Bakırcıların saklı dünyası: Cebeci Han

Pakrat Abi, Berge ve gönüllü mihmandarımız Stepan Altuntepe ile birlikte bu sefer yolumuz, zamanın ve hoyratlığın yıkıcı etkisinden fazlaca nasiplenmiş Cebeci Han’a düştü.

İstanbul bir açık şantiye görünümü almışken, şehrin gelişmişliğin alışveriş merkezlerinin sayısıyla ölçülürken, biz unutulmuşlukları içerisinde vakar duruşlarından hiçbir şey kaybetmeyen hanların peşine düştük. Pakrat Abi, Berge ve gönüllü mihmandarımız Stepan Altuntepe ile birlikte bu sefer yolumuz, zamanın ve hoyratlığın yıkıcı etkisinden fazlaca nasiplenmiş Cebeci Han’a düştü. 

Han dediğin seni sürekli şaşırtan bir yapı. Çoğu zaman  dışardan nasıl bir muazzam dünyayla karşılaşacağını tahmin bile edemiyorsun. Galiba han demek saklı ve bu yüzden keşfedilmeye muhtaç bir güzellik demek. İçine girince her yapı bir taş merdivenden, ille de o tuğlalı derzli yapısını ele veren minicik bir köşeden selam ediyor. Çoğu zaman hanlar içeri doğru genişliyor. Farklı yerlerinden baktıkça, horlanmış o güzelliği için yanarak fark ediyorsun. Çokça kısmınıysa hayal etmen gerekiyor. Zira yıkılmış oluyor ya da sıvanmış. Ama her halükârda o labiretimsi geçitlerinden akarken, şehri çoktan unutmuş oluyorsun. Cebeci Han da böylesi bir yapı. Bizi önce tevazulu küçük bir avluyla karşılıyor. Asıl güzelliklerini ise sonraya saklıyor.

Suzi İmren.

Kumaşlar arasında

Girişte yılların kumaşçısı Suzi İmren’e konuk oluyoruz.  Tıpkı hanın kendisi gibi odalarla ve geçişlerle içeri doğru genişleyen dükkânının dışı da içi de rengarenk, çeşit çeşit kumaşlarla dolu. Bindallılar, pazenler, danteller… ne ararsan burada. Aslen Tokatlı olan İmren 1960’da İstanbul’a gelmiş. “Eskiden burada hep karyolacılar vardı. Ben Tokat’ta demirciydim, buraya gelince manifaturacı oldum” diye başlıyor hikâyesine. Hanın kaderine içleniyor. “Ne hikmetse bu hanın şansı olmadı pek, esnaf bir türlü girmedi” diyor. Kendisiyse dükkânını büyük bir emekle, sebatla zaman içinde büyütmüş. “Özal döneminde Bulgaristan’a gemi seferleri başlayınca dükkânın bodrum katını değiş tokuş için kullandım. O yıllarda herkes tabak çanak elde ne malı varsa getirirdi, Pazar kurardık bir anlamda.” Dedesini Niksar’ın köyünde başlayan hikâyesini bizde saklı kalmak üzere emanet ediyor. Çokça çile ve sıfırdan yeniden başlayış barındıran bu bildik hikâyenin içerisinde 1957’de evlenerek üç çocuk yetiştirmiş. Babasının “Erzurum’da şabik (kilise ayininde giyilen özel gömlek) giyemedim, siz çocuklarınız Ermeni okuluna kaydettirin” vasiyeti uyarınca çocuklarını Dadyan’a yollamış. Her şehirde yeni bir umut ve inatla başlayan, kaybedilenleri de kucaklayan bir hayat onunkisi. Şimdi çocuklar Montreal’de o ise halen hanın nöbetini tutuyor. 

Suzi İmren'in Tokat'taki demircilik günlerinden.

Bakır tombaklar

Küçük avlunun diğer sakinleri arasında kilimci ve hediyelik eşya dükkânları var. Dükkân sahipleri genelde dışarda, avlu içerisinde volta atıyor. Camcı, süngerci ve marangozları hatırlıyorlar eskilerden. Karyolacılar Yugoslavmış. Bu avluda şimdilerde herhangi bir iş kolunda üretim görmek mümkün değil.

Hayatı çeşitli hanlar arasında mekik dokuyarak geçen mihmandarımız gümüş ustası Stepan Altuntepe de Cebeci Han’ın bu sessizliğinden, durgunluğundan muzdarip.  “Eskiden kakmacım, sıvamacım vardı bu handa. Sürekli mal yaptırırdım. Şimdi kimseler kalmadı” diyor. Yine de hanı terk etmeyenler var elbette. Yavaşça esas avluya ve üst kata geçiyoruz. Burası bakırın harikalar diyarı.

Stepan Altuntepe’nin bizi eliyle buluşturduğu Atilla Yanık, ömrünü bakıra ve Cebeci Han’a adamış bir usta. Maraşlı olan Yanık, 71’den beri bu handa çalışıyor. “Karyolacı, yorgancı, hallaçcıları hatırlıyorum da burada, şimdilerde kimseler kalmadı” diyor, “Hanın o eski yüzyıllardaki halini düşünürüm. Düşün bu avlu at ahırlarıymış hep.” Düşünecek çok vakti var, işler çok kesat. “Sabah altıda kalkıp da çalışmaya başladığımı, sipariş yetiştirmeye çalıştığımı bilirim. Şimdi istirahatte sayılırım” diye anlatıyor iç çekerek.

Geniş avlu ve üst katı boyumun iki katı devasa tombaklarla dolu. Pakrat Abi eline bir kepçe alıp sevgili Baronumuzu, Sarkis Seropyan’ı anıyor birden. “Mardin’de böyle bir kepçe görmüştü de ek yeri yok, tek seferden yapmışlar diye nasıl heyecanlanmıştı. Bu tombakları da çok severdi” diyor sevgiyle. Yok olan sadece el emeği değil, bu güzelliği takdir edenler de kalmadı pek. Hanlarına yüz vermeyen, buradaki ustalığın kadrini kıymetini bilmeyenlerin neyin üstüne bir uygarlık ve ‘ilerleme’ inşa edeceğiyse benim için muamma.

Tombakları eliyle tek tek okşayan Stepan Usta’ya bakırın farkını soruyorum. “bakır daha yumuşaktır. Misal gümüşü işlemesi daha zor ama bunun da keyfi başka” diyor gülerek. “Bu handan başka yerde böylesi tombakları, el emeği bakır işleyebilenleri zor bulurlar” diye anlatıyor. “Bu işin pirleri Antep ve Maraş’ta bulunur. Cebeci Han’daki ustaların çoğu Maraş’tan gelme. Artık bir tek oralarda kaldı iyi ustalar. Eskiden Sıvas’ta, Diyarbekir’de de bakır ustaları vardı. Şimdi oralarda da dışardan mal alıp satıyorlar daha çok.”

İki metre seksen santim olduğunu öğrendiğimiz devasa bir tombağın önünde dikiliyoruz. Stepan Usta motifleri gösteriyor bize. “İçine kurşun doldurup çekiç ve kalemle motif kesilmiş. Bir iki Ermeni bakır kalemkârımız vardı ama onlar da zamanla bıraktı mesleği.”

Bırakılmışlık hanların koda adı zaten. Kemer ve duvar o kadar tahrip edilmiş ki, kimi kalıntılardan yola çıkarak tamamlayabiliyorsun resmi. Bir köşede sessizce işini yapan kalay ustası da alt kattaki demirci ustası da, bütünüyle bir han da kaderine terk edilmiş sanki. “Artık metale de o kadar ihtiyaç kalmadı” diyor demirci.

Sevgiye, kadirşinaslığa, vefa ve hürmete ihtiyaç nasıl da büyük oysa. Hanların en büyük derdi sadece durarak bize tuttukları o ayna. “Siz bizden eksilttikçe eksildiniz” der gibiler bana. Elçiye zeval olmaz ben de hanların dar geçitlerinde, taş merdivenlerinde ve avlularında uğuldayan bu fısıltıyı size emanet ediyorum. Hanların daha nice zaman bize rağmen ayakta kalacağına ve hepimize refakat edeceğine inanarak. Onların dayanıklılığından ve yüce gönüllülüğünden güç buluyorum. Dışarda yine koca bir şehir kavga için bekliyor oluyor… 

Bir zamanlar tüccarlar konaklardı

Kapalıçarşı’nın kuzeyinde Yağlıkçılar Caddesi üzerinde, Astarcı ve Sarraf Hanları arasında yer alan Cebeci Han’ın kitabesi bulunmadığından yaptıranı ve mimarı bilinmiyor. Yapı inşa tekniğine bakılarak 18. yüzyıla ait olduğu kabul edilen han, İstanbul’a gelen tüccarların konaklaması için kullanılırken, bu hanın avlusunda bir zamanlar hayvanları sulamak için bir havuz ve küçük bir de namazgâh bulunurmuş. Muntazam bir dikdörtgen plâna sahip olan han, iki avlulu ve iki katlı bir binadır. Günümüzde özgün mimarisinden çok şey kaybetmiş olan tarihi yapının girişinin yuvarlak bir kemer halinde olduğu, kalan inşaat parçalarından anlaşılmaktadır. Bu giriş beşik tonozlu bir geçitle birinci avluya bağlanır. Buradaki ikinci bir geçitle de hanın esas merkezi olan ikinci avluya girilir. Her iki avlunun çevresi klasik han şemasında olduğu gibi tuğla kemerli revaklarla çevrilidir. 1894 depreminde neredeyse tamamen yıkılan ve uzun süre harabe halinde kaldıktan sonra onarılarak tekrar kullanıma açılan hanın bu ilk onarımlarında ilk plân şemasına mümkün olduğunca sadık kalınmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. 

Kategoriler

Güncel Yaşam Dosya



Yazar Hakkında

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA