OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Biberyan’ın ‘gâvurluğu’yla karşılaştığı an

Zaven Biberyan’ın bir insan ve bir yazar olarak portresini daha uzun konuşmak mümkün ve gerekli. Fakat, Biberyan konuşurken onun hayat öyküsünün bize Türkiye’de Ermeni olmakla ilgili söylediklerini es geçmek mümkün değil, zira hayat hikâyesinin ana motiflerinden biri bu.

Zaven Biberyan için artık ‘meşhur bir yazar’ diyebiliriz. Hâlbuki, kanaatimce 20. yüzyıl Türkiye romancılığında ilk 20 isim arasına rahatlıkla girecek bir yazarken Aras Yayıncılık, onun ‘Mırçünneru Verçaluysı’ isimli eserini 1998’te ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ ismiyle Türkçeye çevirip basana kadar bir romancı olarak çok az tanınıyordu. Fakat, o günden bugüne bilinirliği ve okur sayısı günden güne arttı. Bunun için Aras Yayıncılık’a teşekkür borçluyuz. 

Biberyan yalnızca önemli ve iyi bir yazar değil, aynı zamanda Türkiye siyasetinin içinde yer almış, mücadele etmiş, bu yüzden sürgünde yaşamak zorunda kalmış biri (bu ülkenin bazı ‘alışkanlıklar’ı hiç değişmiyor). Böyle birinin anıları şüphesiz çok değerli. Aras Yayıncılık gene teşekkürü hak eden bir iş yaparak, Biberyan’ın Fransızca (neden Fransızca?) olarak kaleme aldığı özyaşamöyküsünü Deniz Kureta’nın yetkin çevirisiyle ve ‘Mahkûmların Şafağı’ ismiyle yayımladı. Maalesef, Biberyan maalesef, hayatının 1921–1946 arasındaki ilk 25 yılını anlatmış. Kitaptaki sunuş yazısında söylendiği gibi, muhtemelen gerisini anlatmaya ömrü vefa etmedi. Buna rağmen, metin hem aktarılan olay ve anekdotların çokluğu açısından dolu dolu, hem de yazarın içe ve dışa dönük duygularının aktarımı açısından derinlikli. Birçok açıdan konuşulmayı hak ediyor. Mesela, kimi zaman açık, kimi zaman satır aralarında Biberyan’ın karakterinin olumsuz yönlerini de yakalamak mümkün. Hatta “iyi özelliğimdir” diye anlattığı bir şey aslında kötü bir huy. Ya da örneğin, Biberyan’ın kendisinden nefret edildiği yönünde bir takıntısı olduğunu, hayatından gelip geçen birçok kimsenin kendisinden nefret ettiğini düşündüğünü görüyorsunuz ve bana öyle geliyor ki bu, bastıramadığı kibrinden kaynaklanıyor ve kendisi de bunun farkında. Sonuçta o da bir insan. 

Biberyan’ın bir insan ve bir yazar olarak portresini daha uzun konuşmak mümkün ve gerekli. Fakat, Biberyan konuşurken onun hayat öyküsünün bize Türkiye’de Ermeni olmakla ilgili söylediklerini es geçmek mümkün değil, zira hayat hikâyesinin ana motiflerinden biri bu. Bu yazıda, hayatının gençlik döneminde başından geçen bir anekdot üzerinden bu temaya bakalım. 

Biberyan, Saint Joseph Lisesi’nin papazlarıyla anlaşamayınca okulu terk eder ve bir müddet sonra İktisat ve Ticaret Yüksek Okulu’na kabul edilir. Memnundur, arkadaşlarıyla arası iyidir, en azından bir sorunu yoktur. Bir kızdan da hoşlanmaktadır. Fakat, anlattığına göre, Fransızca öğretmeni de aynı kıza ilgi duymaktadır. Öğretmenin kıza kur yapmasına öfkelenen Biberyan, bu öfkesini, onun Fransızca bilmediği yönünde bir söylenti çıkarmaya ve muhtemelen onu bu yolla alt etmeye çalışır. Bu tabii bir zaman sonra öğretmenin kulağına gider. ‘Öldürücü darbe’yi bir gün tahtaya bir şeyler yazarken vurur. Biberyan’a hitaben şöyle der: “Ne yani? Yerime bir başkası mı gelsin istiyorsun? Bir Garabed, bir Artin mesela? Hayır, böyle bir şey olamaz!”

Sınıfta, Biberyan’ın tabiriyle buz gibi bir sessizlik olur. Bu an, Biberyan’ın âdeta bir illüzyondan uyanmasına sebep olur: “… ben etnik açıdan kimseye karşı hiçbir kötü his beslemediğimden, kendimi bunlardan azade sanıyordum. ‘Garabed’leri, ‘Artin’leri hor gören sözlerinden rencide olmam bir tarafa –ki ulusal hassasiyetimi, dolayısıyla insani hassasiyetimi derinden yaralamıştı– asla aklımdan geçirmediğim fikirleri benimmiş gibi gösteren bu haksızlığa karşı isyanla dolmuştum. Öğretmen konunun ulusal nefretle alakası olmadığını, bir kızın aşkı için kapıştığımızı çok iyi biliyordu. Buna rağmen gerçekleri tahrif ediyordu. Feci, son derece sert, kuraldışı bir silah seçiyor, belden aşağı vuruyordu. İşte o zaman, bir gavur olarak ne kadar kırılgan olduğumun […] farkına vardım […] O yaşımda masumiyetini ispat etmesi mümkün olmayan bir masumun keskin acısıyla tanışmış oldum.” O güne kadar Biberyan’a saygı duyan diğer çocuklar, o günden sonra ona mesafe almaya başlamışlar (yakın arkadaşı Osman hariç) ve o gün başlayan süreç Biberyan’ın o okulu da bırakmasına kadar gitmiş.

Konya’da Dedeoğlu ailesinin katledilmesinin akabinde başlayan “Bu bir ırkçı saldırı mıdır, yoksa kişisel bir husumet mi?” tartışması üzerine şöyle yazmıştım: “Irkçılığın yapısal olarak yerleşik olduğu yerde ‘sıradan anlaşmazlıklar’ hemen onunla eklemlenir, iç içe geçer. Irkçı husumetle ‘tekil mevzular’ arasında sanıldığı kadar bir açıklık yoktur. Kişiler veya aile gibi görece küçük gruplar arasında ‘tekil sorunlar’ın, ‘sıradan anlaşmazlıklar’ın yarattığı öfke ırkçılığın açtığı kanaldan hiyerarşinin altındakine doğru akar. Toplumsal hiyerarşide avantajlı konumda bulunan taraf, o avantajı tarafı bulunduğu anlaşmazlığa yansıtmak için konuyu o kanala sokması gerektiğini öğrenmiştir.” Biberyan’ın başına gelen, bunun mükemmel bir örneği olmuş. Etnik kimliğini unutarak, çoğunluk bireyleri arasında onlar gibi yaşadığını düşünen Biberyan, bir anlaşmazlık çıkınca ‘gâvurluğuyla’ yüz yüze gelmiştir. Onun unuttuğu Ermeniliği ona hatırlatılmıştır ve bu baskıdan, damgalanmadan kurtulmanın, tam bir inkâr dışında bir yolu yoktur. (Bazen ‘MHP’li Ermeniler’ görürsünüz, haber değeri olduğu için haber olurlar, onlara bir de bu açıdan bakın.) Bunu anlamıştır. Anılarının ilerleyen bölümlerinde anlattığı öfkeli eylemleri ve Türklere karşı uyanan kini kanımca biraz da bu çıkışsızlık, sıkışmışlık hâlinin yarattığı öfkedir.

Biberyan’ın, muhtemelen Türkiye’de Türkçe yayımlanacağını düşünmeden kaleme aldığı anılarındaki açıklık, samimiyet de bize, Türkiye’deki azınlık-çoğunluk, ırkçılık gibi konularda gözlemlerde bulunma ve yorum yapma imkânı veriyor. Bunun için de değerli bir metin. Bu anılar üstüne daha konuşulacak çok şey var.