Onnik bir gün ‘yanlış’ taksiye biner ve olaylar gelişir

İnsan hakları alanında çalışmaları ile bilinen avukat-hukukçu Orhan Kemal Cengiz’in öykülerini biraraya getirdiği “En İyi Oyuncu” başlıklı kitabı SRC Yayınları’ndan çıktı. Orhan Kemal Cengiz kitabında dört öyküyü biraraya getirmiş. “Yanlış Taksi” başlıklı öykü ise benim açımdan ilginç, çünkü zamanında bir röportajda söylediğim bir cümle, Orhan Kemal Cengiz’e esin kaynağı olmuş. O cümlenin ne olduğunu birazdan okuyacaksınız. Hak mücadelesi alanında takip ettiği davalarla ilgili pek çok kez kendisinden bilgi aldığım Orhan Kemal Cengiz ile bu kez ilham kaynağı olduğum öykü ve kitabı üzerine konuştum.

'Yanlış Taksi' hikayenize benim bir röportajda söylediğim sözlerin ilham vermiş olması, beni ilginç duygulara sevketti. Öncelikle teşekkür ederim elbette, bu sözler üzerine düşündüğünüz ve bir hikaye yazmaya karar verdiğiniz ve sonuçta yazdığınız için. Evet muhtemelen verdiğim röportajlardan birinde "Bazen taksiye bindiğimde adımı söylemekte tereddüt ediyorum" demişimdir. Bundan kastım, Ermeni olduğumun ortaya çıkmasından sonra yaşanması muhtemel gergin hava elbette. Ama bazen sadece adımın tuhaf gelmesi ve "Yabancı mısınız" sorusu ile karşılaşmak da beni yorabiliyor. Hatta çoğu zaman söylemeyişimdeki motivasyon bu oluyor. Beri yandan şunu da söylemem lazım ki, takside değil ama günlük hayatta ismimi söylediğimde ve Ermeni olduğum ortaya çıktığında "Benim de Ermeni komşularım/dostlarım vardı" cevabı aldığım ve dostça bir havanın oluştuğu oluyor... Daha doğrusu ağırlıklı olarak böyle oluyor. Hatta ve hatta şunu söyleyeyim, bazen  tanıştığım kişi doğduğum ve büyüdüğüm Kurtuluş semtinden kendi tanıdığı o kadar çok Ermeni ismi sayıp tanıyıp tanımadığımı soruyor ki, tanımadığımda mahcup oluyorum ve sanki Ermeniliğimde bir eksiklik varmış havası oluşuyor. Neyse hikayenize gelelim. Siz bu hikayeyi gergin bir şekilde ilerletmeye nasıl karar verdiniz? Herhalde avukat olmanızla da ilgili de bir durum var. 

‘Yanlış Taksi’ öyküsü, sizin verdiğiniz röportajdaki bir cümle üzerine kurulu. Siz taksiye binince adınızı söylemek istemediğinizi beyan etmiştiniz o röportajda. Bana çok çarpıcı gelmişti, hem röportajın bütünü ve hem de o cümleniz. Ben hayatın, temel meselelerin,  akılla değil kalp gözüyle anlaşılabileceğine inanan birisiyim. O cümle bana göre Türkiye’de Ermeni olmanın ne demek olduğuna dair yüzlerce sayfada anlatılamayacak bir “durumu”, “varoluşu” anlatıyordu. Tıpkı Hrant Dink’in askerlik anısında olduğu, hani şu askerde onbaşı olamadığını öğrendiğinde gidip kulübenin arkasında ağlaması gibi, bana göre sizin o röportajdaki cümlelerinizde de kuru kelimelerle anlatılamayacak olanı insanın yüreğine indiriveren bir mesaj vardı.

Röportajı okuduktan sonra uzun uzun düşündüğümü hatırlıyorum. İlerleyen günlerde o sözler tekrar tekrar aklıma gelmeye başladı. Sonra sorular belirdi zihnimde. Yetvart Danzikyan taksiye bindiğinde adını söylerse neler olabilir, diye sordum kendi kendime. Hele hele bu adını söyleme işini “yanlış bir takside” yaparsa iş nereye kadar varabilir? ‘Yanlış Taksi’ öyküsü benim bu sorulara cevap arama çabamın bir ürünüdür. Türkiye’de Ermeni olmanın anlamı üzerine bir tefekkürün sonucu o hikaye. Bir röportajında Milan Kundera’ya yazdıklarının yaşadıkları şeyler olup olmadığını  soruyorlar. O da romanlardaki kişilerin kendisine ilişkin ‘gerçekleşmemiş olabilirlikler’ olduğunu belirtiyor. Her bir hikayenin kenarında dolaştığı bir sınırı aştığından bahsediyor. İşte ‘Yanlış Taksi’ öyküsü de bir sınır aşımı hikayesi, belki bir yerlerde başka formlarda gerçekleşmiş veya gerçekleşmemiş olabilirliklerin izinin sürülmesi. Hikayeyi anlatırken, sizin deyiminizle, bir  “gerginlikle” ilerletme saikiyle harekete geçmedim. O “gerginlik” işin nerelere gidebileceği üzerine hayal kurarken kendiliğinden ortaya çıktı. Yanıtını aradığım soru ve içinde cevabı bulmaya çalıştığım bağlamda zaten var olan “gerginliğin” bütün öyküye sirayet ettiğini düşünüyorum. 

Hikayedeki kahramanımız Ermeni olduğu ortaya çıkınca kaçırılıyor, Ermeni mallarının bir listesi ondan isteniyor ve çok sıkıntılı saatler geçiriyor. Detaylara girmeyeyim şimdi, okumayanlar için. Ama sonlara doğru tanıdık bir durum karşımıza çıkıyor ve kahramanımız Onnik kurtulmak için yaptığı hamleler sonucunda iş adliyelik olunca, bu sefer de kaçıranlar tarafından "Türklüğe hakaret" ile suçlanıyor. Biraz yakın tarihi özetlemek istemişsiniz sanki. 
Orhan Kemal Cengiz

“Lost” dizisini izlemiş miydiniz? Bölümlerden birisinde kara bir duman ortaya çıkar ve insanları öldürür. Seyretmeyenler için spoiler vermiş olmayayım ama ben diziyi izlediğimde o dumanın adanın ruhu olduğunu düşünmüştüm. Psikanalizin büyük ustası Jung’dan bir kavram ödünç alarak ifade edecek olursam eğer, o duman adanın “gölgesi” idi. Her bireyin, her ulusun bir “gölgesi” vardır. O gölgeyi anlamadan bireyi ve toplumu anlayabilmek mümkün değil... Bu gölge ne kadar baskılanırsa o kadar bugününüzü yönetmeye, seçimlerinizi belirlemeye devam eder. Ben 1915’de olanların da Türkiye toplumunun gölgesini oluşturduğunu düşünüyorum. O gölge maalesef bugünü de yönetmeye devam ediyor. Ne kadar inkar edilirse o kadar bugünü zehirliyor.

Hikayede de kahramanın Ermeni olmasının açığa çıkmasıyla meydana gelen olaylar belki de benim edebiyatın sağladığı iç görüyle o “gölgeye” bakma, o gölgeyi anlama çabamı ortaya koyuyor. Hrant Dink koca bölükte bir tek kendisinin onbaşı rütbesi alamadığını anlatırken, o “basit” hikaye ile, sadece kendi hikayesini, sadece Ermenilerin halini anlatmıyordu. Anlattığı şey bütün ülkenin hikayesi idi. “Yanlış Taksi” hikayesi de, olabilirlikler üzerinden, ülkeyi kalp gözüyle görme çabasıdır diyebiliriz. Onnik’in başına gelenler, hiç kimseye yabancı gelmiyorsa, ülke tarihinde yaşananlarla paralellikler gösteriyorsa, ülkenin üzerine musallat olmuş kara dumanı anlattığı içindir. 

İlk hikayede aile içi şiddet vakası var, ama aslında başka katmanlar da var. Kitaptaki diğer hikayelerde de toplumsal meseleler mi size ilham verdi? 

Bu soru vesilesiyle ilk sorunuzda atladığım bir hususa da yanıt vermiş olayım. Ben bütün mesleki kariyerim boyunca bir insan hakları hukukçusu olarak çalıştım. Takip ettiğim davalar, tanıdığım insanlar, tanık olduğum olaylar üzerimde derin izler bıraktı. Kurgusal bir şeyler yazmaya başladığınızda, üzerinizde derin etkiler bırakmış olaylar, kişiler, anılar, bir biçimde ya oldukları gibi, ya da kılık değiştirerek yazdıklarınızın içine sızıyorlar. Sonuçta her yazar bir şekilde kendi içinde yaşadığı toplumu anlatıyor. İçinde şekillendiğiniz, boğuştuğunuz, üzerinizde etki yaratan ne varsa, muhakkak ki, yazdıklarınıza sirayet ediyor. Ama diğer taraftan da, yaşadığınız, tanık olduğunuz hiçbir şey yazdıklarınıza aynı şekilde yansımıyor. Her öykünün bir ruhu var ve o ruh bütün aktörleri, olayları, mekanları kendi bağlamı içinde değiştirip dönüştürüyor. Kundera’nın “kenarında dolaşılan sınır” sözünü çok seviyorum. Edebiyat her bir yazarın kenarında dolaştığı sınırları anlatıyor aslında ve o sınırlarda muhakkak ki, içinde yaşadığınız toplumun ve ülkenin büyük etkileri var…




Kategoriler

Toplum


Yazar Hakkında

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE