O bir mavi kelebekti!

“Dilini bilmediği bir halkın ninnisini söylediği rüyalar gören” Sıla Levent, ismi, geçmişi ve hüznü kendisine yük olan, “dığanın dölü” Dedo’sunu yazdı.

SILA LEVENT

Yaşadığımız coğrafyada, birçok yerde insanların işkence gördüğünü biliriz; fakat anımsamak istemeyiz ve bilincimizden uzak tutmaya çalışırız. Çünkü bunu bilerek yaşamak kolay değildir. Hatta bilmekle kalmayıp, günümüzde televizyonlardan naklen verilen savaşlar, operasyonlar, yargısız infazlar, köy yakmalar, göçe zorlamalar, çatışmalar, halka ateş açılması, her gün medya ile karşımıza çıkmakta ve yaşananlara doğrudan veya pasif tanıklık etmekteyiz.

Travmatik yaşantılar, insanların kendini değerli ve güvenli hissetme, dünyayı anlamlı ve kabul edilebilir görme, diğer insanları iyi ve yardımsever olarak algılama, kırılmazlık, incinmezlik gibi temel duygu, düşünce ve inanç sistemini tehdit ederek sarsar. Üstelik travmanın, ‘düzenin kaynağı ve koruyucusu’ olan devlet tarafından yaratılıyor olması, kişinin dünyayı anlamlandırmasını büsbütün olanaksızlaştırır. Bu durumda, insanlar bazen yaşananları görmezden gelerek, inkâr edebilir. Birey kendi ve dünya hakkındaki kimi çıkarımlarını korumak için kaçma tepkisi ile yaşananları farkındalık alanından çıkarılabilir. Bu nedenle, travmaların belleği etkilemesi (kırma, bozma, zayıflatma) doğal ve normal bir tepki olarak ortaya çıkar.

Belleğin yeniden inşası uzun yıllar alabilir, belki her şey için geç kalınmıştır! Bir gün kozasından bir mavi kelebek ortaya çıkar ve yitik hayatlar, kayıp hikâyeler gün ışığına tutunur. Büyük dedemin hikâyesi; mavi bir kelebeğin izinden giderek, tenin hafızasının unutmaya karşı mücadelesini anlatır. Büyük dedenin yaşadığı çağda ve coğrafyada komşuların, kirvelerin emmileri, dayıları, halaları teyzeleri, dedeleri, nineleri vardı. Onun arka bahçesi niye böyle sessizdi ki? Bazı sorular tehlikeliydi, sorulmazdı o günlerde…

Sorardı sormasına, çocuktu, üryandı, pusatsızdı; lakin kim bilirdi ki, niye anası, babası erken göçmüştü? Bildiği Bitlis’ten Varto’ya gelmiş bir çavuşun oğluydu. Bitlis, dağların ardındaydı, uzaktı, ne gelen vardı, ne de giden. Bitlis’e dair babasından kalma bir çift söz, merak ve korku dolu bir masal tadında aklında kalmıştı. Bitlis Kalesi’nde bir kapı var ve üzerinde “açan bir pişman, açmayan bin pişman”  diye yazı var. Başka da ne kayıt var, ne de Bitlis’ten gelen bir emmi… 

Büyüyünce gider bulurdu emmilerini, çalardı kaledeki kapıyı! Ne kapı vardı, ne de kapı açan… Hiç kimse yoktu, sahipsizdi babası, sanki gökten zembille düşmüştü. Savaş yıllarıydı, kimsesizlik garip değildi. Tarih ne güne duruyordu?

Oysa resmi tarih, çoktan işe koyulmuş, belleği ters yüz etmiş, tanıklar ise korkunun hükmünde, sükût suikastı içindeydi. Makulleşmiş tanıklar susmuştu, susmasına… Karanlığın suskunluğu rüyalarında, bir başına kaldığı anlarda, artlarına düşmüş, yakalarına yapışmıştı. Onlar için, artık unutmak, yalana bel bağlamak, şifa niyetine alınan, yan etkisi ve bedeli ağır bir ilaçtı. Biçare zihinleri mecbur olanı biteni ve hikâyeyi unuttu… Bellekleri adeta katiline yardım ve yataklık yapıyordu!

Oysa tenin aklı, kadimdi, dokunduğu, dokunan her şeyi kaydediyordu, unutmuyordu ve bu kayıtlar oğullara, kızlara, torunlara aktarılıyordu, silip yeniden format atmak olmuyordu, virüs tenin iliğine işlemiyordu. Su çatlağını arıyordu, kurumuş bir nehir sıla-i rahime akıyordu…

Mustafa, 16 yaşında evlendi, yetimdi, her yetim gibi biraz marazlıydı, kendi çocuklarından önce kardeşlerinin babasıydı. Kan kusuyordu, bir türlü iyileşemiyordu. Büyük ninem, sezgisel demiş ki, ‘ismi ağır geliyor’. Mustafa ismine bedeni direniyormuş! Mustafa 17 yaşında Dedo olmuş. Dedo, o günden sonra sadece Dedo’ydu… Baba, abi, amca, dayı, bey, enişte, kayınço, damat, eş ve dede değil, Dedo! Küçük-büyük herkesin ona Dedo demesi şifanın tılsımıymış. Mustafa, Dedo olunca, ismi ve yaşı arka bahçesi gibi silinmişti.  Yaralı, gücenik, hasta Mustafa, kendini bilmemenin yüksüzlüğünde, kısa sürede iyileşmişti. Dedo, kozasından yeni çıkmış, mavi bir kelebekti artık!

Büyük ninemin muzipçe uydurduğu Dedo ismi, Latin Amerikan menşeli olup “insanların koruyucusu” anlamına gelen ve Kürt, Türk, Arap, Ermeni oğullarına isim olmuştur. İsveç dilinde parmak anlamı da vardır. Bence büyük dedemin isim ebesi, teninin, aklının dedosuydu!

Dedo’nun on parmağında on hüner vardı, elinden her iş gelirdi. Sesi yanıktı. Kendini Kürt bilirdi, beni Kürtçe ninnilerle dizlerinde uyutur, Kürtçe türkülerle oynatırdı. “Yurttaş” derdi bana, hep tuhaf gelirdi. Birde Türkçe dilinden düşmeyen bir türkü vardı. Her söylediğinde gözlerim yaşarırdı: “Şu dağlarda kar olsaydım olsaydım/ Bir asi rüzgar olsaydım olsaydım/Arar bulur muydun beni beni/ Sahipsiz mezar olsaydım olsaydım/…..Şu yarada kan olsaydım olsaydım/Dökülüp ziyan olsaydım olsaydım/Bu dünyada yerim yokmuş yokmuş/Keşke bir yalan olsaydım olsaydım.”

Nice selden sonra Dedo, bir gün “dığanın dölü” olduğunu öğrenmiş. O gün, hiç odasından çıkmamış, Kürtçe ağıtlar söyleyip ağlamış. Kuşkusuz geçmişle yüzleşmenin dikenli koridorlarında, ilk oda, ağıt odasıdır. Dedo’nun ertelenmiş, yaşanmamış yasının,  geç kalmış figanı mıydı yarasını deşen, bir “dığanın dölü” olmak mı ağır kaçmıştı ömrü kışa girende? Bilinmez! Bir Ermeni rahibin torunu olduğunu öğrendiği günden sonra susmuştu. Akrabalardan izler aranan günlerde,  çocuklarını camın önünde beklermiş, her seferinde eli boş dönen oğullarına ya umursamaz ya kızgın bakar,  Ermenice “suyun başı” anlamına gelen bahçedeki ‘çiriğ’in başında bir süre sessiz otururmuş…

Dedo, kırık bir aynaya bakmıştı, içini çekmişti… Kürt, Türk, Ermeni… Ne çıkar, bir insandı ve suretine düşen kırık bir hüzündü. O, bu coğrafyada kimliksiz, namazında, niyazında esmer bir yurttaştı. Dedo’sunun yurttaş Sıla’sı da şimdi burada olmayan, dilini bilmediği,  kadim bir halkın ninnisini söylediği rüyalar görüyor…

Kategoriler

Şapgir