‘Kadınlara karşı büyük bir savaş var’

Gazeteci ve yönetmen Jocelyne Saab ile bir direniş silahı olarak kültürü, savaşın gerçeklerini aktarma yöntemlerini ve Ortadoğu’da kadın olmayı konuştuk.

Yaşamını Paris ile Beyrut arasında sürdüren, sık sık Mısır’a giderek orada çalışmalar yapan gazeteci ve yönetmen Jocelyne Saab, Boğaziçi Chronicles’ın konuğu olarak geçen Kasım’da üç haftalığına İstanbul’a geldi. Lübnan İç Savaşı yıllarında savaş muhabiri olarak çalışan Saab, 1982’de Beyrut, İsrail işgali altındayken, şehirde kalarak direnmeye karar veren 60 sanatçı ve entelektüelden biriydi. Çok sayıda belgesel ve filme imza attı. Son yıllarda da yaptığı güncel sanat projeleriyle adından söz ettirdi. Lübnan’da son üç yıldır düzenlenen ‘Cultural Resistance’ (Kültürel Direniş) adlı film festivalinin genel direktörü ve küratörü olan Jocelyne Saab ile bir direniş silahı olarak kültürü, savaşın gerçeklerini aktarma yöntemlerini ve Ortadoğu’da kadın olmayı konuştuk. 

Lübnan’ın uluslararası film festivali ‘Cultural Resistance’ (Kültürel Direniş) bu yıl 9-11 Kasım tarihleri arasında düzenlendi. Festivalin bugüne kadarki öyküsünü sizden dinleyebilir miyiz?

Festivali üç yıl önce başlattığımda Lübnan çok kötü durumdaydı. Günde ortalama iki intihar bombacısı ülkenin farklı yerlerinde, sivil yerleşimlere yakın noktalarda eylem yapıyordu. Herkes çok moralsizdi. Bu sırada ben de film veya video türündeki bireysel çalışmalarımı sürdürmenin hem imkânsız hem de anlamsız olduğunu düşünüyordum. Yaşananlar konusunda bir şeyler yapma gereği hissettim. Bunun üzerine tam da bombaların yağdığı bu coğrafyada bir festival düzenlemeye karar verdim. Böyle zamanlarda bile kültürel paylaşımın durmayacağını insanlara göstermek istedim. Bunu yaparken de sanatı, insanları kurban rolünden çıkararak politikleştirmek ve olanlara dair farkındalık yaratmak için bir tür araç olarak gördüm. Festivali de bu yüzden kurdum.

Jocelyne Saab, 2005’te Mısır’da, kadın sünnetini konu alan ‘Dunia (Gözlerimden Öpme)’ filmini çekti. “Bu filmin ardından adeta bir savaşa girmiştim ve kurşunun nereden geleceğini kestiremiyordum” diyen Saab halkın bir kesiminin, bu uygulama nedeniyle yaşanan sağlık sorunlarının açığa çıkmasını istemediğini ve bu nedenle hedef gösterildiğini anlatıyor.

Festival ilk yılında yılında, 2013 Ağustos’unda iki ayrı camide cemaat tam cuma namazından çıkarken düzenlenen bombalı intihar saldırılarıyla 40’tan fazla insanın öldürüldüğü ve yüzlercesinin yaralandığı Tripoli kentindeydi. İkinci senesinde ise ülkenin başkentine, Beyrut’a taşındı. Ancak organizasyonun burayla sınırlı kalmayıp civar köylere de yayılmasını sağladık. Bu girişime ‘Kültürel Direniş’ dememin nedeni ise politik alanda etkin olamasak, bombalara ve intihar eylemlerine karşı doğrudan bir şey yapamasak da olanları sorgulayabileceğimizi vurgulamak içindi.

Festival seçkisi her yıl Asya ülkelerinden filmler içeriyor. Yanı başımızdaki bu ülkelerde ortaya çıkan yapımlar kendimize sorular sormamıza yardım ediyor. Film gösterimlerine paralel etkinlikler de yapıyoruz. Okullar ve üniversitelerle işbirliği içerisinde programlar düzenliyoruz. Eleştirilerini paylaşmaları ve filmleri analiz etmeleri konusunda cesaretlendirerek, öğrencilerin organizasyona aktif katılımlarını sağlıyoruz.

Sansürle karşılaştığınız oluyor mu?

Festivalin ikinci yılında bir sansür vakası yaşandı. Amerika’da yaşayan İranlı yönetmen Bani Khoshnoudi’nin ‘The Silent Majority Speaks’ (Sessiz Çoğunluk Konuşuyor) filminin gösterimi yasal merciler tarafından engellendi. Film sivillerin cep telefonu kameralarıyla çektikleri görüntülerden oluşuyordu. İran’da, insanların sokak ortasında öldürüldüğü ‘Yeşil Hareket’in alevlendiği dönemi anlatıyordu. (Editörün notu: ‘Yeşil Hareket’, geniş çevrelerce hileli olduğuna inanılan 12 Haziran 2009 Cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerine İran’da düzenlenen rejim karşıtı protestoların genel adıdır.) Yönetmen güncel olayları ülkenin tarihiyle bütünleşik bir anlatı içerisinde kurgulayarak, şiddetin farklı seviyelerini göz önüne seriyordu.

Sansürü uygulayanlara hata ettiklerini, bu durumun kendi aleyhlerine işleyeceğini anlatmaya çalıştım ancak geri adım atmadılar. Bana sebep sunmalarını istediğimde ise filmin topluma zararlı olduğunu söylediler. Bu açıklamayı kabul etmem mümkün değildi. Halka aşina gelecek sorunları -başka ülkelerde yaşanmış olsa da- göstermek istemiyorlardı. Bunun üzerine filmi programdan çıkardık ancak basın bu konuya büyük ilgi gösterdi. Bir anda etrafımı kalabalık bir insan topluluğu sardı. İnsanlar bize mekânlarını açtı, maddi yardımda bulundu. Herkes festivale elinden geldiğince destek oluyordu. Sansür mekanizması ters tepti ve insanların festivale daha çok ilgi duymasına yol açtı.

Festival yoluna bundan sonra nasıl devam edecek?

Festival, Uluslararası Lübnan Sinema ve Sanat Bienali (BLICA) ismi altında iki yılda bir düzenlenecek bir sinema ve sanat organizasyonuna dönüşecek. İlki Kasım 2016’da, Jbeil kentindeki Modern ve Çağdaş Sanat Müzesi’nde (MACAM) yapılacak bienal, yaklaşık bir buçuk ay ziyarete açık olacak. Organizasyon kapsamında, her coğrafyadan sanatçıların katılımına açık bir de Niemeyer Sanat Yarışması düzenleniyor.

Ben kültürel direnişin, diğer bir deyişle direniş zamanında kültürün gücüne inananlardanım. Sizce kriz ve savaş zamanlarında kültürün nasıl bir rolü vardır?

Her şeyden önce insanların morallerini yüksek tutmalarına ve kurban rolünden kurtulmalarına yardım eder. 1982 yılında Beyrut İsrail işgali altındayken, 60 sanatçı ve entelektüel olarak biz, şehirde kalmaya ve yapılan bu yanlışa karşı direnmeye karar verdik. Bu sırada hepimiz insanlara yardım etmek için bazı görevler üstlendik. Bunlar entelektüel çabalar değildi; böylesine zor durumlarda en temel ihtiyaçlara odaklanmanız gerekir.

Bazı insanlar ‘kültürel direniş’ ifadesini kullanmak istemiyor. Çünkü direniş kelimesi yaşadığımız coğrafyada Hizbullah gibi gruplarla özdeşleştiriliyor. Bense direnişi uluslararası bir kavram olarak ele alıyorum. Kültürel direnişin yaşananlar üzerinde, yavaşça ortaya çıksa da etkisi olduğunu düşünüyorum.

Aslında sizin sıra dışı bir hikâyeniz var. Ortadoğulu bir kadın olarak savaşı yaşadınız ve belgelediniz. Bu sırada karşılaştığınız zorluklardan bahseder misiniz?

Bunu yapmaya başladığımda belki de ülkede bu işi yapan tek kadın bendim. Yaşananları sorgulamaya başlamıştım. Orada olmam ve yapılanları insanlara göstermem gerektiğine inanıyordum. Bazı günler her şey çok ürkütücü ve tehlikeli görünüyordu. Bu tür zamanlarda cinsiyet meselesi söz konusu bile değildi. Çünkü her an ölebileceğim ve bunun kimsenin umurunda olmayacağı yerlerdeydim. İnsanlar benim bu şekilde seyahat ettiğimi ve röportajlar yaptığımı gördüklerinde şaşırıyorlardı. Diğer taraftan, bence durum artık daha zor. Savaşlar ve silahlar gittikçe daha da korkunç bir hal alıyor. Kadınlara karşı büyük bir savaş var. Onlara zulmeden IŞİD gerçeğiyle karşı karşıyayız. Tüm bunlar yanı başımızda yaşanıyor. Harekete geçmek daha kuvvetli olmayı ve daha çok enerji sarf etmeyi gerektiriyor.

Savaş gerçekliğini yansıtırken farklı yöntemler kullanıyorsunuz. Belgesel, film, fotoğraf ve çağdaş sanat alanında üretimleriniz var. Bunları birbiriyle nasıl bağdaştırıyorsunuz?

Belgeselden kurmaca filme geçişim doğal bir süreçte oldu. Zaten en başından beri yönetmen olmak istiyordum. Fakat savaş sırasında kurmaca filmler yapamazdım. Savaşın kurgusu zaten gözümün önünde olup bitiyordu. Bir süre sonra gözlerim doğrudan bu yaşananları görmekten yoruldu. Olaylar karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Çok şey biliyordum ve bunları bir şekilde aktarmam gerekiyordu. Bunun üzerine karakterler yaratmaya ve yaşananları onların gözünden aktarmaya karar verdim. Bundan sonra da kurmaca filmler yapmaya, zaman zaman belgesele dönüş yapsam da devam ettim.

2005’te Mısır’da çektiğim, kadınları sünnet etme geleneğini konu alan ‘Dunia (Gözlerimden Öpme)’ filminin ardından ise adeta bir savaşa girmiştim ve kurşunun nereden geleceğini kestiremiyordum. Basın ve halkın bir kesimi, kadınların yüzde 97’sinin sünnet nedeniyle yaşadığı problemleri açıklamamı kabullenemiyordu. Aileler bu gerçekle yüzleşmeye dayanamıyordu. Bu süreç beni sadece yormadı; aynı zamanda hasta etti. Karşılaştığım bu zihniyet karşısında, “Ben üretmekten vazgeçmeyeceğim ama siz de beni öldürmeyeceksiniz” dedim. Bunun üzerine fotoğraf çekmeye başladım. Eskiden çektiğim ama daha önce kullanmadığım fotoğraflarımı da tekrar elden geçirdim. Fotoğrafla soyut kompozisyonlar yaratmaya başladım.

Artık insanlar sorunlara doğrudan işaret etmeden, ne düşündüklerini ve hissettiklerini yansıtabildikleri bir alan olan çağdaş sanata yöneliyorlar. Ben de bu alana adım attım. Zaman zaman gerçekçi dilin tamamen dışında video çalışmaları yaptım. 

Fotoğraf biraz daha politik olmalı’

Anaakım medya aracılığıyla yayılan savaş ve çatışma görüntüleri, fotoğrafları hakkında ne düşünüyorsunuz? Siz de uzun yıllar savaş muhabirliği yaptınız. Bugünlerde bu iş nasıl bir hal aldı?

Bence durum çok kötü. Bir tür pornografi söz konusu. Bu durumdan biraz da sosyal medyanın sorumlu olduğunu düşünüyorum. Çünkü herhangi biri, çektiği fotoğrafı istediği gibi dolaşıma sokabiliyor. Sonra da herkes bu görüntüyü kullanabiliyor. Bugün karşılaştığım türde fotoğrafları ben asla piyasaya sürmezdim. Artık durup, tüm bunlar hakkında düşünme, yeni yollar arama zamanı. Fotoğraflar biraz daha politik olmalı.

Artık gazete de baskı da yavaş yavaş ölüyor. Editörlük müessesesi ortadan kalkıyor. Gazeteciler işten atılıyor. Bu, tehlikeli bir eğilim. Gazeteciler kendilerini ifade etme özgürlüğünü kaybederlerse durum çok daha vahim bir hal alır. Bu söyleyeceğim bazılarına abartılı gelebilir ancak Faşist döneme girmemek için durumun farkına varmamız gerek. 



Yazar Hakkında