Silva

Orhan Berent, yarım kalmış olsa da, pek eskimemiş bir aşkın hikâyesini yazdı: “Çok mu seviyorsun beni?” Dalgınca mırıldandım. “Bir bilsen…”

ORHAN BERENT

“sen yürürken ben koşardım, sırf sana yetişmek için”

Beylerbeyi... Vapurun adıydı. Hep o denk gelirdi bize Kavaklar dönüşü. Biraz köhneydi ve o gün esen lodostu. Batar matar diye hiç aklıma gelmemişti. Neden gelsin ki? Aptal cesareti vardı bende ya da cahil. Zaten bir şey olmamıştı. Şimdilik...

Dışarıda sigara içiyorduk. Makine dairesi ile güverte arasındaki kısa koridorun hemen ağzında. Endişeliydi. Lodos yüzünden değil, benim yüzümden. Ona kapılmamak için kör olmak gerekiyordu, ben kör değildim. Sadece bu şehrin acemisiydim henüz. Gordon, Beşiktaş’a yeni gelmiş, Şeref Stadı daha yıkılmamıştı. Yirmi dördündeydim...

Zaman, sen ne kadar hızlı, sen ne kadar kalleş, sen ne kadar şaşkın ve sen ne kadar adaletsizdin. “İmkanı var mı” diyordu, “Sen ve ben, biraz düşün istersen...” Konuşmasını bitirince dudaklarını yayıyordu acı bir tebessümle. Âdeti olduğu üzere...

Hayır, âdeti falan değildi, bana öyle geliyordu. Şimdi nereden bileyim, çok zaman geçti… Düşünüyordum düşünüyordum işin içinden çıkamıyordum. Hayır yalan! Hiç düşünmüyordum, sadece seviyordum. Oluruna bırakmıştım, ya da olmazına...

Gözlerinin kuyruğunda belli belirsiz birer yelpaze… Telaşa mahal yok, şimdilik sadece gülerken. Ne olmuş yani benden biraz büyükse? Size ne bundan, siz kendi işinize bakın. Bakırköy’deki o sinemanın fuayesinde neon lambalar gözlerinde yansırken, ben bu kadına âşık olmuştum. Otuz altısındaydı, öyle söylemişti… Kırkına yakındı işte...

Piyalepaşa Camii’nin yukarısı evlerine kestirmeydi ve pazar akşamları hakikaten berbattı. Berbat ne kelime skandal denecek kadar iç karartıcıydı. Üstelik yılankavi sokaklar vardı, birini diğerinden ayırt edemezdim. Fakat yolu mümkün olduğu kadar uzatıyor, dolambaçlı gidiyorduk. İnkıtaları oynuyorduk, maksat zamandan çalmak. Ondan sonrası mecburiyetler, mecburiyetler, mecburiyetler...

Sabahtan tembihliydim. “Kilisenin kapısında beklemesen, bizimkiler seni pek görmek istemiyor da artık, bir alt sokağa gel en iyisi...” Ve işte o sokaklardan birinde… Kararmış havayı kömür kokusu ağırlaştırmış, pencerelerde ışıklar yanmışken… “Sen artık buradan ayrıl” demezden önce… Ve saçlarını geriye doğru sımsıkı taramış, topuz yapmıştı, alnı genişti... Ve bal rengi gözleri vardı, babası onu hep “bal gözlü kızım” diye severmiş... Ve işte o gözlerle bana bakarken… Tane tane kelimeler ağzından dökülürken... Hayır, yanlış hatırlıyorum acele acele söylerken… “Nasıl olacak ki bizim işimiz, ben hep senden birkaç adım önde olacağım…”

İlk golü yemiştim. Omuzlarım düşmüştü… Artık giysilerim üzerimde emanet gibi duruyordu sanki. Çaresizce cevap verdim: “Olsun, arayı kapatmaya çalışırım, sen yürürken ben koşarım, yetişirim sana…” Para etmemişti sızlanmalarım. Ufukta mağlubiyet gözüküyordu. Farklı mı farklı… Goller peş peşe gelecekti…

1988 kışı da çivi gibiydi mübarek. Sanki ayaz ufak ufak cam parçalarını yüzüme yüzüme üflüyordu. Şişhane’ye de yolum nereden düştü bilmiyorum. Yanlış otobüse binmişim, son vapura yetişmeli, bir yolunu bulmalı… Yokuş aşağı koşturur gibi iniyordum. Şimdi kanatlarım olsa buradan aşağı… Bir sokak köpeği de bana eşlik ediyordu, asfaltta pıt pıt pıt ayak sesleri. Benim lastik ayakkabılarım var ses çıkarmıyor... Hayalet gibi süzülsem aşağı, taa köprünün oraya. Köpeklerden de çok korkarım hâlbuki… “O değil de on küsur yaş farkını nasıl halledeceğiz ey kalleş bahtım” Düşüne düşüne bir baktım ki... Evet, bir de baktım ki… Onca yolu, ta bilmem nereden nereye, tabanvayla hem de...

İyot kokusu burnuma gelince… Ayıldım… İskeledeydim… Kadıköy vapuru batsa da olur artık. Nasıl olsa o yok içinde. Köpek yolda beni ekmiş…

Arkadaşım aklını buraya ver, ben pek iyi anlatamadım galiba... Diyordum ki, esmerdi ama saçları açık kahveydi. Boyatıyordu büyük ihtimal, güneş vurunca alev rengine dönerdi. Diyordum ki, kimi zaman siyah bir kurdelayla… Diyordum ki, bazen halka küpelerle… Diyordum ki, sokağın başında belirince… Diyordum ki, onun geçtiği sokaklarda esnaf… Diyordum ki, saygı duruşuna… Diyordum ki, bana doğru yürürken…

Kül rengi çorabın ve yüksek topukların destanı, önü açık pardösü… Siyah eteğin yırtmacından çapkınca göz kırpan diz kapakları… Bu kadını gör ve öyle öl... Abartısız öyle, hatta fazlası var. Anlıyorsunuz değil mi, biraz önce söylemiştim: “Bana doğru yürürken…” Şimdi devam ediyorum, kulağınız bende olsun: Diyordum ki, bir de onu koluma taktığımda… Diyordum ki, sevincimden, gururumdan… Diyordum ki, dosta düşmana... Diyordum ki, diğer bütün erkeklere… Diyordum ki, kibrimden... Nasıl desem on yüz milyon baloncuk, Billur Tuz akar, akar, akar...

Florya sahilinde Aragon’u Fransızca dinlemek… Hiç bir şey anlamıyordum ama dinliyordum. O okuyordu çünkü efendim. Nasıldı o şiirin başı? “Sana büyük bir sır söyleyeceğim zaman sensin…” Elsa’ya mektuplar. “Yuh olsun zaman denen şeye”, al bunu da ben yazdım… İçimden tabii ki…

Mayıstı. Ayakkabılarını çıkarmış, kumda çıplak ayakla yürüyecekti. Yorulunca bir kayaya oturmuştu. Ona uçan balon almıştım, bir de pamuk şekeri. Şımarık bir hali vardı o gün, sürekli gülüyordu. Ben şımartmıştım. Ağzının kıyısında pamuk şekeri. Hemi de pembe tülden… Çok da iyi yapmışım, oh canıma değsin. Kadınlar şımartılmalı. Sık sık...

Dizlerinin dibindeydim… Kulaklarında halka küpeler ve o gün… Ve o gün saçları bukle bukleydi... Akşam olmuştu, güneş saçlarında kızıl parıltılar bırakıyorken… Heyyy dinleyin beni, diyordum ki, akşam olmuştu ve dönüş vakti yaklaşırken… Pantolonunun paçalarını sıvamıştı, ayak bilekleri incecik... Bir yerde okumuştum Fransız kadınlarının da bilekleri ince olurmuş… Ve ayaklarını ovalıyordum, toz toprak içindeydi… Annem de ben küçükken plaj dönüşü ayaklarımı böyle temizlerdi… Ve de uçuk pembe oje sürmüştü tırnaklarına… Ben büyük bir özenle parmak aralarını temizlerken…

Sonra ayaklarını öptüm, yüzüme sürdüm… Ve sahilde başkaları da vardı, bir tanesi garip garip baktı. “Sana ne? Ben bu kadını seviyorum!” Bize bakan herife söylemiştim. Tabii içimden. Fakat o sanki duymuş gibi: “Çok mu seviyorsun beni?” Yaptığım hoşuna gitmişti. Dalgınca mırıldandım. “Bir bilsen…” Bu kadar basitti işte cevabı, iki kelime. Hiç sevdiğiniz kadının ayaklarını öptünüz mü? Ben öptüm. Çoraplarını kendi ellerimle giydirdim, pabuçlarını bağladım...

Sonra sonra haftalar ayları kovalarken… “Merhaba delikanlı, memnun oldum.” Ertan Bey’miş adı.  Oha, herif neredeyse babam yaşında ve rütbesi eski koca. Yurtdışında ticaret yapıyormuş, durumu da çakozlamıştı galiba, seziyordum. “Allah belanızı versin Ertan Bey, hem de kara belanızı… Nereden çıktınız siz?” Tabii içimden, hep içimden…

Bir kez daha deneyeceklermiş, üstelik de buradan gideceklermiş... Belçika’ya... Çocuk bile düşünebilirlermiş… “İnşallah ölürsün de akşamında ruhun yılanlarda, çıyanlarda, börtü böcekte reenkarne olur pisbıyık Ertan Bey.”

Onunla gitmişti...

10-11 ay sürmüştü hepi topu. Kalp kırıklığı ve üzüntüden… Nasıl desem, ben o sene küme düşmüştüm. Vapur da sonradan batmıştı galiba, öyle hatırlıyorum...

Salacak sahili 1996 Sekiz yıl sonra Beylerbeyi'nin hazin sonu. (Milliyet gazete arşivi)

 

 

 

Kategoriler

Şapgir