Lakaplı kuyum ustalarının durağı: Zincirli Han

Karin Karakaşlı ile Berge Arabian'ın hazırladığı 'Hanlar Hamamlar' yazı dizisinin bu sefer iki hana uğruyor: Zincirli Han ve Balkapanı Han.

İstanbul'da sıcağın ve nemin insanı canından bezdirdiği günlerden bir gün daha… Bir hana daha sığınmanın, oradan geçen hayatlarla çoğalmanın tam sırası. Han zengini Kapalıçarşı’nın belki de en bakımlı kısmında sıra: Zincirli Han’da.  

Kapalıçarşı'nın ana giriş kapılarından olan Nuruosmaniye’den girince sağdan ikinci sokağa sapıp yolun sonuna yürüdüğünüzde, sağ kol üzerinde Zincirli Han'ın giriş kapısına ulaşıyorsunuz. Şimdilerde kuyumcuların atölyelerinin yer aldığı Zincirli Han’da ilk gözüme çarpan, tarihi taş zemin üzerindeki güzelim çeşmenin musluğuna ağzını uzatan ve damla damla akan suyu keyifle içen sarman kedi oldu. Han sakinleri aynı zamanda hayvan dostu. Hemen hepsinde özel olarak beslenen, adeta ilgili hanın maskotu bir ya da daha fazla canlıya rastlamak mümkün. Bu şekliyle sanki hanların o at arabalarıyla ahırlarla dolu eski, haşmetli günlerine çağdaş bir selam veriliyor sanki. İkinci kaçınılmaz unsur da darba girişimi sonrası her yere asılı bayraklar.

Tek avlulu, iki katlı Zincirli Han’ı benzerlerinden ayıran en temel özellik, bakımlı görünümü. Özgün halini muhafaza eden yapı, koyu yeşile boyalı panjurlu eski odaları, tarihi taş zemini ve moloz taş ve tuğladan kemerleriyle ziyaretçilerini zamanda yolculuğa çıkarmaya aday. Hanın kalbi ise avlunun tam ortasında yer alan çeşme ve gerisindeki sarmaşıklı çatısıyla soluklanma bölümü.

Tanrı misafiri

Tahmini olarak 18.yüzyıl sonlarında inşa edilen hanın odalarında bir zamanlar ocaklar bulunuyormuş. Halen kuyumcu ustalarının ilk katı satış mağazası üst katı atölye olarak kullandığı hanın girişindeki çay ocağı da bütün ziyaretçilerine tatlı bir mola vadediyor. Öte yandan hanlar aynı zamanda esnafçılık geleneğinin kesintisiz yaşatıldığı yerler olduğundan, kime ya da neye gelmiş olmanızdan bağımsız olarak, elinde su şişeleri ve çayla size atılan dükkân sahipleriyle karşılaşıyorsunuz. O ki hana gelmişsiniz artık herkesin misafirisiniz…

Hanın en eskilerinden Şişko Osman Halıcılık’ın ikram ettiği soğuk suları içerken bizi heyecanla bekleyen Misak Voskanyan geliyor yanımıza. Oğlu ile birlikte halen 22 numaradaki küçük dükkânda çalışan Misak usta tam 65 yıldır çarşıda. ‘Allah’ın dediği olur’ levhasının asılı olduğu mücevher atölyesi el emeği göz nuru ürünlerle dolu. Oğlu tezgâh başında çalışırken Misak Voskanyan da çarşının eski günlerine tanıklık eden siyah-beyaz fotoğraflarını çıkarıyor bir çırpıda. Üzerinde okul formasıyla 12 yaş halini görüyoruz tezgâh başında. “Topkapı’da otururduk. Gedikpaşa Mesrobyan Okulu’ndanım ben. O dönem ağzımla üflerdim altını. Pompa sonra çıktı.” Çocuk haline sevecenlikle gülümsüyor. Arkadaşlarıyla beraber handa geçen gençlik yıllarının hatıralarına dalıyoruz. Aram Kondonciyan ve Jirayr Şadyan ustaların yanında zanaatı öğrenen Misak Voskanyan çıraklık dönemini geçirdiği ve her biri kuyum alanında birer okul olan Varakçı Han ve Çuhacı Han’ı da yâd ediyor. Vefa söz konusu olunca, her biri birbirinden ilginç lakaplarıyla eski ustaları anma zamanı geliyor. Pakrat Aghparik ve Minas Usta başlıyorlar aşıklar gibi atışmaya: Bulgar Boris Penço vardı… Bir de Yıkıntı Jirayr… Ya Aghçig Vartkes’e ne demeli?.. Direksiyon Vahram’ı hatırlar mısın?.. Bir de John Wayne Garbis vardı… Kuyumun ustalarına yürüyüşleri, halleri tavırları üzerinden takılan lakaplar han duvarlarında bir kez daha çınlamış oluyor.

25 yıldır Zincirli Han’da olan sadekâr ustası, mıhlayıcı oğlu eşliğinde kuyum geleneğini bir sonraki kuşağa taşıyabilmiş olmanın gururuyla dolu. “Düşünün artık çoğu esnaf Kapalıçarşı’daki yerini bile kiraya veriyor gelir olsun diye. Biz de burada iki üç kişi kaldık işte, Garo da gitti…” Eliyle dostu ve meslektaşı Garo’nun resimdeki yanağını okşayıp hasret gideriyor.

Misak Voskanyan ve oğlu atölyelerinde

Hanın giriş katındaki Lumes Avize, saraylara layık görkemli avizelerini de alıp fabrikaya geçmiş. Şişko Osman Halıcılık dışında halıcı da kalmamış. Üst kattaki kuyum atölyeleri sakin. Misak ustaya çalışmaktan en çok mutlu olduğu parçayı soruyorum. “El işi broşlar” diyor. “Onları severek ve çok güzel yaparım.”

Hatıralarını da göğsüne iğneleyip sevgiyle bakıyor yuvasına.

 Ticaretten daha fazlası

İstanbul’un hanları sadece ticaret açısından değil, kültür bakımından da şehrin tarihinde önemli rol oynadılar. Matbaaların büyük kısmı bu hanlarda yer alırken, okula gidememiş gençler de dönemin Ermeni aydınlarından bu hanlar içerisinde özel ders alırlardı. Kevork Pamukciyan ‘İstanbul Yazıları’ kitabında Zincirli Han’ın bu yüzüne dair şu bilgileri paylaşıyor: “Musikişinas Zenne Boğos Sarkagavak (1746-1826), 18. asrın sonlarına doğru, Zincirli Han’ın üst katında bir dershane açarak, ileri gelen Ermeni ailelerinin evlatlarına dini musiki dersleri vermiştir. Bunlar arasında Canik Amira Papazyan (1776-1856), Parunak Amira ve Ağa Boğos Amira zikredilmektedir. Muhtemelen Baba Hampartzum Limonciyan da (1768-1839) burada kendisinin talebesi olmuştur.”

Güneyindeki girişin üst kısmında yer alan kitabeye göre, Nasuh Paşa tarafından 1708 tarihinde  külliyesinin bir parçası olarak inşa edilen Zincirli Han, han olmanın ne demeye geldiğini gösteren yapısıyla geleni geçeni büyülemeye devam ediyor. 

Ortaya karışık Balkapanı Han

Sırada bir ‘kapan’ var. İstanbul’a dışarıdan gelen bal, un, yağ, şeker gibi temel ihtiyaç maddeleri ilk önce  ‘kapan’  denilen hanlarda depolanırmış. Ürünler burada tartılıp, gerekli kontrolleri, vergilendirmesi, fiyat tespiti yapıldıktan sonra İstanbul pazarlarına dağıtılırmış.

Adından da anlaşılacağı gibi Balkapanı Han, gümrükten gelen balın istiflendiği ve halka dağıtıldığı bir ticaret merkeziymiş. Kitabesi olmayan bu hanın altında 12-13. yüzyıla tarihlendirilen tonozlu mahzenler var. Ve rivayete göre buradan Ayasofya’ya giden bir yol bile var… Biz gün yüzüyle görülen kısmıyla yetiniyoruz. Geniş bir avlu etrafında iki katlı ve varaklı olarak inşa edilen hanın odalarının çoğu bugün depo olarak kullanılıyor.

İstanbul’da birçok kapan olmakla beraber, en büyükleri Unkapanı, Yağkapanı ve Balkapanı’ymış. Ne zaman yaptırıldığı tam olarak kestirilemeyen hanın, Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırıldığı kesin. Çünkü, Balkapanı’nın gelirleri Ayasofya’ya vakfedilmiş. Vakfiyede Balkapanı için aynı zamanda “Hanı Kadimi Sultani” nitelemesi kullanılmış. Bu niteleme şu açıdan önemli. Fatih devrinde Bizans’tan kalan bütün eserler için “kadim” kelimesi kullanılıyordu. Bir dönem Mısırlı tüccarların kaldığı han, Kapalıçarşı kompleksinden bağımsız olarak Tahtakale’de Hasırcılar Sokağı’nda bulunuyor. Yine Pamukciyan’a başvuracak olursak, şunları öğreniyoruz:  “İstanbul’un en eski hanları Kebeci Han’la Balkapan Hanı’dır. Tarihçi Harutyun Mırmıryan’a (1860-1926) göre, Balkapanı Han Bizans döneminde inşa edilmiştir.”

Dikdörtgen bir avlu etrafında iki kat olarak planlanmış Balkapanı Han’da yuvarlak taş kemerler hayli bozuk olmasına rağmen kalan kadarından yapının özgün halini sezinlemek mümkün. Bir zamanlar odabaşılarına kadar Ermeni olan ve gayrimüslim azınlıklardan nice dükkânı misafir eden handa bugün nikah şekeri süsleri, bıçakçılar, fırın, lokanta, defterci, kutucu gibi küçük esnaf var. Herkesin dilinde de 50li yılların yangınında hanın taş duvarlarından bir kısmının yıkılmış olması hatırası. Sanki yıkılan sadece o duvarlarmış gibi. 

Bal başta olmak üzere şehrin bütün besin ihtiyacına sahip çıkışmış bir mekânın bugün bu kadar süklüm püklüm bir halde olmasında acıtıcı bir yan var. Hanın girişinde çayımızı yudumlarken buraya  sırtlarında küfelerle mal taşıyan hamalları ve sırf onlar biraz soluklansın diye yapılmı molataşlarını düşünüyorum.

Şimdi hayat sadece molataşı. Bir de mezar taşı. Kimilerimiz için de çatlayıp durduğumuz sabır taşı. Bakapan Hanı gülümsüyor bu dediklerime. “Hadi çayını soğutma” diyor, söz dinliyorum. 



Yazar Hakkında

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA