Mülteci - Lensler konuşabilseydi

Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.

O kasabadan geriye ne kaldı? Çocukken ailemle birlikte Kesab’da geçirdiğim yaz tatillerinden anılar zihnime doluşurken, bu soruya yanıt arıyorum. Gazeteden çalışma arkadaşım Karin’le Vakıflıköy’e vardığımızda, “Ne fark eder ki” diyorum kendi kendime. Birkaç gün önce, gazetenin genel yayın yönetmeni benden acilen Vakıflıköy’e gitmemi rica etmiş. Suriye’de isyancıların, ülkenin kuzeyindeki Ermeni kasabası Kesab’a saldırmasının ardından, orada kalan 21 yaşlı Ermeni zorla alınıp sınırdan geçirilmiş, Türkiye’nin son ve tek Ermeni köyü olan Vakıflı’ya bırakılmış. Vakıflıköy sakinleri, Kesablı mültecilere sahip çıkmış.
Köyden birkaç arkadaş bizi Antakya’da karşılıyor; hiç vakit kaybetmeden köye gidip Kesablıları buluyoruz. Karin onlarla söyleşi yapacak, ben de fotoğraflarını çekeceğim. Kilisenin avlusunda işe koyuluyoruz.

Üç saat olmadan yüreğim şişiyor, patlayacak hâle geliyor. Kısacık sürede çok fazla insanla tanışıp, çok fazla fotoğraf çekmişim; onların ıstırap dolu sesleri kafamda yankılanıyor, kulaklarımı acıtıyor âdeta. Bu tür işlerde genellikle sadece fotoğraf çekmeye odaklandığım için, söyleşi yapılan kişinin anlattıklarını dinleyecek vaktim olmaz. Bazen kulağıma birkaç kelime, birkaç cümle çalınır; sonradan o sözleri hatırladığımda, hikâyenin tamamını dinlemediğime pişman olurum. Ama burada durum farklı. Dinlemekten kendimi alamıyorum. Mültecilerin fotoğraflarını çekerken, her biri bana hikâyesini, neredeyse baştan sona anlatıyor. Karin onlarla söyleşi yapmış olsa da, yaşadıkları trajediyi benim de bilmemi istiyor, öyle bir dürtüyle konuşuyorlar sanırım. Yüreğim buruluyor. Çaresiz bakışları hep üzerimde; “Şimdi ne olacak?” diye sorar gibiler. Gencecik oğlunun öldüğünü bilen bir babanın çektiği acıyı ve eşine yalan söylemeye devam ederken duyduğu utancı tahayyül etmeye çalışın. Milislerin oğlunu zorla bir çalılığın arkasına götürdüğüne tanık olmuş, sonra da silah atışlarını duymuş. Anne orada olmadığından, hâlâ oğlunun sağ salim kaçtığını sanıyor ama yine de endişeden, kederden, saçları bembeyaz olmuş. Herkes söz birliği etmiş, bu sırrı eşinden saklayabilmesi için adama yardımcı oluyor. 

Biraz nefes almak, sigara içip üzüntüden biraz uzaklaşmak için, mültecilerin kaldığı konukevlerinden birinin önündeki bahçeye iniyorum. O âna dek çektiğim kareleri düşünüyorum. Bu insanların bakışlarında gördüğüm kederi ve çaresizliği olduğu gibi göstermenin bir yolunu bulmam lazım. Dünyaları bir günde altüst olmuş. Bekliyorlar. Neyi bekledikleri, ne yapacakları, nereye gidecekleri belirsiz. Aslında Kesab’a dönmek istiyorlar ama kasaba milis güçlerinin işgali altında olduğu için, bu neredeyse imkânsız. Latakya’ya ya da Beyrut’a, akrabalarının yanına gitmenin daha iyi bir seçim olacağı düşüncesi ağır basıyor. (Buraya bir not düşeyim: Kesablı mülteciler, bizim ziyaretimizden iki ay kadar sonra Vakıflıköy’den ayrıldı. Birçoğu Latakya üzerinden Beyrut’a gitti, bazıları da Suriye Ordusu’nun hükümet karşıtı milisleri Kesab’dan atmasının ardından evine döndü.)

Bazıları, durduğum yerin karşı tarafındaki taraçada. Birkaçı ayakta, öylece dikiliyor, diğerleri bir aşağı bir yukarı yürüyor. Milisler birinin 300 tane koyununu almış, birinin 23 yaşındaki yeğenini. Kadınlardan biri durmadan volta atıyor, bir başka kadın cezalı çocuk gibi duvarın dibinde bekliyor. Her şeyini kaybetmiş, tarlasına, bağına bahçesine bakmak, hayvanlarını otlatmak, çoluğu çocuğu için yemek pişirmek gibi işleri bir anda ortadan kalkmış biri, koca bir günü nasıl geçirir? Günler uzar da uzar, bitmek bilmez onun için. Bekler, ayakta durur ya da yürür – bir ileri bir geri, durmadan yürür. Bir oyunun içine düşmüş, rolünü oynar gibidir. Herkes sahnedeki konumunu belirlemiştir; biri sahnenin solundan çıkar, diğeri sağından.

Doğru ânı bekliyor, sonra da defalarca deklanşöre basıyorum. Bu oyunu bir karede dondurmak istiyorum. Deklanşöre son kez bastığımda, çocukluğumun Kesab’ından geriye hiçbir şey kalmadığının farkına varıyorum.

İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz

Kategoriler

Kültür Sanat