Yedinci Gün’ün öteki hikâyesi

İhsan Oktay Anar’ın, yayınlanacağı Ağustos’ta açıklanan altıncı kitabı Yedinci Gün, özellikle sosyal medya üzerinden takip edilen büyük bir beklenti oluşturdu. Okurların da dillendirdiği gibi, temel olarak yazarın kendine has üslubu ve tarihsel anlatıları üzerinden oluşan bu beklenti, Yedinci Gün’de, II. Abdülhamit döneminde başlayan bir serüven olarak karşılık buluyor.

İPEK KOTAN

Bir cinayet romanı değil ama…

Romanın içeriğini de belirleyici bir işlev üstlenen anlatıcı özelliği, üzerinde durmaya değer. İlahi bakış açısına sahip –ve sadece Yedinci Gün özelinde değil, Anar’ın diğer romanları düşünüldüğünde de pek çok açıdan bir vakanüvisi hatırlatan—anlatıcı, roman boyunca birden fazla karaktere odaklanarak olayları onların gözlerinden anlatıyor. II. Abdülhamit’in kişisel diyebileceğimiz bir sıkıntısıyla açılan anlatı, Sultan’ı rahatsız eden sineğin gerçeğe sadık bir Dersaadet maketine konmasıyla birlikte, adeta bir konak yangını –ya da kimbilir, hafiyelerin kendi aralarında haberleşmesi—gibi, öngörülemez bir şekilde, çeşitli karakterler üzerine yoğunlaşarak devam ediyor. Ne romanın ana karakteri II. Abdülhamit, ne de roman, ilk sayfaların verdiği izlenimin aksine, bir cinayet romanı...

Aslında böylesi bir ana karakter ve tür tespit etme çabası, vereceği nihai bir sonuçtan ziyade sürecin sağladığı kavrayış ve içgörü sebebiyle faydalı denilebilir. II. Abdülhamit ve kolluk kuvvetlerinin başarısızlıkları / çaresizliklerine yoğunlaşılan açılışa rağmen, siyasi bir angajmanı olan tarihi roman demek zor Yedinci Gün için. Aynı şekilde, gizemli şeyh cinayetleri metine tanıştırıldığında arkaplanda İstibdat Dönemi İstanbulu’nun yer aldığı bir polisiye olduğu izlenimi doğsa da bunun roman genelinde minör bir olay örgüsüne dönerek çözümlenmesi bu beklentiyi de karşılıksız çıkarıyor. Pera’daki “kibar hayatı”nın milimetrik bir detaylandırma ile betimlenmesine rağmen, İstanbul’un batılı seyyahlar gözünden anlatıldığı bir 19. yüzyıl traveloguna yakınsamıyor bu roman; ne de Tanzimat romanlarının züppe karakterlerini hatırlatan Paşaoğlu karakterine rağmen bir görgü romanına (novel of manners)...

Abdülhamit, İT ve erken cumhuriyet

Bütün bu üsluplara temas ettiği halde herhangi bir tanesi tarafından şekillendirilmeyen romanda yine de, göz ardı edilemeyecek bir politik angajman söz konusu ve bunu söyleyebilmek için Anar’ın önceki romanlarına referans vermek gerekmiyor. Romanın Baba – Oğul – Hayalet başlıklı üç bölümü, Abdülhamit, İttihat ve Terakki ve erken Cumhuriyet dönemlerine denk düşecek (neredeyse alegorik) bir okumaya çok elverişli ve bütün anlatıyı böyle bir alegoriye indirgememek kaydıyla, romanın “mesele”sini anlamak açısından oldukça aydınlatıcı. Hayalet başlıklı üçüncü bölümün başlangıcı, “10 dakikada Batı medeniyeti tarihi” alt başlığını hak edebilecek ‘exegesis’iyle, romanın meselesinin aslında erken 20. yüzyıl Türkiye tarihinden daha geniş ve kapsamlı; romanın adının ve bölüm isimlerinin de işaret ettiği üzere yaradılışa, insana ve doğasına dair olduğuna dair olası bir okur izlenimini onaylar gibi. Fakat kapak arkası yazısında da “Çizgilerin kürelere, zamanın sonsuzluğa, sonsuzlukların da hâyallere dönüştüğü bir hikâye” olarak lanse edilen kitap, bu tanımdaki muğlaklıktan özellikle –ya da sadece—politik angajmanının yoğunlaştığı kısımlarda kurtuluyor ve bu kısımlardan çıkarılabilecek izlenim bir nebze sorunlu. Bu noktada vakanüvisi andıran anlatıcıya geri dönebiliriz. II. Abdülhamit dönemini ve uygulamalarını da belirli bir eleştirel mesafeden aktaran anlatıcının tonuna, İttihat ve Terakki ve erken Cumhuriyet dönemlerini anlatırken gitgide artan bir ironi ve öfke hâkim oluyor. Romanın janr üzerine dayanan net bir zemininin olmaması burada, bu ton değişimini siyaset-üstü, anlatının bizzat kendisine dair bir dinamik olarak ele almaya izin verse de,  “zamanlama şüpheli”. Vakanüvisin son tahlilde her zaman statükonun dilinden anlattığı tarih hikâyesi, ilk bölümdeki anlatıda gözlemlenen kırılmalara izin vermeyecek bir yekparelik hâlinde, reaksiyoner bir siyaset üzerinden devrimleri ve siyasal mücadeleyi kurguluyor. Yargısı mutlak.

Yukarıda da tartışıldığı gibi, tembel bir okumanın “postmodern” diye etiketleyip kenara koyabileceği türsüzlüğü ya da türler arası geçişliliği, romanda okura başka açılardan yaklaşma, farklı izlekler üzerinden anlatıyı takip etme kapısını her daim açık tutuyor. Anar’ın bugüne kadar yazdığı en politik romanı” yorumlarını haiz olan alt anlatı örgüsü ise, yaygın tabiriyle, biraz “sıkıntılı”. 

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ