OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Safsata

Laiklik ve okullar meselesini bir yazıyla ele alıp tüketmek mümkün değil ama Patrik Maşalyan’ın sözlerinden yola çıkarak birkaç noktaya dikkat çekmeye çalışalım.

Geçen ay Patrikhane’de yapılan, okullarla ilgili bir toplantıda Patrik Maşalyan’ın sarf ettiği “laiklik safsatası” sözü üzerine bir tartışma açıldı. İnsanlar bu söze tepki gösterdiler. Bunun üzerine Patrik Maşalyan sözlerine açıklık getirdi. Bu sözle ne kastettiği, yaptığı açıklamayla daha makul bir zemine otursa da bu meselede üzerinde durulması gereken çok husus var. Şüphesiz, laiklik ve okullar meselesini bir yazıyla ele alıp tüketmek mümkün değil ama Patrik Maşalyan’ın sözlerinden yola çıkarak birkaç noktaya dikkat çekmeye çalışalım.

Patrik Maşalyan’ın açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla, “laiklik safsatası” sözü yerine örneğin “laiklik adına uygulanan safsatalar” deseymiş maksadını daha doğru ifade edebilirmiş. Bu noktada Türkiye’deki laiklik anlayışına ve uygulamasına değinmek kaçınılmaz hâle geliyor. En sonda söyleyeceğimizi en başta söyleyecek olursak, şunu bütün açıklığıyla tespit etmemiz gerekir: Tüm ateşli iddiaların aksine ve laiklik ilkesi etrafında kopartılan onca fırtınaya rağmen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kurulduğu günden bu yana bir gün dahi laik bir devlet olmamıştır, bugün hiç değildir. Zira, tüm din ve mezheplere eşit mesafede durmayan, tam tersine, tarihi boyunca vatandaşlarına din ve mezhep bazında ayrımcılık uygulayan, belli bir din ve mezhebe devasa boyutta kaynak aktarırken diğerlerine ya hiç destek vermeyen ya da göstermelik destek veren bir devlet mekanizmasının, diğer uygulamaları nasıl olursa olsun, ‘laik’ olarak nitelendirilmesi mümkün değildir. Buradan bakınca Patrik Maşalyan’ın sözlerinde bir doğruluk payı var, zira Türkiye Cumhuriyeti Devleti laiklik ilkesini Ermenileri ve diğer Müslüman olmayan azınlıkları sınırlamak, baskı altında tutmak için bir bahane olarak kullanagelmiştir. Bu durum, özellikle Patrikhane ve ona dair uygulamalar söz konusu olduğunda daha da görünür hâle gelir. Örneğin, Patrikhane’ye bir yasal statü tanımlamanın gerekli olduğunu söylediğinizde alacağınız cevap bunun laiklik ilkesine aykırı olduğudur; öte yandan, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum 1924’ten beri (neredeyse cumhuriyetle yaşıt!) devlet bünyesinde faaliyet göstermektedir, üstelik müthiş bir ayrımcılık yaparak. Buradaki tutarsızlık çok açıktır ve devleti yönetenlerin asıl derdinin laiklik değil, Ermenileri ve diğer (Sünni) Müslüman olmayan azınlıkları baskı altında tutmak olduğunu gösterir.

Gelgelelim din, laiklik, Ermeni kimliği ve okullar meselesi sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin azınlık politikaları bağlamında tartışılacak bir konu değildir. İnsanın varoluşuyla ve tekâmülüyle ilgili evrensel boyutları olan konular bunlar. Patrik Maşalyan bir din adamı ve dolayısıyla onun toplumdaki nüfuzu ve etkisi dinin yaygınlaşmasıyla doğru orantılı. Başka bir deyişle, toplumda din ne kadar derinleşirse, Patrik Maşalyan gibi din adamları o kadar güçlü olur. Bu açıdan bakınca, onun dini teşvik etmesi, yaygınlaştırmaya çalışması beklenen bir şeydir. Fakat bir yaratıcıya iman, kişinin kendi iç dünyasıyla, hayat ve ölümle olan ilişkisiyle ilgili bir konudur. Kurumların, bunlar içinde eğitim kurumlarının birilerine, hele hele çocuklara belli bir dinî inancı dayatmaya hakkı yoktur. Hatta ebeveynlerin bile çocuklarının üzerinde böyle bir hakkının olup olmadığı tartışmaya açıktır. Kaldı ki, ebeveynlerin yaklaşımı da farklı farklı olabilir. Çocuğuna din eğitimi verilmesini istemeyen anne-babalar olabilir. Bu kişilerin isteğini, tercihini görmezden gelerek her çocuğa otomatikman din eğitimi vermek de doğru değildir. Nasıl ülke çapında zorunlu din eğitimi laikliğe aykırı diyorsak, aynı şekilde tüm eğitim kurumlarında da zorunlu din dersi, hangi din söz konusu olursa olsun, laikliğe aykırıdır ve bu safsata değildir, insan özgürlüklerine dair yüzyıllar boyunca süren mücadelenin kazanımlarıdır. Birçoklarına göre asıl safsata olanın dinin kendisi olduğu konusuna hiç girmiyorum bile.

Hıristiyanlığın Ermeni kimliğinin mütemmim cüzü olmasına gelince, tarihsel olarak baktığımızda Ermenilik ile Hıristiyanlık arasında yakın bir ilişki olduğu, Ermeni Kilisesi’nin Ermenilikle ilgili meselelerde tarihsel manada başat bir aktör olduğu açıktır fakat tarih yekpare düz bir çizgi değildir. Değişir, dönüşür, kırılır. Bu açıdan bakınca, Ermenilik, Hıristiyanlıktan önce de vardı. Tabii, o zamanın Ermeni kimliği de, insanların o kimlikten anladıkları da yekpare, homojen bir olgu olarak o günden bugüne değişmeden gelmedi. Milliyetçiliğin iddia ettiğinin aksine, tarih içinde böyle değişmeden ezelden gelip ebede giden bir millî kimlik yok. Tarih içinde Hıristiyanlığın ve onun Ermeni Apostolik kanadının Ermeni kimliği üzerinde belirleyici rol oynadığı uzun dönemler tabii ki olmuştur, fakat insanlığın genelinde olduğu gibi son 200-250 yıl içinde dinin kimlik üzerindeki etkisi azalmış, başka unsurlar ön plana çıkmıştır ki dediğim gibi, bana göre bu bir kazanımdır. Velhasıl, bugün dünyada milyonlarca, hadi milyonlarca değilse de yüzbinlerce dinsiz imansız Ermeni vardır ve onlar da en az Hıristiyan Ermeniler kadar, Ermeni kimliğinin bir parçasıdır. (Bir de Müslüman Ermeniler meselesi var ki o da başlı başına, ayrı bir konu.)

Son olarak şunu belirterek bitireyim: Patrik Maşalyan açıklamalarında Ermenice dersi ile din dersini beraber anıyor ama bu ikisi farklı şeylerdir. Dil ile din arasında bir ilişki olmasına rağmen bu birebir, kategorik ve organik bir ilişki değildir. Ermenice bilmeyeni otomatikman Ermeni kimliğinin dışına atma hakkınız olmasa da Ermenice tabii ki Ermeni okullarında, din dersinin tersine, zorunlu olmalıdır.