Büyük Roman: Minare Gölgesi

Ebru Gedik Askan, Engin Ergönültaş’ın çok beklenen romanı Minare Gölgesi’ni oku(yama)ma hikayesini ve Minare Gölgesi’nin, editörü Levent Cantek’in dediği gibi neden büyük bir roman olduğunu yazdı.

Ebru Gedik Askan
egaskan@gmail.com

Bunu ben demiyorum, arka kapakta yazıyor. Aslında benim için bu arka kapak yazıları hiçbir şey ifade etmiyor, ben genelde birinden duyduğum bir söze takılır öyle düşerim kitapların peşine. Bu kitapta da öyle oldu. Kaç zamandır kitabın editörü Levent Cantek, twitter’da bir kitaptan bahsediyor, biz takipçilerini de meraklandırıyordu. Diyordu ki: “bu baharda bir kitap çıkacak, öyle böyle değil, daha önce böylesi yazılmadı.” Ben de kitabı elbette okunacaklar listesine eklemiştim ama evdeki kuleler bitmeden okumaya da niyetim yoktu açıkçası. Zaten eşim de, “evdekileri okuyup bitirmeden, yeni kitap almak yok” diyordu, aslında benim cümlemi bana söylüyordu, yoksa böyle bir evin reisi ne derse o olur durumu yok, yanlış anlaşılmasın.  Ama sonra Cantek’ten bir tweet daha gördüm: “Bu kitap bize gelmemiş olsaydı üzülürdüm.” O andan itibaren artık almazsam olmaz listemde ilk sıradaydı Engin Ergönültaş’ın Minare Gölgesi.

Kitabı aldım, eve geldim, okuyacağım okuyamıyorum, kader benle dalga geçiyor, akşam yedide sekizde uyuyan oğlum, önce geç yatmaya başlıyor, sonra hasta oluyor, böyle böyle ben de akşam onla beraber sızıyorum. Bir gün, iki gün geçiyor, kitaba bir türlü başlayamıyorum. Sadece sayfalarına şöyle bir göz gezdirebiliyorum. Aslında şaşkınım, kitapta imla, yazım kuralı “ihlalleri” var (ben çok muhafazakârım kitaplar konusunda onu fark ediyorum.), paragraf başı bile yok, o da ne paragrafların arası kocaman kocaman boşluk. Bilmem ki, bu kitabı okuyabilecek miyim?

En son her şeyi göze alıp kitabı iş yerine götürüyorum ve Levent Cantek’e de bir tweet atıyorum: “…Amirlerim kızarsa, artık onlara bu kitabı almak şart olacak.” Sağolsun, o da ben gönderirim diyince, artık bilgisayarın ardına saklanıp okumaktan vazgeçiyorum ve yaya yaya okumaya başlıyorum.

Kitap daha ilk cümleleriyle, beni bir masal havasına sokuyor. O yazım “ihlalleri” bu masal havasını yaratıyormuş, okudukça anlıyorum. İlk kısımda, bir yandan kahramanlar tanıtılırken, bizi başka başka kişilerin hikâyelerine de davet ediyor yazar. Ben bu kısımda sarhoş sarhoş dolanıyorum sanki, Zengüle Hacı mahallesinde. Yazar, Meryem diyince, ona yaklaşıyorum konuşmalarını şöyle bir dinliyorum, Abdülkadir diyince onla işsizlik neymiş öğreniyorum (gerçi ben de 2 yıl işsizdim ama ilginçtir, onunki daha elle tutulur, daha keskin). Atilla diyince anneannesinin evine giriyorum, Sultan Abla kimseye görünmeden işine -geneleve- gidince, dışarıdaki erkeklerle birlikte onu izliyorum. İçeri giremiyorum, çoraplarının saklayamadığı varislerine, artık pek de “iştah” uyandırmayan bedenine, arkadaşının uzattığı böreği, “aç değilim” diyerek yiyemeyişine/yemek istemeyişine bakıyorum. Ama hep uzaktayım, dâhil değilim bu mahalleye, bilmediğim bir dünya, yoksulluk içinde, görmek, duymak ya da dillendirmek istemediğimiz, belki biraz da kendilerinin de görünmez olduğu…

Mahalleye yaz gelince, ikinci kısımda artık ben de oradayım, takılıyorum Meryem’in peşine, gözlerimi sımsıkı kapatıyorum, bana da anlatsın istiyorum kendi dünyasını. Abdülkadir’le terleye terleye yokuşu çıkıp iş görüşmesine gidiyorum. O, benim hiçbir iş mülakatında söyleyemeyeceğim sözleri edince işverene, Sabit gibi gerginlikten parmaklarımı sıkıyorum, onlar gidince işveren onları geri arar, böyle dürüst bir adamı kaçırmak istemez diyorum hâlâ, ama ne o çağırıyor, ne de Abdülkadir artık yeni bir iş görüşmesine gidiyor. Ümmiye Hanım oluyorum bu sefer, “ah, bir uyansa bu oğlan” diyorum, uyanmıyor, o kendi hakikatini bulmuş, mutlu… Sultan Abla’nın kedisi miyavlıyor, mahalleli kadınlar onu çekiştiriyor, ben Mahmure Hanım’ın yanındayım, “nasıl korusak Sultan Abla’yı?” Bu kendinden daha alttakini ezmek genlerine işlemiş olanlardan diye dertleniyorum.  Bir şey yapamıyorum. Atilla’ya takılıyorum, çocukları hep daha çok seviyorum, kışın karların altında Meryem’le başımı gökyüzüne kaldırıp karları izlemiştim, o ne görüyor, görmek istemiştim. Şimdi “sokak serserisi” babası, “erkek dediğin kavga eder” dedi diye, çocuklara sataşan ama beri yandan eli yağlandı diye silinmesini isteyen ufaklıkla birlikte kaçıyorum aile kavgasından. Minareye çıkıyorum onla, ama çok yoruluyorum, ah be ufaklık başka yer bulamadın mı? O orda beklerken Meryem gelsin istiyorum, bu küçük acıkmıştır şimdi… Neyse ki geliyor Meryem… Sonra Meryem’in çığlığını duyuyorum, “hadi Atilla” diyorum, “kalk gidelim.” Atilla gidebilse, gitse Meryem’in yanına…

Peki, bu roman neden büyük? Herkesin kendisine göre bir cevabı olacaktır, benim içinse büyüklüğü küçük şeylerde gizliydi sanırım. Sultan Abla’ya böreği yemesi için ısrar eden hayat kadınının, bir yandan da, “Acaba aç olduğunu biliyoruz işte yesene, dediğimi mi sanmıştır?” diye düşünmesi; iş görüşmesinde Abdülkadir ağzına ne gelirse (gerçekleri) söylerken, diğer adayların ona hak vermekle birlikte, bu işten de oluruz korkusuyla ne söyleyeceklerini hatta nasıl bakacaklarını bilemez halleri; Kıymet’in sevdiği adamı beklerken, bir mutlu olup (gelecek tabii, niye gelmesin?), bir korktuğu (kaç saat oldu gelmedi, hep kızın ettiği o laf yüzünden) anlardaki evin ona göründüğü hali; bir annenin kolunun ılıklığının küçük bir çocuk için ne anlama geldiği gibi bir sürü ayrıntıyla, kitap büyüdü büyüdü kocaman bir yer edindi benim kalbimde.

Kitap için -naçizane- yapacağım tek eleştiri var; o da oğluna “anane”si bakan bir annenin kıskançlığıyla, Atilla ortadan kaybolduğunda, perişan olan, torununu bulmak için çabalayan bir anneanne görüyoruz da, annenin üzüldüğünü bile hissedemiyoruz, gibi geldi bana.

Ah Atilla, ah Meryem aklım sizde kaldı…

“Kar'ın merhameti, zahirinde.
Şeklinde şemalinde. Yağışındaki güzelliğinde...
Viran olanı, harab olanı örtüp sırlamasında. Gözden kaybetmesinde.
Ama, çıplak ten değince.
Ateş gibi yakıcı.
Büyükler bunu bilir.”

 

Kategoriler

Şapgir