RONALD G. SUNY

Ronald G. Suny

MICHIGAN MEKTUPLARI

Söylemi sertleştirmek Ukrayna’daki savaşı sona erdirmeyecek

Amerikan Sağı, liberalleri ve Demokratları kötülemek için ‘sosyalist’, ‘Marksist’ gibi kelimeleri nasıl bol keseden kullanıyorsa, siyasi aktivistler ve polemik erbabı da, rakiplerini itibarsızlaştırmak için ‘faşist’ yakıştırmasını ve ‘Hitler’ yaftasını rastgele kullanagelmiştir. Ben, farklı olayları, durumları ve rejimleri, tarihdışı bir şekilde birbiriyle karıştırıp birleştirmekten kaçınmak, bunun için de Hitler’den başka hiç kimseye “Hitler” dememek gerektiği düşüncesindeyim.

Amerikalı ‘halk adamı’ komedyen ve mizah yazarı Will Rogers’ın (1879–1935) Rusya’yla ilgili ünlü bir sözü var. Şöyle demiş: “Rusya öyle bir ülke ki, hakkında ne söylerseniz söyleyin, doğrudur. Yalan bile olsa doğrudur. Eğer Rusya hakkındaysa...”

Putin Rusyası, kendisine yöneltilen sert eleştirilerin çoğunu hak ediyor; Putin’in Ukrayna’yı sebepsiz yere işgal edip orada acımasız bir terör savaşı başlatmasının öncesine, iktidara geldiği yıllara dek uzanıyor bu durum. Demokrasiye ve plütokrasiye özgü unsurların karmakarışık bir bileşimi niteliğindeki kifayetsiz Boris Yeltsin hükümetinin başta olduğu 1990’lı yılların ardından, Putin’in yönetimindeki Rusya, istikrarlı bir şekilde kleptokrasiye ve otoriteryanizme doğru ilerledi. Uluslararası alandaki maceralarında, Afrika’da savaş ağalarına, Suriye’de eli kanlı Esad rejimine destek oldu; ülke içinde ve dışında, muhaliflerine yönelik siyasi suikastlara girişti.

Ukrayna’da sürmekte olan, kanıtlarla sabit savaş suçlarının işlendiği savaş, Batılı büyük âlimlerin Rusya ve Putin hakkında söyleyebileceklerinin önündeki her türlü sınırı ortadan kaldırdı. Akademisyenlerin ‘emperyalist’, ‘faşist’, ‘günümüzün Adolf Hitler’i’ olarak yaftaladığı Rusya Devlet Başkanı’yla yapılabilecek her tür müzakere de taviz verme, boyun eğme anlamına gelir oldu. Rus askerlerin yaptıkları mezalim, Ukraynalı ve Amerikalı liderlerin ifadelerinde “suçların en büyüğü” yani soykırım seviyesine çıkarıldı. Estonya Başbakanı Kaja Kallas kısa bir süre önce şöyle dedi: “Barış nihai hedef olamaz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra barıştık ama halkımıza yönelik vahşet devam etti, kültürümüzü ve dilimizi yok etmeye çalıştılar.”

NATO liderlerinden medyanın büyük bölümüne kadar, her yerde, herkes aynı telden çalıyor; Kremlin’dekilerin düşüncelerine ve planlarına dair alternatif yorumların sesleri bastırılmış durumda. Moskova’nın attığı adımların nedenlerine ilişkin olarak, daha önce makul bulunan açıklama (NATO’nun doğuya doğru genişlemesi, Polonya ve Romanya’ya füzelerin yerleştirilmesi, ABD’nin nükleer silah antlaşmalarına son vermesi), Rusya’nın sivilleri hedef alması ve Buça’da uyguladığı vahşetin ortaya çıkmasıyla oluşan tablonun karşısında, söz konusu adımları mazur göstermeye dönük bir çaba gibi görünüyor. Bu açıklama, aslında, 2008’de Ukrayna’nın NATO’ya katılmaya davet edilmesinin Rusya Federasyonu’nun güvenliğine karşı varoluşsal bir tehdit oluşturduğu yönündeki iddiasını ısrarla sürdüren Rusların retoriğini yansıtıyor.

Rusya için iki görüş
Bu konuda, birbirini dışlayan ve herhangi bir başka açıklamaya alan bırakmayan iki görüş var. Bunlardan biri, Putin’in imparatorluk kurmaya çalışan ve/veya faşist bir lider olduğu, diğeri ise Rusya’nın seçkinlerinin kendi güvenliklerine ilişkin kaygılarının hakiki olduğu ve ciddiye alınması gerektiği düşüncesine dayanıyor. Vaşington’un, ‘emperyalist, faşist’ anlatısına ikna olduğu anlaşılıyor; ‘güvenlik’ anlatısını ise Rusya ile, aralarında Hindistan ve Çin’in de bulunduğu birkaç diğer ülke öne çıkarıyor. Avrupa ve ABD açısından, Putin’in Ukrayna işgalini başlattığı gün olan 24 Şubat 2022’de her şey değişti. Uluslararası ilişkiler kuramcısı Stephen M. Walt’ın söylediği gibi, “Asıl mesele Rusya’nın Ukrayna’yı hangi motivasyonlarla işgal ettiği değil (...); Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in sabit fikirli bir yayılmacı mı, yoksa derin bir güvensizlik hissiyle hareket eden biri mi olduğunun önemi yok. Önemli olan, savaşa gitmeyi tercih etmiş olması.”

Tarihsel analojiler yardımcı oluyor mu?
1938 Münih Antlaşması gibi tarihsel analojilere, benzetmelere başvurarak retoriğin hararetini faşizm ve soykırım seviyesine çıkarmaya neden bu kadar hevesliyiz? Böylesine yüklü kelimeler, olan biten izah ediyor mu? Bu dil, ortak geçmişimizdeki gerçek faşizm ve soykırım örneklerini önemsizleştiriyor.

Tarihsel analojilerin hatalı şekilde kullanılarak istismar edilmesi, geçmişte olduğu gibi bugün de, devletlerin politikalarına çok güçlü bir şekilde yansıyabiliyor. Bu tür karşılaştırmaların geçmişte ve şu anda, Ukrayna’yla ilgili krizle ilişkili olarak nasıl kullanıldığına dikkat edin. Soğuk Savaş sırasında, Stalinizm ile Nazizm, ‘totalitarizm’ etiketiyle tek bir kategori altına alınmıştı; iki rejim aynı madalyonun iki ayrı yüzü, bir siyasi sistemin iki farklı tezahürü olarak görülüyordu. Bazı anlı şanlı tarihçiler de, tarihi göz göre göre kötüye kullanarak, Putin’in planlarını, menfur Nazi-Sovyet Paktı döneminde Stalin’in yaptıklarıyla aynı kefeye koyuyor. Stalin’in Hitler’le yaptığı, iki yıl süren ittifakı, Sovyetlerin görüşme önerilerinin Batı tarafından reddedilmesinin ardından giriştiği bir taktik manevra, vakit kazanmaya ve Almanya’nın zayıf durumdaki SSCB’ye yönelik olası saldırısını geciktirmeye ya da önlemeye dönük bir girişim olarak görmek yerine (ki birçok tarihçiye göre Stalin bu saiklerle hareket etmişti), iki diktatörün, Holokost’a ve İkinci Dünya Savaşı’na zemin oluşturan ortak faşist amaçlarının bir yansımasıymış gibi tasavvur ediyorlar.

“Faşist” terimi açıklayıcı mı?
Rusya 2022 yılında Ukrayna’yı işgal ederek, Rusya’ya eleştirel bakan ya da düşmanca yaklaşan birçok yazarın baştan beri taşıdığı kuşkuyu haklı çıkardı. Rusların şu anda Ukrayna’da yaptıklarını ortaya koyan korkunç görüntülerin yarattığı duygular henüz tazeyken, Rusya’yı emperyalist, faşist ve soykırımcı bir ülke olarak değerlendirmek, Putin’in kuruntulara dayalı politikalarına dair, abartılı da olsa etkili ve popüler bir açıklama olarak iş görüyor. Ancak bana kalırsa, ‘faşist’ teriminin kıyaslamaya dayalı ve mecazi kullanımları, açıklayıcı olmaktan ziyade, polemiğe dönük ve yüksek ölçüde tarafgir bir tavrı yansıtıyor.

Birçok tarihçi açısından, ‘faşizm’ teriminin sınırları bellidir ve anlamı şudur: İki dünya savaşı arasındaki dönemde Avrupa’da ortaya çıkan, bazı ulusları ve halkları diğerlerinden üstün tutan ve savaşı emperyal genişleme yöntemi olarak gören hareket ve ideoloji. Klasik faşizm yalnızca ırkçı ve yayılmacı değil, aynı zamanda son derece antidemokratik, eşitlik karşıtı ve antikomünistti. Stalin’i ve Putin’i faşist olarak değerlendirmek, iki savaş arası dönemin faşistlerinin baş düşmanı ve hedefi olan SSCB’nin tarihini silmek anlamına geliyor. Soğuk Savaş dönemine ait ‘Kızıl Faşizm’ kavramıyla, Hitlerizm ile Stalinizm arasındaki belirgin benzerlikler abartılarak iki ayrı rejim arasındaki farklılıklar gözardı ediliyor, Sovyet rejiminin icraata geçiremediği eşitlikçi, enternasyonalist bir doktrin (Marksizm) ile Nazilerin harfiyen uyguladığı, eşitlikçi olmayan, ırkçı ve emperyalist ideoloji arasındaki zıtlık görmezden geliniyordu.
Avrupa’da faşizmi esas olarak SSCB mağlup etmiş, 27 milyon insanını kaybederek, Polonya’daki ölüm kamplarında tutulanları özgürlüklerine kavuşturmanın ve Berlin’i almanın yanı sıra, Holokost’a son verip dünyayı Batı’da demokrasi ve kapitalizm için güvenli hâle getirmişti. 

ABD ve Türkiye de dâhil olmak üzere hemen her ülkede olduğu gibi, Rusya’da da çok sayıda aşırı sağcı, hatta faşist ‘uzman’ ve siyasetçi var. Rusya’da muhafazakârlar ve Büyük Güç emperyalistleri Batı tipi demokrasiye karşı çıkıyor, Ruslar ile Ukraynalıların etnik açıdan tek bir halk olduğuna inanıyorlar. Peki, bu faşizmle aynı şey mi? Bu tür, polemik amaçlı, tarih dışı kullanımlarda, yazan/konuşan kişi, faşizmi işine nasıl geliyorsa öyle tanımlıyor – aynen, ‘soykırım’ teriminin, karşıtlarınızın yaptığı her türlü kitlesel katliamı kapsayacak şekilde genişletilmesinde olduğu gibi...

İtibarsızlaştırma söylemi
Amerikan Sağı, liberalleri ve Demokratları kötülemek için ‘sosyalist’, ‘Marksist’ gibi kelimeleri nasıl bol keseden kullanıyorsa, siyasi aktivistler ve polemik erbabı da, rakiplerini itibarsızlaştırmak için ‘faşist’ yakıştırmasını ve ‘Hitler’ yaftasını rastgele kullanagelmiştir. Ben, farklı olayları, durumları ve rejimleri, tarihdışı bir şekilde birbiriyle karıştırıp birleştirmekten kaçınmak, bunun için de Hitler’den başka hiç kimseye “Hitler” dememek gerektiği düşüncesindeyim.

Peki, odağımızı, Putin’in zaman zaman aşırı sağcı Ruslardan yaptığı alıntıların ve Ukraynalılar ile Rusların uyumlu bir bütün teşkil ettiği yönündeki tarihsel fantezilerinin (ki şimdiye kadar, her şey bir yana, en azından savaş onu bu hezeyandan uyandırmış olmalıydı) biraz dışına kaydırdığımızda ne görünüyor?

Putin’in hayali
Putin’in tek motivasyon kaynağı, Batı’dan, geçmişteki konumuna yeniden kavuşmuş bir süper güç muamelesi görecek, daha büyük bir Rusya hayali değil; çok daha iddialı bir düşü var. O da, Rusya’nın aleyhine işlediğini ve ABD’nin küresel hâkimiyetini sağlama aldığını düşündüğü, ‘liberal uluslararası düzen’ olarak adlandırılan şeyin büyük bir revizyondan geçirilmesi. Putin, Batı’nın Rusya’yı zayıflatmayı amaçladığı, Rusya’nın değerlerine karşı çıktığı ve dünyadaki yerini aşağı çekmek, hatta Moskova’daki mevcut rejimin altını oymak istediği yönündeki düşüncesini, Rusya’nın seçkinlerinin ve genel kamuoyunun da büyük ölçüde paylaştığı bu görüşlerini, 2007 yılından bu yana defalarca ifade etti. Putin, ABD hâkimiyetinde tek kutuplu bir dünyaya karşı çıkıyor; bölgesel hegemonların olduğu (örneğin eski Sovyet alanında Rusya), çok kutuplu bir uluslararası düzeni savunuyor.

Putin, içten içe, Ukrayna’nın istikrarlı, Rusya yanlısı, en azından tarafsız bir devlet olacağına dair umudunu her şeye rağmen yitirmedi. Ama Ukrayna’yı Batı’nın kollarına iten ve Rusya’yı NATO karşısında zayıflatan, bizzat Putin’in yaptıkları (Kırım’ın ilhakı ve özellikle Donbas’ta ayrılıkçılıkların desteklenmesi) oldu. Kremlin Ukrayna’yı zayıf, yozlaşmış, toplumsal ve etnik/dilsel açıdan bölünmüş, neredeyse çökmüş bir devlet olarak görüyordu. Putin, önünde, Kiev’in NATO’ya daha da fazla yönelmesini engelleme fırsatı olduğunu sandı. Ukrayna NATO üyesi olmadığı hâlde, 2021 yılında NATO artık fiilen Ukrayna’daydı. Moskova, Ukrayna’nın NATO’nun silahlarıyla donanması ihtimalinden ürkerek, hiç akla gelmeyecek bir şey yaptı; Ukrayna’ya karşı ‘önleyici savaş’ açtı ve ülkenin seçilmiş hükümetini devirme girişiminde bulundu.

Rusya medyası ne diyor?
Kremlin’deki bazı kişilerin hezeyan dolu hırslarını muhtemelen –faşizan olmasa bile– emperyal fanteziler körükledi, ancak benim gözlemlediğim kadarıyla, Putin genellikle temkinli bir gerçekçi tutum izledi; dış siyasette arada bir maceracı yönlere sapsa da dikkatli davrandı. Kuşkusuz, Ukrayna’nın Naziler tarafından yönetildiğine dair absürd masal, Rusya medyasında işliyor; bu masalın azılı savunucuları, insana Goebbels’in sağ olduğunu, kitle iletişim araçlarında varlığını gayet zinde bir şekilde sürdürdüğünü düşündürüyor. Fakat propaganda ile politika arasındaki farkı kaçırmamalıyız. Putin ve Rusların çoğu, ülkelerini faşist olarak görmüyor; aksine, onlara göre Rusya faşizmin karşısındaki en güçlü kaleydi ve hâlâ öyle.
Ancak faşizm yalnızca izah eden bir terim değildir; aynı zamanda, öngörüler sunarak gelecekte olabileceklere işaret eder, bize böyle bir rejimin kaçınılmaz olarak otokratik, yayılmacı ve savaşa eğilimli olduğunu söyler.

Faşist anlatının vahim bedelleri var. Müzakere, benzetme yoluyla Münih’le kıyaslanıyor ve buna göre ‘yatıştırma’ kaçınılmaz olarak savaşa yol açıyor. Burada ‘faşizm’, sonucu galibiyet olacak bir savaşa çağrı yapmak için kullanılıyor; bu da, aslında, yine binlerce insanın ölümüne ve ekonominin küresel ölçekte zayıflamasına neden olacak bir ‘uzatmalı çatışma’ anlamına geliyor. Almanya’nın yirminci yüzyılda yapmayı iki kez denediği, Rusya’yı zayıflatma ya da yeniden Asya’ya itme çabası, hepimizi tehlikeli bir şekilde nükleer savaşın eşiğine sürüklüyor. Güvenlik anlatısı ise, görüşmeye, müzakere etmeye ve –bu savaşın dehşetine bakıldığında ne kadar zor ve uygunsuz görünse de– karşılıklı tavize bir kapı aralıyor.

(İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz)