Küçük Bir Azınlığın Zenginliği Çoğunluğun Yararına mı?

Dünyanın en varlıklı 1000 insanının toplam serveti, en fakir 2.5 milyar insanın sahip olduğu servetin yaklaşık iki katı. Dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’lik kesimi, alttaki yüzde 50’lik kesimden tam 2000 kat daha zengin. Bu elem verici tablodan ne gibi bir sonuç çıkarabiliriz? Bauman bu yazısında iktisat biliminin en sık tekrarlanan savlarından birini, zenginlerin refahının iktisadi gelişmenin motoru olduğu iddiasını ele alıyor. Halit Yerlikhan çevirdi.

Zygmunt Bauman

Birleşmiş Milletler Üniversitesi’ne bağlı Dünya Kalkınma İktisadı Araştırmaları Enstitüsü’nün hazırlamış olduğu oldukça yakın tarihli bir araştırmaya göre, 2000 yılında yetişkin insanların yüzde 1 kadarı küresel kaynakların yüzde 40’ının sahibiyken, en zengin yüzde 10’luk dilim dünyadaki toplam servetin yüzde 85’ini elinde bulunduruyor. Dünya nüfusunun yüzde 50’si, küresel servetin yalnızca yüzde 1’ine sahip. Bu veriler yalnızca sürece ilişkin kabataslak bir resim sunuyorlar: Her gün eşitsizliğin artmakta, dünya insanlığının yaşam kalitesinin ise azalmakta olduğunu ortaya koyan yepyeni veri ve haberler ortaya konuyor.

Michel Rocard, Dominique Bourg ve Floran Augagner, 3 Nisan 2011 tarihinde Le Monde’da yayımlanan ‘’İnsan Soyu Tehdit Altında’’ isimli yazılarında, ‘’Günümüzde toplumsal eşitsizlikler, modernite projesinin mimarlarının yüzlerini kızartabilecek düzeyde’’ diyorlar. Aydınlanma çağında, yani Francis Bacon, Descartes, hatta Hegel’in yaşadıkları dönemde dünyanın en zengin bölgesi, en fakir bölgesinden en fazla iki kat varsıldı. Bugünse dünyanın en zengin ülkesi olan Katar’da kişi başına düşen gelir, dünyanin en fakir ülkesi olan Zimbabwe’dekinin 428 katı. Ve bunlar, unutmayın, ortalama veriler üzerinden yapılan mukayeseler.

İktisadi büyüme köktenciliğinin hükümranlığını sürdürdüğü dünyamızda yoksulluğun bu mütemadi mevcudiyeti, düşünceli insanları durup, dünyadaki cari servet dağılımının yarattığı doğrudan ve dolaylı zayiat üzerine kafa yormaya sevk etmek için yeterlidir. Yoksul ve umudu olmayanlarla varsıl, ümitvar, özgüven sahibi ve gürültücü olanlar arasındaki büyümekte, en kaslı ve özenli dağcının dahi tırmanamayacağı bir yüksekliğe erişmiş olan uçurum üstüne ciddiyetle düşünmek gerekiyor. Yukarıda alıntılamış olduğum yazının müellifleri, toplumsal eşitsizliklerin ilk kurbanının demokrasi olacağı yönünde bizleri uyarıyor: Var kalmak ve kabul edilebilir bir hayat standardına sahip olmak için ihtiyaç duyulan kaynaklara erişim zorlaştıkça, bu kaynaklara sahip olanlarla, olamayan ihtiyaç sahipleri arasında vuku bulacak insafsızca bir rekabete, çekişmelere ve hatta savaşlara şahit olmak işten bile değil.

Tüm bu gelişmeler, serbest piyasa ekonomisinin en temel ahlaki dayanaklarından biri olan, bireylerin şahsi kazanç peşinde koşarken müşterek iyiye hizmet edecekleri iddiasına gölge düşürmüş oldu. Son finansal krizi önceleyen 20 yılda, OECD ülkelerinin büyük bir kısmında en tepedeki yüzde 10’luk dilimin reel geliri, en alttaki ve fakir yüzde 10’luk dilimin reel gelirinden daha hızlı arttı. Bazı ülkelerde, en alttakilerin reel gelirinde azalma yaşandı. Gelir eşitsizlikleri böylece hayli artmış oldu. Serbest piyasanın görünmez elinin etkinlik ve refah yaratacağının en çok, en vurgulu şekilde ifade edildiği günlük gazelerden biri olan The Daily Telegraph’ın yardımcı editörü Jeremy Warner, ‘‘Birleşik Devletler’de nüfusun en zengin yüzde 10’unun ortalama gelirinin, en fakir yüzde 10’unun gelirinin 14 katına çıkmış olduğunu’’ söylüyor ve ekliyor: ‘’Toplumsal açıdan arzu edilmeyen bir olgu olarak eşitsizliklerin artışının, eğer herkes birlikte varsıllaşıyorsa illa bir problem teşkil edeceğini söylemek doğru olmaz. Ancak iktisadi gelişmenin nimetlerinden büyük oranda sadece  toplumun küçük bir kesimi istifade ediyorsa, ki şu an olan budur, o halde net bir biçimde bir sorunla yüz yüze olduğumuzu söyleyebiliriz’’. Yarım ağızla ve ihtiyatlı bir biçimde dile getirilmiş olsa da bu kabul, toplumsal hiyerarşide en tepede olanlarla, en aşağıdakiler arasındaki hızla büyüyen uçurumu belgeleyen artan sayıda araştırma ve resmi istatistiki açıklamalarla uyumlu. Artık üstüne pek de düşünülmeyen ve sorgulanmayan, popüler bir inanç statüsü kazanmış o meşhur ifadeye atıfta bulunacak olursak, en tepedekilerin elinde toplanan servetin bir şekilde aşağıdakilere doğru akıp, bizleri daha zengin  ve mutlu kılacağı, kendimiz ve çocuklarımızın geleceği için güvende hissetmemizi sağlayacağı inancı açık bir biçimde iflas etmiştir.

İnsanlık tarihi boyunca artma ve kendini yeniden üretme eğiliminde olan eşitsizlik, yeni bir olgu sayılmaz. Lakin mütemadi yoksulluk sorununun sebep ve sonuçlarıyla birlikte kamuoyunun ilgisine yeniden mazhar olması, son dönemde konuya ilişkin hararetli tartışmalara ve zihin açıcı bir takım gelişmelere yol açtı. 

Bu gelişmeler içerisinde en ufuk açıcı olanı, Amerika, Britanya ve daha çok başka çok sayıda ülkedeki “büyük ayrışma”nın, “üst, orta ve alt sınıfların yerini, en tepedeki küçücük bir grupla, geri kalan herkes arasındaki ayrım”ın almış olduğunun keşfi, yahut diyelim, gecikmiş de olsa ayırdına varılmasıydı. Örneğin, “Birleşik Devletler’deki dolar milyarderlerinin sayısı, 2007 yılında nihayete eren 25 yıllık dönemde kırk kat arttı. En zengin 400 Amerikalının toplam serveti 169 milyar dolardan, 1 trilyon 500 milyar dolara çıktı.” 2007’deki kredi çöküşü ve onu müteakip iktisadi bunalım ve işsizlikteki yükselişle birlikte mezkûr eğilim daha büyük bir hız kazandı: Yaygın olarak beklenildiği ve tasvir edildiği üzere herkesi eşit bir biçimde vurmayan iktisadi krizin, külfetleri dağıtırken hayli seçici davrandığı görüldü: Birleşik Devletler’deki milyarder sayısı, 2011’de şahikasına, 1210 sayısına ulaşırken, bu ülkedeki milyarderlerin toplam serveti 2007’de 3 trilyon 500 milyardan, 2010’da 4 trilyon 500 milyar dolara erişti

“1990 yılında Sunday Times tarafından hazırlanan Britanya’nın en zengin 200 kişisi listesine girebilmeniz için 50 milyon dolara sahip olmanız yeterliydi. 2008 itibariyle bu miktar 430 milyon dolara çıktı. Bu, yaklaşık 9 katlık bir artış demek”. Netice olarak “dünyanın en varlıklı 1000 insanının toplam serveti,  en fakir 2.5 milyar insanın sahip olduğu servetin yaklaşık iki katı.” Helsinki merkezli Dünya Kalkınma İktisadı Enstitüsü’ne göre, dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’lik kesimi, alttaki yüzde 50’lik kesimden tam 2000 kat daha zengin. Küresel eşitsizliğin boyutlarına ilişkin son dönemde yapılmış tahminleri derleyen Danilo Zolo, “Küreselleşen dünyada ‘Haklar Çağı’nın sonuna gelindiğini göstermek için mebzul miktarda dataya işaret etmeye gerek yok” diyor. Uluslararası Çalışma Örgütü, 3 milyar insanın günlük iki dolarlık bir gelire tekabül eden yoksulluk sınırının altında yaşadığını tahmin ediyor. 1998 yılında yayımlanan Birleşmiş Milletler’in İnsani Gelişme Raporu’nun önsözünde Galbraith, dünya nüfusunun yüzde yirmisinin bütün bir yerkürede üretilen mal ve hizmetlerin yüzde 86’sını tüketirken, en fakir yüzde 20’nin bu mal ve hizmetlerin ancak yüzde 1,3’ünü tüketebildiğini ifade ediyordu. Bugün durum çok daha vahim: Dünya nüfusunun yüzde 20’si, üretilen mal ve hizmetlerin yüzde 90’ını tüketirken, en fakir yüzde 20 ancak yüzde 1’ini tüketebiliyor. Dünyadaki tüm servetin yüzde 40’ı, dünya nüfusunun yüzde 1’lik kesimine ait. Dünyanın en zengin 20 kişisi, milyarlarca fakirin mal varlığına denk bir refaha sahip.

Monique Atlan ve Roger-Pol Droit’e vermiş olduğu bir röportajında romancı ve iktisatçı Erik Orsenna, günümüz toplumlarındaki kimi gelişmelerin dünya nüfusunun ancak çok küçük bir azınlığın yararına olduğu,  günümüzde uygun bir değerlendirmede bulunabilmek, gelir dinamiklerinde dönüşümü hakkıyla anlayabilmek adına en çok kazanan yüzde 10’a değil, yüzde 1’e, hatta belki de binde bire bakmak gerektiğini vurguluyor. Bu yapılmadığı takdirde gelişmeler yanlış yorumlanmış olur, “orta sınıfların” “prekaryaya” dönüşümü meselesi gözden kaçar.

Tüm araştırmalar bir noktada mutabık kalıyor: Neredeyse dünyanın her yerinde eşitsizlik hızla artıyor, zenginler, özellikle çok zengin olanlar daha da zengin olurken, yoksullar, özellikle en yoksul olanlar giderek fakirleşiyor -genelde göreli, fakat artan sayıda örnekte mutlak biçimde gerçekleşen bir gelişme bu. Dahası var: Zengin insanlar sadece zengin oldukları için daha da zenginleşirken, fakir insanlar sadece fakir oldukları için daha da fakirleşiyor. Bugünlerde eşitsizlik, içsel mantığı ve sahip olduğu momentum uyarınca giderek derinleşiyor. Bu eğilimin mevcudiyetini sürdürmesi için dışsal bir yardıma, baskılara yahut tetikleyici bir mekanizmaya gerek bulunmuyor. Toplumsal eşitsizlik, insanlık tarihindeki ilk devridaim makinesine dönüşme yolunda ilerliyor.

1979 yılında gerçekleşen Carnegie araştırmasında o günün verileri uyarınca belgelenen gerçekler, var olmaya devam ediyor: çocukların gelecekteki gelir ve servet durumları, büyük ölçüde ailelerinin toplumdaki yeri, statüsü ve doğmuş oldukları coğrafi lokasyon tarafından belirleniyor, yetenekleri, sarf ettikleri efor yahut işlerine adanmışlık düzeyleri tarafından değil. Büyük bir şirket hukukçusunun oğlunun, 40 yaşında kendisini en zengin yüzde 10’luk dilime yerleştirecek bir maaş kazanıyor olması ihtimali, aralıklı olarak çalışan küçük bir memurun oğlunun bu parayı kazanıyor olması ihtimalinden 27 kat daha fazla. Onunla aynı sınıfta okumuş, derslerde aynı başarıları göstermiş, aynı kararlılıkla çalışmış yoksul arkadaşının ise ortalama bir gelire sahip olması ihtimali sekizde bir. The Center for American Progress’e göre, en zengin yüzde 1’in geliri yüzde 229 oranında artarken, alttaki yüzde 50’lik dilimin geliri yalnızca yüzde 6 oranında arttı.

Peki, eşitsizliği azdıran 30 yıllık deneyimin hiçbir artısı olmadı mı? Deliller olmadığını gösteriyor. Gelir uçurumu arttı, fakat vaat edilen iktisadi gelişme vuku bulmadı. 1980’den bu yana Birleşik Krallık’ın büyüme ve üretkenlik oranları, nispeten eşitlikçi savaş-sonrası dönemdeki oranların üçte biri kadar. İşsizlikse, yine aynı döneme nispetle beş kat artmış vaziyette. 80-sonrası deneyimi, yalnızca daha da kutuplaşmış ve krize meyyal bir ekonomi yaratabildi.

“Ücretlerin gayrisafi milli hasıla içerisindeki oranının azalması, tüketici harcamalarını kısarak mal ve hizmetler talebinin düzeyini düşürdü” ve sonuç olarak “tüketim toplumları tüketme kapasitelerini yitirdi”, “iktisadi kaynakların finansal elitlerin ellerinde yoğunlaşması sonucunda da bugünkü krize yol veren finansal balonu tetikledi” diyen Lansey, şu kaçınılmaz sonuca varıyor: toplumsal eşitsizlikler herkes, yahut diyelim, hemen herkes için zararlıdır. “Son otuz yılın bize verdiği esas ders”, diyor Lansey, “Toplumun en zenginlerinin üretilen pastadan giderek daha çok pay almasına imkan tanıyan bir iktisadi sistem öz-yıkımla nihayete erecektir. Söz konusu ders, görünüşe göre halen öğrenilmeyi beklemektedir.”

Yüksek, artmakta olan toplumsal eşitsizlik düzeyiyle, toplumsal huzursuzluk, patoloji ve problemlerdeki artış arasındaki pozitif, tahrip edici ilişkiye dair kanıtlar, Wilkinson ve Pickett’in araştırmalarını yayımladıkları tarihten bu yana birikmeye devam ediyor. Had safhadaki gelir eşitsizliğiyle, toplumsal patolojilerdeki artış arasındaki ilişki net bir biçimde delillendirilmiş durumda. Artan sayıda araştırmacı ve de analist, toplumsal eşitsizliğin yalnızca yaşam kalitesine değil, ekonomiye de zarar verdiğine işaret ediyor; onu canlandırmak şöyle dursun, teklemesine sebebiyet verdiğini vurguluyor. Bourguignon, bu ikinci fenomenin nedenlerinden bir kısmını aydınlatacak nitelikte şeyler söylüyor: Artan eşitsizlikler yüzünden teminat sahibi olmayan potansiyel girişimciler bankalardan kredi çekemiyor, eğitim masraflarındaki artış, yetenekli gençlerin ileriki hayatlarında ihtiyaç duyacakları becerileri kazanmalarını ve sahip oldukları kabiliyetleri geliştirebilmelerini zorlaştırıyor. Bourguignon, bu listeye toplumsal gerilimdeki artış ve güven kaybının yarattığı atmosferi de ekliyor: Artan güvenlik masrafları, iktisaden daha etkin bir biçimde kullanılabilecek kaynakları yutuyor.

Özetlemek gerekirse, küçük bir azınlığın zenginliğinin herkes için faydalı olduğu savı doğru değildir; artan eşitsizlikler insan sağlığı ve enerjisine zararlı olduğu gibi,  toplumdaki her bir bireyin sahip olduğu üretken ve yaratıcı güçlerden mümkün olan en üst seviyede istifade edilmesine de mani oluyor. Toplumsal pozisyon, yetki ve ödül dağılımındaki eşitsizliğin bireyler arasındaki kabiliyet farklarına tekabül ettiği iddiası doğru değil. Yalan, toplumsal eşitsizliğin sadık bir dostu, hatta belki de temelidir.

İngilizceden kısaltarak çeviren Halit Yerlikhan. Yazının orijinali için tıklayın

Zygmunt Baumann, bu konudaki kitabı bu yılın ikinci yarısında İngilizce olarak çıkacak. 

Kategoriler

Şapgir

Etiketler

Zygmunt Baumann