O günlerde hayatım iyice kolaylaşmıştı. Kendimden başka kimseye karşı, hiçbir sorumluluk yoktu üzerimde. Benim için yepyeni bir duyguydu bu. Hayatımda ilk kez tek başıma yaşıyordum. O zamana dek hep ailemleydim. Babamın ölümünün üzerinden yıllar geçmişti. Annem ise, çok uzun süren bir hastalığın ardından, üç yıl önce ölmüştü. Ağabeylerimle birlikte yıllarca ona bakmıştık. Günlük hayatımızın odağında hep o vardı. O gittikten sonra küçük ağabeyim Hraç, Yerevan’a taşınmış, büyük ağabeyim Garbis de Kanada’nın bir başka bölgesinde çalışmaya başlamıştı. Âşık olduğum kadın ise, yeni bir işe başlamak için kızıyla birlikte İstanbul’a dönmüştü. İşteki pozisyonunun sağlam olduğuna ve İstanbul’a taşınmaya değeceğine kanaat getirirse, birkaç ay sonra ben de yanlarına gidecektim. Velhasıl, fotoğraf çekmek için bol bol vaktim vardı. Bir sokağın köşesinde yaşayan birkaç evsizle tanışmış, onlarla ilgili bir foto-hikâye hazırlamaya başlamıştım. İki üç aydır o işle uğraşıyordum; iyi gidiyordu. Nerelerde vakit geçirdiklerini biliyor, sık sık yanlarına gidiyordum. Bazen de, özel bir şey yapacak olduklarında, hikâyemin ana karakteri olan Sebastien beni arayıp davet ediyordu. Yine bir gün, ikindi uykusuna yatmışken, onun telefonuyla uyandım. Arkadaşlarıyla birlikte, bir tanıdıklarının verdiği ev partisindelermiş. “Mutlaka gelmelisin” diyordu. Hemen kalktım, fotoğraf makinemi aldığım gibi evden çıkıp oraya gittim.Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Çok hararetli ve sıkı bir partiydi. Etrafımda aynı anda bir sürü şey oluyordu, ben de gördüğüm her şeyin fotoğrafını çekiyordum. Ortalık insan doluydu, adım atacak yer yoktu. Kimsenin üstüne basmamak için özel bir dikkat göstermek gerekiyordu. Kan ter içinde kalmıştım, ama sıcaktan değil, adrenalinden. İçimden “Şu çektiğim karelere bak, inanılmaz” diyorum. Hani bazı günler talih yüzünüze güler de, işinizi her zamankinden çok daha iyi yaparsınız ya; öyle bir durum.
Küçücük bir odaya 12-13 kişi doluşmuştu. İçmeye yeni başlamadıkları belliydi; çakırkeyiflik ile sarhoşluk arasındaki sınırdalardı. Dolayısıyla, sonraki bir saatin ne kadar ‘yoğun’ geçtiğini tahmin edebilirsiniz. Aralarındaki sözel ve bedensel iletişim ile orada kendiliğinden, anlık olarak gelişen olaylar görsel açıdan o kadar çarpıcıydı ki, deklanşöre basmadan duramıyordum. Her şey kompakt bir hâlde merceğe sığdığından, inanılmaz görüntüler çıkıyordu ortaya. Oda tıka basa insan dolu olduğu ve hareket edemediğim için, vizörden baktığımda insan vücudundan başka bir şey göremiyordum. Sonuçta, bir sergi, hatta bir kitap için yetip de artacak kadar çok iyi kare yakaladım.
Bunların birçoğu benim kompozisyonum elbette, ama bir o kadar da, benim iradem dışında, yer darlığı nedeniyle kadraja giren ögelerin de yer aldığı, tam anlamıyla benim tasavvurum olmayan fotoğraf var. Müzikte ‘jam session’ denen toplu doğaçlama seanslarının bir nevi görsel versiyonuydu aslığında yaptığımız. Fotoğraf makinem ile, evsiz arkadaşlarımın hareketleri ve aralarındaki etkileşimin bir arada oluşturduğu, ahenkli görüntüler... Bir orkestra gibiydik. Benim içimde de, onların içinde de ezgiler ve ritimler vardı; birlikte doğaçlama yapıyorduk. Kendimi akışa bıraktığımdan olsa gerek, birdenbire ilahi lütuf yüzüme güldü, melekler etrafımda dönmeye başlayıp, “Bak sana ne getirdik, sen bunu hak ediyorsun” diye fısıldayarak, gözlerimin önüne bu sahneleri serdi. Belki de, o birkaç ay içinde tanıştığım insanların ta kendisiydi melekler. Bence o öğleden sonra, tüm o görüntüleri bu sayede yakalayabildim. Yukarıdaki fotoğrafta, sözünü ettiğim sahnelerden biri var.
Bu fotoğrafa bakarken mutlu oluyorum, hatta böyle bir sahneye tanık olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Bence, kolektif hafızamızda yer etmiş bir sahneyi, Rönesans dönemine ait bir tabloyu ya da Ortodoks kiliselerindeki bazı ikonaları çağrıştırıyor bu kare. Ne zaman görsem, okla vurulmuş Aziz Sebastian ya da İsa’nın çarmıhtan indirilişi geliyor aklıma. Ama insan böyle bir sahneyi fotoğraflarken oradaki sembolizmi, gördükleri ile dinî sanat eserleri arasındaki benzerlikleri düşünmüyor tabii. Salt, gördüğünüz şeyin görkemi sizi büyülediği için çekiyorsunuz o kareyi. Sonra eve dönüyorsunuz, fotoğrafa bakıyorsunuz ve iyi bir görüntü yakaladığınızı hissediyorsunuz. Ama bu güzelliğin sizin tasarımınızın, kurgunuzun ürünü olmadığını, bir şeyin sizi o sahneye bakmaya ittiğini veya sevk ettiğini de fark ediyorsunuz. İşte o şey, ilahi lütuf.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz