Kuyum atölyelerinin gizemli kuş yuvası: Varakçı Han

Birbirini çağıran hanlar var. Misal, Çuhacı Han’a gittikten sonra ikinci durak doğal olarak Varakçı Han. Araya başkasının girmesine gönül razı gelmez.

Ermeni kuyum ustalarının iki büyük merkezi bu iki hanın ta kendisi. Üstelik neredeyse dipdibeler. Kapalıçarşı’da Varakçı Sokak ile Çuhacı Han arasında kalan yapı, Kapalıçarşı’ya doğrudan bağlı hanlardan biri. 

Adını varak sanatından aldığından olsa gerek;  altın, gümüş gibi metalleri döverek yapılan, süslemecilikte kullanılan incecik yapraklar çağrışım olarak gözümün önüne gelen ilk şey oluyor kapısının girişinde. Oysa karşımda yılların yorgunu, eski yüzlü bir han var. Asıl ihtişamı içinde…

Kutu kutu pense

Çuhacı Han’ın geniş avlularından sonra Varakçı Han’ın göğe doğru yükselen daracık katları şaşkınlık verici bir tezat. Atölyeler küçük birer kuş yuvası. Tek kişinin geçebileceği darlıktaki merdiven her seferinde küçücük bir atölyenin kapısına varıyor. Şadyan Kuyumculuk’un kapısı, Ali Baba ve Kırk Haramiler masalındaki saklı hazine kapısı gibi. “Açıl Susam Açıl” diyorsun; hanın asıl nam saldığı o zanaatkârlığın, el işi ustalığının bütün ürünleri bir bir önüne dökülüyor.

Babadan kuyumcu olan Raffi ve Levon Şadyan kardeşler, halen eski usülle sipariş üzerine özgün modeller çalışıyorlar. Hanın kesilip kırpılıp atölye kılınan kısımları daracık tezgâh köşelerinden ibaret. Baba Jirayr Şadyan, 1941’de başlamış mesleğe. Kırım sonrası Romanya’dan gelmiş ve bir hayat kurmuş. İsmini Zincirli Han’dan Misak Voskan anmıştı ilk. Aram Kordonciyan ve Jirayr Şadyan ustaların yanında zanaatı öğrendiğini anlatmış, çıraklık dönemini geçirdiği ve her biri kuyum alanında birer okul olan Varakçı Han ve Çuhacı Han’ı da yâd etmişti özlem ve minnetle. Eski ustalar bir han geleneği olarak lakaplarıyla geliyor bir bir; mıhlayıcı Fantoma, mıhlayıcı Akordeon Vahe, sadekâr Piç Ara, cilacı Manço, yaldızcı Sarı Agop, yaldızcı Tarkan, mineci Azat, kahveci Hrant… Şadyanlar’ın kapı komşuları Garbis Agopyan, (hem kuyumculuk hem tiyatroculuk yapan ve geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz Misak Toros’un babası) Toros Torosyan, Vahag Jamgoçyan ve diğerleri…

Şadyanlar’ın atölyesinde yerler boydan boya eski ızgaralarla kaplı. Şehir efsanesi ramatçıların işini bugün atölye emekçileri kendileri yapıp, yerdeki her bir altın zerresini topluyor. Keza atölyenin orta yerinde asılı duran ve elektrikli süpürgelerin torbasına benzeyen, düşük debide biteviye çalıştırılan haznelerde de havadaki altın tozu toplanıyor. Uçarı kaçarı yok yani bu altının!

Tais Şadyan ve Levon Şadyan

Parayı veren düdüğü çalar dönemi

Levon Şadyan 1972’de, ağabeyi Raffi Şadyan 1969’da başlamışlar baba mesleğine. Atölyede duran Levon Şadyan, “Beş on sene sonra bunları da bulamayacaksınız. Bir biz kaldık burada iki üç mıhlayıcı olarak. İki dükkânda yirmi kişi çalıştığımız zamanlar vardı. Şimdi dokuz kişiyiz anca” diyor. Sebebini sorduğumuzda, yakın dönem sosyolojik değişimler çıkıyor ortaya. “Fuarlar başlayınca yurtdışından katılımlar arttı. Herkes kendi malını satmaya geliyor. Çinli üretici ucuza satınca, özgün model diye bir talep de olmayınca, talep sürüme kaymaya meyletti. Bir de zamanla sermaye el değiştirdi. Bakın eskiden buralarda dövizci yoktu hiç. Şimdi dolar üzerinden yüksek kira verebilenler gelip dükkân kiralıyor buradan. Ben de zamanında mal sahibi olmasam, şimdi dayanamazdım.”

Bir zamanlar ateşte ıstakoz pişirilen zamanlardan, kimseler elvermediği için kofraların tamir edilemediği bugünlere gelinmiş. 

Esrarengiz Varakçı Han’ın izini sürerken internette Charles Samz’ın 1971 yılında bir gezi esnasında çektiği Eski İstanbul fotoğraflarına rastladım.  Bundan tam 45 yıl önce  turistik amaçla İstanbul’a gelen amatör fotoğrafçının objektifinden yansıyan Varakçı Han, tıpkı diğer kareler gibi kaybedilen güzelliğin görsel kanıtı. Fotoğrafçının çalışmaları Boston Üniversitesi’nin International Center for East Asian Archaeology and Cultural History arşivinden çıktı.

Mumla gelen ustalık

Elindeki telkâri yüzüğün incelikli döner mekanizması ile oynuyor Levon Şadyan. Taç yapraklı çiçek yüzük üç boyutlu olup fır fır dönmeye başlıyor onun parmak darbesiyle. “Şimdi bu yüzük dönmüş dönmemiş, kimin umurunda? Mesele bu kadar basit” diyor. Elindeki yüzüğü tartıyor avucunda. “Ben 15-20 gramdan yüzük yapıyorum. Şimdi 5 gramdan bilezik üretiyorlar. Tabii makineden çıkma olacak.”

Şadyanlar’ın dükkân bölümünde de Raffi Şadyan’la buluşuyoruz. Burası da el emeği göz nuru kuyum eserleriyle dolu. Raffi Şadyan yılanların arasında beliren İsa Mesih yüzüğünü gösteriyor hemen. Yüzüğü takmak değil, bir mesafeden bakmak istiyorsun. O derece özgün bir sanat eseri. “Ben bu yüzüğü kendime yapmıştım” diye anlatıyor bir yandan hikâyesini. “Sonra İsa Mesih’i neden yılanlar içinde göstermişin, diyerek bana tepki gösterenler oldu. Ama Eçmiadzin’de Vehapar (Başpatrik) ‘Ne sakıncası var, benim asamda da üç yılan var’ deyince sustular.”

Kalıpları muma çıkararak çalışıyor Raffi Usta. Reçineli bu mumu ABD’de keşfetmişler. İçine konan altın ve gümüşün türü ve miktarına göre ayarını buluyor. Derken elimize koca bir büst tutuşturuyor. 2012 fuarı için hazırlanan kafatası, yine mumla çalışılmış bir el emeği harikası. Şimdi bu geleneği devam ettiren yeni bir kuşak var. Raffi Şadyan’ın kızı Tais Şadyan, 11 yaşından beri hanın tozunu yutarak yetişmiş. Tasarımcı olan Tais Şadyan da gönlü model çalışmaktan yana olsa da “Şimdilerde daha çok günlük kullanım için ürünler tercih ediliyor” diyor.

‘Burada her şey var’

Bu mağazanın kimileri için nasıl bir önem taşıdığınıysa internette rastladığım bir müşteri beyanı ortaya koyuyor:  “Uzun zamandır Kapalıçarşı’ya gitmem gerekiyordu. Küpelerimden birisi kırılmıştı. Sevgili Levon ve Raffi küpeyi görünce gözlerine inanamadılar. Üzerine basmadan şeklinin bu kadar bozulamayacağı konusunda beni ikna etmeye çalıştılar ama gerçek şuydu ki, kulağımdayken ucu düşmüştü ben hiçbir şey yapmamıştım. Raffi ve Levon Şadyan Kardeşler benim için çok özeller, onlar olmasaydı bugün kulaklarımdaki en sevdiğim küpelerim veya parmağımdaki hiç çıkarmak istemediğim yüzüklerim olamazdı 18.yıla giriyor sanırım tanışmamız. O kadar özel zanaatkârlar ki dükkân tıklım tıklım ne zaman gitsem, ama herkesle tek tek ilgilenip ne istediklerini anlamaya çalışır ve yardımcı olurlar. Küpem itina ile tamir olurken ben de etraftan birkaç fotoğraf çektim. Biz kadınlar mücevher mağazalarından gözümüzü alamayız. Uzun uzun bakmaya fiyatlarını sormaya bayılırız. Ben de sevdiğim birkaç objenin fotoğrafını çektim, ama meraklıysanız mutlaka bu dükkâna uğramanız lazım. Burada her şey var…”

Bu kaderine terk edilmiş izbe handa anılar ve emekten koca bir birikim var. Yeter ki siz keşfetmeye niyetli olun. İnceliklere bu hoyrat zamanlarda her şeyden fazla ihtiyaç var.

Eski bir ilanda Varakçı Han

Ermenice gazetelerde bir dönem hanlardaki hareketli hayatı gözler önüne seren bolca ilan da yer alıyordu. 1852-1908 yılları arasında İstanbul’da yayımlanan Masis gazetesinin 1894 yılı 685. sayısında şöyle bir ilana rastlıyoruz. İşte onlardan biri: “Yeni Buluş, Hamidiye Saat, altın ve gümüş, tek akreple Alafranga ve Alaturka saati bir arada gösterir. Böylece ayrı saate bakmaya gerek kalmaz. Yetkili tek bayi, Hovsep Tolanyan’ın mağazası. Burada altın ve gümüş olarak başka saat modelleri, kolyeler ve gümüş tepsiler bulmak da mümkün. Tepsiler beyaz metal üzerine Kritofle yazılıdır. Her ürün özel faturasıyla teslim edilir. Fiyatlar makuldür.”

Varakçı Han’da geçen çıraklık günleri

Han maceralarımızı ilgiyle takip eden isimlerin başında Genel Yayın Yönetmenimiz Yetvart Danzikyan da var. Ama iş Varakçı Han’a geldiğinde gözleri bir başka parlamaya başladı. Meğer o da bu handa çırak olarak bulunmuş bir dönem. Rahat bırakır mıyım hiç, onu makûs geçmişine döndürdüm hemen:

“Varakçı Han’ın bende de hikâyesi vardır ve hikâyem ikiye ayrılır. Öncelikle babam, Tünel Ayhan’daki atölyesini kapattıktan sonra iki yıl kadar bir arkadaşıyla birlikte ortak çalışmıştı. 1980 civarı olmalı. Arada beni de götürürdü tabii. Daracık merdivenlerden çıktığımız küçücük bir atölye. Penceresi Nuruosmaniye Camii’nin minarelerine bakardı. Güya ben de zanaatı izleyip öğrenecektim ama o yaşta kafa tabii başka yerde. Pencereden dışarıyı seyrede ede, minarelerin kıvrımlarını ezberlemiştim neredeyse.

İkinci safha ise çıraklığım. Rahmetli babam, (ki kendisi de mıhlayıcı idi: “Bolgöbek Hrayr”) 1981 yılından itibaren her yaz beni bir yere çırak olarak vermeye başladı. İlk yıl Pangaltı Meydanı’na bakan küçük bir kuyumcu mağazasında (Çakır Usta’nın yanı) çalışmıştım. İkinci dönem içinse herhalde sıranın Kapalıçarşı’ya gelmiş olduğunu düşünmüş olacak ki Varakçı Han’ın yolunu tuttuk. Yine daracık merdivenlerden çıktığımız en tepede kuş yuvası gibi küçücük bir sadekâr atölyesi. İki usta var: Aret Usta ve Ohannes Usta. İki kalfa, bir de çırak: Ben. İzlemem ve öğrenmem gerekiyor. Bir yandan da getir götüre koşmak, çay söylemek ve Aret Usta’nın dükkânda beslediği muhabbet kuşu için her cuma haşlanmış yumurta almak... Çünkü hafta sonu yumurtayla idare ederdi hayvancağız.

Ancak en zor iş tabii çay söylemek. Çünkü sistem şöyle: o kadar merdiveni aşağı iniyorsun, eğer sipariş çok ise çayları kahveleri askıya diziyorsun, dökmeden o daracık merdivenlerden yukarı çıkarıyorsun. Ancak askıyı çaycıya hemen iade etmek gerekiyor. Başlarda askıyı gerivermek için bir koşu yine en aşağı iniyordum, ancak Çarşı’nın bir de çıraklık hukuku vardır. Diğer çıraklar beni uyardılar, ‘Üçüncü kattan avluya salla gitsin’ diye. Kolaymış gerçekten. Artık üçüncü kata kadar iniyor, avluya bakan bir yerden çay ocağına sesleniyor, ocaktan biri ortaya çıkıp ellerini açınca askıyı boşluğa bırakıveriyordum.

Bir de bahisçimiz vardı, ismi şimdi aklıma gelmiyor. Her akşamüstü 5-6 sularında peydahlanırdı. Muhtemelen civardaki tüm dükkânlara uğrardı. Sistem şöyle: göbekli ve cebinde kalınca bir tomar para olan bahisçimiz kapıdan görünür. Bahse niyetli olan varsa, içeri çağırır. Bahis nedir, derseniz, cepteki bir tomar paradan birini seçmek ve seri numarasının son rakamının tek mi çift mi olduğunu tahmin etmek. Diyelim şöyle: ‘5, tek’. Bahisçimiz eline cebine atıyor, bir tomar parayı çıkarıyor. Beş tane sayıyor, gelen paranın seri numarasına bakıyor. Gerisini tahmin edersiniz sanırım. Gittikten sonra her seferinde ‘Bu işten para kazanıyor mu acaba?’ muhabbeti döner, son olarak biri ‘Kazanıyor ki yapıyor herhalde’ der, meşinlerdeki altın tozları toplanır ve paydos hazırlıkları yapılırdı…”

 

 

Varakçı Han muamması

Bu hanın beni en çok şaşırtan yanı, kayıtlara bu denli az geçmiş olması. Böylesi köklü bir hanın tarihine ilişkin bilgiye rastlamanın iğneyle kuyu kazmaktan beter olacağını tahmin etmemişim doğrusu. Sanki herkes Varakçı Han’la ilgili hikâyesini kendine saklamış! Allahtan ekibimizin D’Artagnan’ı Zakar Abi (Mildanoğlu) imdada yetişiyor. “Abi yardım et” çığlığım sonrası ilaç gibi şu bilgi kırıntılarına ulaşıyorum kendisinden:

“Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bazı yayınlarında yer alan İstanbul Hanları’na ait dökümlerde Varakçı Han’a isim olarak yer verilmişken, bazı yayınlarında ise adı bile anılmamış. Müdürlüğün bir yayınında yer alan hanlar listesinde bulunduğu mevki belirtilmemiş ve Molla Hüsrev Vakfı ile ilişkilendirilmiş. Bu yayında hanların tümüne yakınına ait ayrıntılı tarihsel ve teknik bilgi verilirken Varakçı Han’a ait bir satır bile yazılmamış. Vakıfların bir başka yayınında ise ‘Çarşı ile Bağlantılı Olan Hanlar’ listesinde Varakçı Han’a yer verilmiş ancak tarihçesi hakkında bir bilgi sunmamıştır. Vakıflar dergisinin 10. sayısında Varakçı Han ‘İstanbul’un Eski Vakıf Hanları 1827’ adlı listede Varakçı Han da yer alıyor.

İstanbul Ticaret Odası’nın Geçmişten Günümüze İstanbul Hanları adlı kapsamlı yayınında da bir bilgi bulunmuyor. Aynı oda sadece İstanbul, Dersaadet Ticaret Odası’na Kayıtlı Banker, Tüccar ve Komisyoncu İsimleri’ adlı yayınında Varakçı Han’da yer alan bir tüccar ve bir de ıtriyatçı ismine yer vermiş. Fatih Sultan Mehmet’in Kapalıçarşı’nın inşaatına başladığı yıl olan 1460 Kapalıçarşı’nın kuruluş yılı olarak kabul görmüş. Asıl büyük çarşı ise Kanuni Sultan Süleyman tarafından ahşap olarak inşa ettirilmiş; Kanuni döneminde ahşap olarak genişletilen çarşı, 1546, 1651 ve 1710 yıllarında üç büyük yangın geçirip yeniden kâgir olarak inşa edilmiş.”

Kapalıçarşı’nın hanından geçenler

“Çarşı ile bağlantılı olan hanlar: Çuhacı Han, Cebeci Han, Aktarcı Han, Çukur Han, Büyük Safran Han, Küçük Safran Han, Sarraf Han, Ağa Han, Bodurum Han, Yarımtaş Han, Sorguçlu Han, Rubiye Han, Varakçı Han, Kuyumcular Han, Zincirli Han, Sıra Odaları Han. Bu bilgilerden yola çıkarak Varakçı Han’ın da yaklaşık olarak Kapalı Çarşı inşaatı ile aynı tarihlerde inşa edildiği söylenebilir.”

Levon Dabağyan’ın ‘Türkiye Ermenileri Portreler-Kuyum Ustaları’  başlıklı seri yazısında da yolu Varakçı Han’dan geçen şu isimlere rastlıyoruz.

“Frangül Usta: Yeni-Kapu’nun renkli simalarındandı, sanatçı değil, zenaat erbabı idi. Şen şakrak bir insan olduğundan hemen herkes tarafından sevilirdi. Varakçı Han’ın ikinci katında olan dükkânında, çalışırken kalp krizi geçirerek, 43 veya 45 yaşlarında vefat etmiştir.

Ocakçı Nigoğos Usta (?-?) : Genç Ocakçılar içinde en mahir olanlarındandı. Namı (Üsküdarlı Nigoğos)tur. Dükkânı Varakçı Han’da idi.

Sarkis Magarof (?-1948): Rus Ermenisi olan Magarof Sarkis’in dükkânı; Varakçı Han’ın hemen girişinde, sağ kolda idi. Ölümüne yakın günlerde hayli endişeli ve tedirgindi. Yakın arkadaşlarına: ‘Öldürülmekten korkuyorum, sessizce başka bir ülkeye gitmeyi tasarlamaktayım’ diyormuş. Biz çıraklar da Ustalarımız kendi aralarında konuşurken duyup öğrenmekteydik.”



Yazar Hakkında

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA