadolu’da kaybettiklerinin adlarını verirlerdi. Bizim bahtımıza da bu düşmüş... Duygusal yoğunluğu çok yüksek konular bunlar. Bir babanız var ve oradan kurtulmuş, gelmiş, karşınızda... Konuşmak kolay değil.

Amcalarınız, aileniz adına bağışlamak mümkün mü?

Değil, bağışlamak başka türlü bir şey. Bağışlamak değil de, kin gütmemek, ‘öteki’ yaratmamak, düşmanlık yapmamak, barışçıl geçinmek, diyalog kurmak... Bu, tabii, tek taraflı olarak yapılabilecek bir şey değil. Siz istediğiniz kadar diyalog kurmak isteyin, karşınızda koskoca bir devlet var. İşin şu yanı da var: Soykırımın içinde, koruyup kollayan çok iyi insanlar da vardı. Bu işin ana suçlusu, devlet. O nedenle, ‘yüzleşme’ filan diyoruz ya, o ancak devlet isterse olur. Elbette sokaktaki insanın sizin acınızı paylaşması değerli, fakat yüzleşmek için devletin o acıyı tanıması, “Evet, dedelerimiz yapmış. Uzat elini” demesi gerek. Demez ama...

Devletin kurumlarında, resmî yerlerde veya sokakta isminizi söylerken neler yaşıyorsunuz?

Ben 1957’de geldim İstanbul’a. İlkokulu köyde okudum. Çocuk yaşta yaşadıklarımız var öncelikle. Yediğimiz dayaklar var, aşağılanmamız var. Gâvurluğumuz var. Tak, vurur bir tane, “Ulan gâvur, haç çıkar!” Ben bütün bunları yaşamış bir insanım. İki-üç sene önce Balçiçek Pamir’in televizyon programına çıkmıştım. Onun da ilk sorusu şuydu: “Zakarya olarak yaşamak nasıl bir şey?” Ben de ona dedim ki, “Benim isim koleksiyonum var.” ‘Zakarya’ diyorum, ‘Zekeriye’ diyorlar, ‘Zagor’ diyorlar, ‘Zafer’ diyorlar. “Ya!” diyorum, “Sakarya’nın Z’lisi.” Ama yok, olmuyor.

Tabii, yaklaşımlar da çok çeşitli. İnsanın zihniyetine, niyetine bağlı. Çok iyi niyetli insanlar da ‘Zekeriye’ diyebiliyor, ona kızmıyorum. O başka bir şey, fakat öbür türlüsü, yani mesela arkasından hemen “Nereden geldin sen?” sorusunun gelmesi başka. O zaman diyorsun ki, burada iyi niyet yok, samimiyet yok.

Siz çocuklarınız için nasıl isimler seçtiniz?

İki oğlum var benim. Büyüğü, Ufan Arda. Ufan babamın lakaplarından biriydi, eşim koydu onu. Küçüğü, Aras Can. İsimleriyle ilgili değil ama konuyla ilgili küçük bir anekdot anlatayım: Büyük oğlum Sahakyan’a (Özel Sahakyan Lisesi) başladı. Okulda problem çıktı, Türkçe öğretmeni şiddet kullanıyordu, okul idaresi engel olamadı, tutum takınmadı. Ben de sömestr bitince “Alıyorum oğlumu” dedim. Eti de benim, kemiği de... Aldık, bir Türk okuluna götürdük. Müdürü çok yakın arkadaşımdı, okul eve yakındı, götürdük verdik. Neyse, çocuk gidip geliyor. Ya ikinci, ya üçüncü sınıftaydı, bir gün eve geldi, tesadüfen evdeydim o sırada. Sırtındaki çantayı odanın ortasına fırlatıp attı. Hani derler ya, burnundan soluyor, öyle. “Arda, oğlum, n’oldu?” dedim. Ne gelir aklına; yaramazlık yaptı, cam kırdı, kavga etti vs. Soruyorum, “Oğlum, cam mı kırdın? Bir dersten zayıf mı aldın? Bunlar hiç önemli değil, gelir geçer.” “Yok baba” dedi. Vurdu kapıyı, gitti odasına. Aradan yarım saat filan geçti, baktım geliyor. Geldi, “Baba, annem evde mi?” dedi. “Yok” dedim. Geldi oturdu yanıma. “Baba” dedi, “Biz Türkleri niye kesmişiz?” Annesi Türk, onun yanında konuşmak istemedi. Ben beynimden vurulmuşa döndüm. “Arda’cım, bu nereden çıktı?” dedim. “Tarih öğretmenimiz, Mehmet Bey, bir aydır durmadan ‘Ermeniler Türkleri kesti’ diye anlatıyor” dedi. “Doğru değil Mehmet Bey’in anlattıkları ama anlayabilmek için biraz daha büyümen gerekiyor” dedim. “Yok, ben anlarım” dedi. Ben de dedesini anlattım ona. Babamı anlattım. “Anladım” dedi. Ve ondan sonra da konuşmadık, biliyor musun... Şimdi 31- 32 yaşında, konuşuyoruz ediyoruz elbet ama o yaşta bir çocuğun...

Eşinizin Türk olması, sizin bunu oğlunuza başka türlü bir hassasiyetle anlatmanızı gerektirdi mi?

En küçük bir hassasiyet gerektirmedi. Tam zıddı; her şeyin çok rahat konuşulduğu bir ortamda yetişti çocuklar. İlişkilerimiz çok rahat. Çocuklar anneanneyi de gördü, babaanneyi de, dayıyı da, halayı da. O ilişkileri hep canlı tuttuk. Kayınpederim Kadıköy’den madımak alır, ablama gelir, pişirtir, yer giderdi. Bu kadar sıcak bir ilişkiydi. Herkes gıptayla bakar bizim evliliğimize. Hatta şunu söyleyeyim; eğer bir Ermeni’yle evli olsaydım belki bu kadar rahat olamazdım. O da bir risk, Ermenileri de biliyorum...

İstanbul’da bir Ermeni olarak mimarlık yapmak konusunda neler söylersiniz?

Mimari göz önünde olduğu için Ermeniler orada öne çıkıyor. Halbuki pek çok alanda Ermeniler önemli işler yapmış. Basın-yayın dünyasına bakıyorsun, Osmanlı matbaalarını kuran, Osmanlı harflerini tasarlayanlar Ermeniler... Atatürk’ün imzasını hazırlayan kişinin Ermeni olması çok enteresan değil mi? Türkçenin gelişmesi konusunda Agop Dilaçar’ın katkıları... Buna benzer yüzlerce isim... Bu isimler inkâr edilemiyor artık. Bir dönem, Balyanlar için “Dolmabahçe Sarayı’nı İtalyan Balyani yaptı” deyip durdular mesela. Balyanların Ermeni olduğunu inkâr edememeye başlayınca dediler ki “Balyanlar mimar değil, onlar kalfa.” Rezil oldular bütün dünyaya. Bunun gibi örnekler çok. “Ani Harabeleri” de demezler mesela, “Anı” derler ya da “Ahtamar” değil “Akdamar” derler. İsimlerle politik olarak oynanıyor. Türkiye’de, Anadolu coğrafyasında adı değiştirilmeyen ne köy kaldı, ne kasaba. Sonra Soyadı Kanunu var, Ankara’dan merkezden kaymaklıklara, muhtarlıklara listeler gönderiyorlar ve diyorlar ki, “Bu listelerden soyadı seçeceksiniz.” Yani, kirli bir tarih. Yük çok fazla. Yavaş yavaş açılıyor, konuşuluyor. Daha çok konuşulsun diye çaba sarf ediyoruz. Zaman zaman izin veriyorlar, zaman zaman öldürüyorlar. Hrant’ı öldürdükleri gibi. Durum bu. İşte böyle Zakarya’nın hikâyesi...

Kategoriler

Toplum


Yazar Hakkında