OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

‘Yetmez ama evet’ten sınıf siyasetine

Sınıf temelli analizler tabii ki yapılmalı ama mesela 19. yüzyıl başından bugüne olayların gidişatını belirlemede sınıf çatışması mı daha belirleyici olmuştur, yoksa dönem dönem farklı kişi ve gruplar eliyle de olsa adına devlet denen örgüt mü diye sorsak, kanımca açık ara ikincisidir; ve doğrusu, o günden ta bugüne bu topraklarda devlet bana hiç de ‘burjuvazinin yönetim kurulu’ gibi görünmez.

Geçen hafta Fatih Yaşlı’nın yazısı üzerinden, ‘yetmez ama evet’ tartışmasına bakmıştık. Bu hafta, Yaşlı’nın aynı yazıda Osmanlı-Türk tarihinin devlet odaklı analizi üzerine söylediklerinden yola çıkarak geç Osmanlı’dan günümüze bu tarihi ele alma biçimleri üzerine konuşalım.

Kısaca söyleyecek olursak, Yaşlı bu tarihi, merkeze devleti ve onun baskıcı yöntemlerini koyarak okumanın yanlış bir okuma olduğunu; onun yerine sınıfı, sınıf çatışmalarını, sermaye ilişkilerini, emperyalizmi merkeze alan yaklaşımlar geliştirilmesi gerektiğini söylüyor. İkinci kısımda zikredilen kavramların ve bu kavramlar üzerine oturtulacak analizlerin önemi yadsınamaz. Onlarsız bir tarih anlatımı şüphesiz eksik kalacaktır. Fakat, öncesini koyalım bir kenara, 19. yüzyıl başından bugüne gelen Osmanlı-Türkiye tarihini, merkeze devleti alarak okumak gerçekten yanlış bir yaklaşım mıdır? Yaşlı’nın hep tırnak içinde kullandığı, ceberut devlet, Kemalist otoriterlik, vesayet rejimi vs. olmayan veya etkisiz kavramlar mıydı? Sadece analistlerin hayal ettiği olgular mıydı? Bunlara “Evet” demek zor.

Sınıf temelli analizler tabii ki yapılmalı ama mesela 19. yüzyıl başından bugüne olayların gidişatını belirlemede sınıf çatışması mı daha belirleyici olmuştur, yoksa dönem dönem farklı kişi ve gruplar eliyle de olsa adına devlet denen örgüt mü diye sorsak, kanımca açık ara ikincisidir; ve doğrusu, o günden ta bugüne bu topraklarda devlet bana hiç de ‘burjuvazinin yönetim kurulu’ gibi görünmez. Uzun konu ama, hele cumhuriyet dönemi Türk-Müslüman burjuvazisinin anası da, babası da, ebesi de devlet olduğu için bugün hâlâ bu burjuvazi sesini ‘büyüklerine’ karşı fazla yükseltemez. Bu, devletle burjuvazi arasında çelişki-çatışma bir yana, uyumsuzluk olduğu anlamına dahi gelmez. Bilakis, gül gibi geçinirler ama buradaki vesayet ilişkisi burjuvaziden devlete doğru değil, devletten burjuvaziye doğrudur.  

Sınıf, sınıf çatışması, yoksulluk, eşitsizlikle mücadele üzerine bir siyasi program geliştirmek, kitleler nezdinde bunu öne çıkarmak, velhasıl sınıf siyaseti yapmak bir şeydir (ki zannımca özellikle Türkiye’nin şu hâlinde çok gereklidir), Osmanlı-Türkiye tarihini analiz ederken bunların belirleyici olduğunu iddia etmek başka. Osmanlı’da 19. yüzyılda sınırlı, o da çoğu gene devlet eliyle ve tabii ki yabancı sermayeyle sanayileşmeden dolayı zaten sınıf saflarının keskinleştiği bir dönem değil ama 1800’lerin başından bugüne sınıf siyaseti ne zaman ön plana çıkmıştır diye baksak, 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’i takiben yaşanan grev dalgalarıyla adeta saman alevi gibi parlayıp sönen bir dönemi, bir de sınıf siyasetinin gerçekten etkili olduğu kabaca 1960’ların ortalarından 1980 darbesine kadar olan dönemi zikredebiliriz. 

İşin tartışmamız açısından ilginç tarafı, gerek bu dönemlerde, gerek diğer dönemlerde sınıf siyasetinin etkili olmasının önünü kesen en önemli aktör, Yaşlı’nın tali bir unsur gibi gördüğü yürütme, yasama ve yargısıyla devletin ta kendisidir. Örneğin, II. Meşrutiyet’te grev dalgalarına set çeken, İttihat ve Terakki’nin bastırmasıyla önce Ekim 1908’de geçici kanun olarak çıkarılan, daha sonra Temmuz 1909’da kalıcı hâle getirilen Tatil-i Eşgal Kanunu’dur. Bu kanunla grev yasaklanmış, sendikalar feshedilmiştir. Erken cumhuriyet döneminde de devletin işçi hareketini bastırma politikasında bir değişme olmadı. Gökhan Atılgan’ın dediği gibi, 1923-1930 arası Kemalist devlet, işçi hareketlerini kendine ideolojik rakip olarak gördü. Örneğin, gene Atılgan’dan alıntılayarak söyleyecek olursak, 1924-1927 arası grevler zorla bastırıldı, hükümet sendikal hareketi kontrol altına alabilmek için Türk İşçi Birliği adında bir örgüt kurdu. Buna karşı çıkan 20 sendikada örgütlü 30 bin işçi Amele Teali Cemiyeti’ni oluşturdu. Bu cemiyet bir iş kanunu çıkarılması talebiyle 1926’da Meclis’e bir delegasyon gönderdi. Bilin bakalım delegasyona ne oldu... Bildiniz; tutuklandılar. Cemiyet de kapatıldı. (Gökhan Atılgan’ın ‘Türkiye’de Toplumsal Sınıflar: 1923-2010’ başlıklı makalesinde anlatılıyor. Makale, Bülent Duru ve Faruk Alpkaya editörlüğünde Phoenix Yayınevi tarafından basılan ‘1920’den Günümüze Türkiye’de Toplumsal Yapı ve Değişim’ isimli kitapta bulunuyor.)

1960’lar ve 70’lerde ise sınıf siyaseti özellikle sendikalar ve onlar içinde de özellikle Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) eliyle hayli etkili hâle gelmişti. Klişe tabirle söyleyecek olursak, DİSK bir sözüyle yüzbinleri sokağa dökebiliyordu. 1977’de üye sayısı yarım milyonu geçmişti. Peki, sonunda ne oldu? Gene devlet en sert eliyle müdahale etti ve 1980 darbesi sendikaların da sınıf siyasetinin üzerinden de silindir gibi geçti. Gene son noktayı koyan oldu. 

Velhasıl, tarihten bahsederken ceberut devleti temel aktörlerden biri, hatta birincisi olarak konumlandırmak yanlış değil. Yaşlı, eleştirdiği yaklaşımı şöyle özetliyor: “Buna göre, bir tarafta tarih ve sınıflar üstü, kendi özerk aklı ve bilinci olan, ideolojisi ve özü hiç değişmeyen, despot, baskıcı bir devlet, diğer yanda ise dindarlardan sosyalistlere, TÜSİAD’dan tarikatlara uzanan bir ‘demokrasi cephesi’ vardı.” Öyle bir ‘demokrasi cephesi’ olmadığı konusunda Yaşlı’yla hemfikirim ama cümlenin birinci kısmında devlet için söylenenlerin çoğu doğru. Tarih üstü hiçbir şey yoktur ama söz konusu devlet, çok net biçimde kendi özerk aklı ve bilinci olması anlamında sınıflar üstüdür ve dozu, şekli değişmekle birlikte, evet, despot bir yapıdır. Ayrıca, ‘hiç’ değişmeyen derken, ‘hiç’ fazla iddialı bir tabir. Hayatta hiç değişmeyen bir şey herhalde hiç yoktur. Fakat, Tanzimat’tan bugüne devletin zarfı değişse de mazrufunda kopuştan çok süreklilik vardır. 

Öte yandan, bugün sınıf siyasetini yükseltmek kendini solda tanımlayan partilerin hedefi olmalı, şüphesiz. Kanımca, sendikalaşma, daha doğrusu sendikalaşma oranının yükseltilmesi de bu hedefin en somut projelerinden biridir. Şu anda Türkiye’de çalışanların sadece %13 kadarı bir sendikaya mensup. Bu, ülke adına utanılası bir oran. Sendikalaşmayı veya sınıf siyasetini sadece ücretler ve çalışma şartlarıyla vs. ilgili bir mesele olarak görmemek lazım. Demokrasi de önemli bir emniyet supabı olabilir(di). Örneğin, bugün bütün baskılara, hukuksuzluklara, yolsuzluklara, doğa ve insan katliamına rağmen genel grev kimsenin aklına dahi gelmiyor, adeta geçmişin hülyalı bir hayali, ‘demode’ bir şey, bir ütopya gibi. Sendikaların güçlü olduğu bir ortamda, genel grev baskısını üzerinde hissedecek bir iktidar ne kadar fütursuz davranabilir? 

(Yazarın tüm yazıları)