12 Eylül’le birlikte ‘Ermeni soykırımı bir ‘güvenlik meselesi’ne dönüştü

Emre Can Dağlıoğlu'yla, ’12 Eylül Rejimi ve Türkiyeli Ermeni Kimliğinin Yeniden Dizaynı’ 1980’deki askeri darbenin Ermeni kimliğine etkileri üzerine konuştuk.

‘21. Yüzyılda Ermeni Kimliğine Eleştirel Yaklaşımlar: Kırılganlık, Direnç ve Dönüşüm’ başlıklı konferansta, Clark Üniversitesi Holokost ve Soykırım Araştırmaları Merkezi’nde doktora eğitimi alan Emre Can Dağlıoğlu, ’12 Eylül Rejimi ve Türkiyeli Ermeni Kimliğinin Yeniden Dizaynı’ başlıklı bir sunum yaptı. Sunumundan yola çıkarak, Dağlıoğlu ile 1980’deki askeri darbenin Ermeni kimliğine etkileri ve o dönem gözaltına alınan rahip Manuel Yergatyan ile pastör Hrant Küçükgüzelyan, Esenboğa saldırısını düzenleyenlerden Levon Ekmekçiyan ve o saldırıyı protesto etmek amacıyla Taksim’de kendini yakarak intihar eden Artin Penik üzerine konuştuk.

12 Eylül askerî darbesini, Ermeni soykırımının kesin bir dille inkar edilmesinin miladı olarak kabul edebilir miyiz? 

Ermeni Soykırımı’nın inkarı elbette ki 12 Eylül 1980’de başlayan bir süreç değil. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana devletin tarihe gömmek istediği bir süreçten bahsediyoruz. Tabii ki bu inkar, soykırımı devamlı ve bitmeyen bir süreç haline getirdi. 12 Eylül’ün bu sürece ‘katkısı’, devlet nezdinde bu inkarı kurumsallaştırmak oldu. 50. yıl gösterileri, ASALA ile Adalet Komandoları cinayetleri ve dünyada yüzleşme kavramının filizlenmesine Türkiye’nin verecek cevabının olmamasına, bu sıkışmışlığın imdadına askeri rejim yetişti. Güven Gürkan Öztan ve Ömer Turan'a göre, inkârın resmi tezleri Dışişleri Bakanlığı ve üniversiteler tarafından oluşturuldu, Milli Güvenlik Kurulu tarafından sabitlendi; medya ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yaygınlaştırıldı.  

Askeri darbenin, ülkenin genelinin Ermeni meselesine bakışında ne gibi bir değişikliğie neden oldu?

‘Ermeni meselesi’ aynı zamanda 12 Eylül rejimi tarafından darbeyi meşru gösterecek damarlardan birisi olarak kullanılıyor. Çünkü ASALA ve Adalet Komandoları, 1975’ten 1980’e kadar Türkiye hedeflerine 70’den fazla kez saldırıyorlar. Askeri rejim de, bu saldırıların 1970’lerin ‘beceriksiz’ siyasi liderlerinin ve sağ-sol çatışmasına giren ‘anarşistler’in devleti acziyete düşürmesiyle mümkün olduğu tezini sürekli işliyorlar. Kenan Evren birçok konuşmasında bunu açıkça söylüyor. Dolayısıyla askeri rejim bu acziyetin sonu anlamına geliyor. Bu çerçevede, 12 Eylül rejimi ‘Ermeni meselesi’ni tüm tarihsel bağlarından kopararak mevcut ‘güvenlik meselesi’ne indirgiyor. Ayrıca tam bu dönemde basında 1920-22 yıllarında öldürülen İttihatçı liderlerin portrelerini, özellikle de Talat Paşa’yı daha çok görüyoruz. Bir yandan bu isimlere sebepsiz öldürülen ‘şehitler’ payesiyle iade-i itibar yapılırken, diğer taraftan, ‘Ermeniler tarihin her döneminde böyle şiddete meyyaldi’ mesajı veriliyor. Yani tüm mesele, Ermenilerin şiddet uygulaması ve Türklerin ‘haklı’ olarak buna karşılık vermesinden ibaretmiş ve bu döngü hep tekrarlanıyormuş gibi sunuluyor. 

12 Eylül, Ermeni kimliğini nasıl etkiliyor?

Askeri rejim, Türkiyeli Ermenilerden hem şüphe ediyor, hem de onları araçsallaştırıyor. Cumhuriyet’in var olan kimlik politikalarına, dışarıdaki ‘Ermeni terörü’, içeride ise sol örgütler içinde yer alan Ermeniler ekleniyor. Yani Ermeniler her zamankinden daha çok olağan şüpheliler haline geliyor. Diğer taraftan, devlet Türkiyeli Ermenileri Ermeni meselesinde karşı propaganda aracı olarak kullanıyor. Bu da Cumhuriyet tarihinde sık rastlanan bir olgu. Fakat 12 Eylül rejimi bir adım ileri gidiyor ve Ermeni toplumundan isimleri, Türkiye adına dışarıda lobi faaliyetlerine katıyor. 1982’de Dışişleri’nde lobi yapması için oluşturulan gruba Ermeni toplumunda üç isim dahil ediliyor. Bu ikili kimliğin ortak noktası ise açık bir şekilde Ermeni Soykırımı. Soykırım konusunda Ermeni toplumundan net bir şekilde sessizlik talep ediliyor. Zira yurtdışındaki 24 Nisan anmaları açıkça kriminalize ediliyor.

Bu kimliği hangi isimler üzerinden okuyorsun? 

Bu dönemi, gazete manşetlerini hatırısayılır oranda işgal eden dört Ermeni üzerinden okuyorum. İlki, Rahip Manuel Yergatyan. Kudüs Patrikhanesi’nden görevli İstanbullu bir rahip. Hiçbir hukuki dayanak olmadan Türkiye aleyhinde propaganda yaptığı gerekçesiyle tutuklanıp 14 yıl ceza alıyor. Bu süre zarfında fiziksel ve psikolojik işkenceye maruz kalıyor. Diğeri, Pastör Hrant Küçükgüzelyan. Anadolu’dan İstanbul’a gelen Ermeni çocuklara Ermeni kültürünü yeniden aşılamaya çalışması kendisine pahalıya patlıyor. Yaklaşık 1 yıl hapis yatarken, Türk çocuklarını Ermeni ve komünist yapmaya çalışmakla suçlanıyor. Üçüncü isim, Levon Ekmekçiyan. 1982’de Esenboğa saldırısını düzenleyen ASALA militanlarından biri. Ocak 1983’te asıldığında bile propaganda aracı olarak kullanılıyor devlet tarafından. Son isim ise Artin Penik. Esenboğa saldırısından üç gün sonra ASALA’yı protesto amacıyla Taksim’de kendini yakarak intihar ediyor. 

Anlattığın isimlerin hikâyelerinde bu yeni kimlik nasıl yer alıyor?

Bahsettiğim dört figürün birbirlerinden farklı hikayeleri, Ermeni kimliğine çizilen yeni sınırların neler olduğunu gösteriyor. Bu sınırlar, Ermenilerin hem nasıl olması hem de nasıl olmaması gerektiği vurgulanarak çekiliyor. Rahip Yergatyan davası, 24 Nisan anmasına katılmanın açık suç olduğunu ortaya koyarken, diasporayla olabilecek güçlü bir bağın tehlikesini gösteriyor. Küçükgüzelyan ise Ermeni kimliğini sürdürmeye ve aşılamaya çalışmanın devlet nezdinde ciddi bir suça delalet ettiğinin göstergesi. Diğer yandan da, devlet bürokrasisiyle sorun yaşama cesareti gösterilmemesi gerektiğinin açık delili. Ekmekçiyan, devlete yönelen eylemin sonuçları hakkında bir gözdağı iken, Ermenilerin başka yönden de nasıl propaganda aracı olarak kullanıldıklarını gözler önüne seriyor. Yurtdışı ve yurtiçine, ‘Ermeni teröristin’ ağzından Ermeni meselesinin ‘gerçek hikaye’sinin anlatılması sağlanıyor. Artin Penik ise ‘bir ölü Ermeni olarak’ Türkiye Ermenileri için açık bir rol model olarak sergileniyor.

Bahsettiğin dört ismin dışında 12 Eylül'de siyasetle ilgisi olmayan birçok Ermeni daha gözaltına alınmıştı. Sen bu durumu neye yoruyorsun?

Bahsettiğim dört isim dışında, solcu olmamalarına rağmen içeri alınan isimler, genelde Manuel Yergatyan davası kapsamında gözaltına alınıyorlar. Rahip Yergatyan, Kudüs’e beraberinde teoloji eğitimi almak isteyen gençleri götürürken, havaalanında gözaltına alınıyor. Bu gözaltının kılıfı ise rahibin üzerinde bulunan döviz. Malum o zaman, döviz taşımak yasak. Daha sonra, Hrant Dink’in deyimiyle, o parayı vereni de, parayı dövize çevireni de, gençlerin Kudüs’te okumasını salık vereni de teker teker toplayıp gözaltına alıyorlar ve bu insanları bir ay boyunca işkenceden geçiriyorlar. Bu isimler, Ermeni toplumunun ileri gelenleri. Elbette ki, Ermeni toplumuna verilen net bir gözdağından bahsediyoruz. Topluma karşı rejimin güttüğü korku siyasetinin sonuçları bunlar. Devletin tasvip etmediği sınırlar aşıldığında anlamsız suçlamalarla herkesin başının belaya girebileceği mesajı veriliyor. O ortamda, gözaltına alınan bu insanların toplum içerisinde yalnızlaştırılması da söz konusu. Bu da bahsettiğim korkunun toplumun içine ne kadar işlediğini gösteriyor. Karşılığında, toplum içi ilişkileri zedeleyen bir şeyden de bahsediyoruz. Gözaltına alınan isimlerden birisiyle konuşmak istediğimde, bana toplumun onu yalnız bırakmasının onda açtığı yaralardan bahsetmiş ve bu yaraları tekrar kanatmamak için konuşmak istemediğini söylemişti. Ayrıca Yergatyan ve eğitim almak isteyen çocuklar bir anlamda diaspora ile Türkiye Ermenilerinin ilişki kurması demek. 12 Eylül rejimine göre, diaspora eşittir ASALA ve o da eşittir terörizm elbette. Diasporayla temasın açık bir şekilde cezalandırılacak bir eylem olarak görünmesine yol açıyor. Dolayısıyla ‘içerideki Ermeniler’ ile ‘diaspora’ arasında var olan kopukluk daha da derinleştiriliyor.



Yazar Hakkında

1990 İstanbul doğumlu. Kültür sanat, müzik, insan hakları ve güncel politika haberleri yapıyor.