Edvin'e...

Gördüğüm tanıdığım ve arkadaşım olduğu için hep kendimi çok şanslı saydığım çok güzel bir insandı Edvin. Çok erken ama çok erken kaybettik. Acısı çok derin. Onun cenazesi binlerce kilometre uzakta kalkarken ben yasımı, isyanımı kavuracağım helvaya anlatacağım.

Hrant Dink’in katledildiği haberini aldığımda Los Angeles’ta doktora yapmakta idim. Sabah bu elim habere İstanbul’dan gelen telefonlarla uyanmıştım. Ne yapacağımı bilemez bir şekilde kampüste dolanırken aklıma bir panel düzenlemek geldi. Sonra da kişisel olarak tanıştıklarını da bildiğim, doktora yaptığım bölümün hocalarından Prof. Richard Hovanissian’a kendisinin de katkıda bulunup bulunmayacağını sormaya karar verdim. Prof. Hovanissian ofisinde derinden sarsılmış bir şekilde gelen kısıtlı haberleri takip etmeye çalışıyordu. O koşullar altında olabildiğince memnuniyetle kabul etti ama “mutlaka İstanbullu Ermenileri de dahil edelim, onlar olmadan olmaz, hem yakın zamanda Hrant da buradaydı” dedi. “Yönetimden Edvin’le konuşalım, hem akıllı hem pratik bir insandır” diye de ekledi. Birkaç gün içinde ilk toplantıyı düzenledik ve böylece sevgili Edvin hayatıma girmiş oldu. Sayısız email ve telefonlaşmanın sonucunda, akademik bir çerçevenin ötesinde acının ve yasın ifade edilebileceği bir kırk anması düzenlemeye karar verdik. Akademisyenlerin yanı sıra Ermeni cemaatinin ve Türkiyeli öğrencilerin de yoğun katılımıyla, amfinin dışına taşan bir kalabalık toplandı. Akademik olduğu kadar öfkeli, yaslı ve gözü yaşlı konuşmaların yapıldığı bir panelin ardından İstanbullu Ermenilerin kavurdukları helvayı paylaştık hep birlikte, payımıza düşen acılar niyetine... UCLA tarihinde ilk defa Türkiyeli öğrencilerle Ermeni cemaati bir araya gelmişti. Bunun bir ayağı Hrant Dink idiyse diğeri de hiç şüphesiz Edvin’di. 

Edvin’i tanımak benim Los Angeles deneyimimi temelden değiştirdi. Bizim doktora öğrencisi çevresi haricinde yerleşik bir Türkiyeli grubu tanımamı, Edvin özelinde onların hayatına dahil olmamı sağladı. Bu bazen Los Angeles’ta yaprak döner ve ayva tatlısı bulmak gibi – ki meşhur Sako’nun restoranına ilk gittiğimizdeki sevincimi hala hatırlarım- gündelik şeylere, bazen de Bolsahayların kendi içlerinde yaşadıkları çelişkilere, hayata tutunma biçimlerine ve var olmak, unutmamak ve unutulmamak için verdikleri mücadeleye dair kıymetli ve narin ipuçlarıydı. Edvin bu dinamiklerin hepsine vakıf olmanın ötesinde, muhtemel zaafiyet olarak gördüklerini metanete dönüştüren, cemaatin önüne yeni bir yol çizebilmenin hayalini kuran ve bunu hayata geçirmek için gece gündüz çalışan bir emektardı. Hem İstanbullu Ermeniler Derneği’ni hem de Ermeni Barolar Birliği’ni akademik tartışmaların yapıldığı, entelektüel birikime açık ve destekleyen kurumlara dönüştürmede onun katkıları tabii ki yadsınamaz. Mücadelesinin rol modelleri vardı ki onu az çok tanıyan herkes iki ismi hemen zikredecektir: Krikor Zohrab ve Hrant Dink. Şiddetten hazzetmezdi, neredeyse naif denecek ölçüde… Hukuka tüm kalbi ve beyniyle inanır, bir arada yaşamanın ancak hukukun işlediği bir düzende olabiliceğini savunur ve bu iki insanın da Ermeniliklerinin de ötesine geçen bu mücadelenin kahramanları olduğununu düşünürdü.

"Küçük devlet"e inanmak

Tanıdığım en entelektüel insanlardan biriydi hiç tartışmasız. Ödünsüz, amasız ve ilkeli bir liberaldi. 80 darbesinden hemen sonra Türkiye’den ayrılıp geldiği, eğitim aldığı ve hayatını yeniden kurmasına izin veren Amerika’nın sistemine çok kafa yormuştu. İyi bir hukukçu olarak kuvvetler ayrılığına, kurumların birbirini dengeleme ve denetleme ihtiyacına, bir de mümkün olduğunca küçük devlete inanırdı. Aile ağacının değişik dallarında Ermeni, Rum, Hırvat ve Süryani akrabaları bulunurdu ve hepsi de devlet(ler)in sillesini defaatle yemişti. O sebeple küçük devlet yeterli olmasa da, herhangi bir siyasanın vazgeçilmez koşuluydu ona göre. Eski Roma’dan Endülüs’e, Osmanlı’dan Amerika’nın kuruluşuna her türlü tarihi konuşmayı çok sever ama eninde sonunda küçük devlet meselesini konuştuğumuz mevzuyu alır, “ah siz solcular yok musunuz”a getirirdi. Bazen sadece karşısındakine takılmak için, bazen de Türk ve Amerika solunun değişik versiyonlarında gördüğü imtiyazlara ve kendisiyle çevresinin yaşadıklarına, en hafif ifadeyle körlüklerine dair bir sitem olarak…

Ama Edvin herkesin arkadaşı, dinleyeni, dostu, yardımcısı, ilk el uzatanıydı. Maddi ve manevi olarak çok cömertti, elindekini paylaşır, elinde olmayanı da bulup buluşturmaya çabalardı. O kadar değişik çevreden insanlarla bağlantı içindeydi ki, ben sıklıkla “yok artık Edvin, ne işin var bu insanlarla, nerden buldun” derdim. Spektrumun sağından solundan, akla gelmeyecek insanlar olurdu bunlar ve genelde ‘onlar’ bulurdu Edvin’i. Zira Edvin’e anlattığınız her şeyin sonuna kadar dinlendiğine, anlaşıldığına ve elinden geldiği kadar da çözümleneceğine emin olurdunuz. Gözünün içinde samimiyetini amasız, sınırsız insana inancını görürdünüz ve bu inanç hiçbir şey karşısında şaşmaz, yanıltmazdı. O kadar çok konuda yardım istedim ve fikir aldım ki hiç birinde yüksünmedi, erinmedi. Ara sıra takılırdı, “en azından banyo tamiri için yardım istemiyorsun” diye, zira onu isteyenler bile varmış. Sonra benim arkadaşlarım da ona ulaştı, arkadaşı oldular. Ben Los Angeles’tan ayrıldıktan sonra da bu çember büyüdü ve devam etti. Nasıl o kadar işi bir arada yürütüp sonra çevresini sarıp sarmalıyordu, enerjisi nasıl yetiyordu bilmek zor ama bildiğim, gördüğüm bir şey şudur ki Edvin insanı harcamıyor, biriktiriyordu, değer verip kıymet biliyordu, eksiltmiyor artırıyordu. Bu öyle bir çoğalma hissiydi ki ve bütün arkadaşları olarak hepimiz onun varlığına, hayatımıza katacaklarına inanmış ve güvenmişiz ki bir anda derin bir yas ve yoksunlukla kalıverdik.

Mevzu kalp kırmak değil, fikir teatisi

Edvin’le çok güzel zamanlar geçirdik birlikte. Anı yaşamayı ve elinden geldiğince keyifli olmayı çok severdi. Bol bol okyanus kıyısında yürüdük, Boğaz’dan bahsederek. O kıyaslamak istemezdi, zira  yirmisinden sonra ev bildiği Los Angeles’ına da toz kondurmazdı. Havasına, güneşine, suyuna ve de çokça dalga geçilen lakayt özgürlük ortamına minnettardı. Ben arabalardan, otoyollardan ve koca şehrin rüküşlüğünden şikayet ettikçe eğlenirdi İstanbullu hallerimle. Çok sohbet ettik, çok güzel yemekler yedik, çok kahve içtik. Siyaset yapıp ileri geri konuştuk, çok tartıştık, çok didiştik. Çoğunlukla da anlaşamadık, ama anlaşmamanın en güzel olduğu insandı kesinlikle. Hiç sinirlendiğini görmedim örneğin, alınganlık yaptığını da. Tartışırken karşısındakinin fikrini ciddiye alır, ölçer biçer mutlaka bir karşılıkla gelirdi. Sen kızsan da, o bir şekilde lafı toparlar ve gönül alır, mevzunun kalp kırmak değil fikir teatisi olduğunu tatlı dille ifade ederdi. Çok özlüyorum ve özleyeceğim o sohbetleri.

Kendi ailesini çok severdi Edvin, annesini, babasını, kardeşinin ailesini, yeğenlerini… Şimdi daha iyi görüyorum ki birçok kişiden farklı olarak arkadaşlarının ailelerini de çok severdi. Kocaman bir ailesi vardı ve çok zengindi insan dünyası. Birlikte umut etmeye, mücadeleye, yollar açmaya ve diyaloğa inanırdı ama bunları yaparken ilkelerinden ve kim olduğundan hiç taviz vermezdi. Gördüğüm tanıdığım ve arkadaşım olduğu için hep kendimi çok şanslı saydığım çok güzel bir insandı Edvin. Çok erken ama çok erken kaybettik. Acısı çok derin. Onun cenazesi binlerce kilometre uzakta kalkarken ben yasımı, isyanımı kavuracağım helvaya anlatacağım. Umarım bir öbür dünya vardır da Edvin de yakın zamanda kaybettiği sevgili babasına, Krikor Zohrab’a ve Hrant Dink’e kavuşmuştur. Hakkını helal et canım arkadaşım, hasretle...

Kategoriler

Dosya


Yazar Hakkında