“Beyaz Toros zihniyeti yok olmadı yalnızca biçim değiştirdi”

Zorla kayıpların, faili meçhullerin ve cezasızlığın sembolü olarak hafızalarda yer edinen Beyaz Toroslar, yeniden Türkiye gündeminde. Paramilitarizm üzerine çalışan Dr. Özlem Has, cezasızlık ve kapanmamış toplumsal yaralarla birlikte bu sembollerin siyasal alanda dolaşmayı nasıl sürdürdüğünü, zihniyetin sadece biçim değiştirerek günümüzde nasıl devam ettiğini anlattı.

Beyaz Toroslar.

Renault marka bu araç, Türkiye’de bir otomobilden fazlası, faili meçhullerle dolu karanlık bir dönemin adı. Toplumsal hafızada vahşi ölümlerle ve cezasızlıkla anılan Beyaz Torosların “hayaleti”, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 12 Temmuz’daki, “Devletin bazı yanlış uygulamalarının da payı vardı. Beyaz Toroslar bunlardan biriydi” sözleriyle yeniden aramıza geldi.

Beyaz Toroslar gerçekten tarihe karışmış mıydı yoksa zaten hiç gitmemiş miydi?

2023’te Bursaspor tribünlerinde “Yeşil” lakaplı JİTEM tetikçisi Mahmut Yıldırım’a atıfta bulunan pankartlar, 2015’te dönemin Başbakanı Davutoğlu’nun, “AK Parti iktidardan indirilirse buralarda Beyaz Toroslar dolaşacak” sözleri, sosyal medyada Kürtlere yönelik tehditlerde bu sembolün kullanılması ve son olarak bir savcının masasındaki Beyaz Toros maketi bu soruyu canlı tutuyor.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, İBB’ye yönelik soruşturmalara baktığını öne sürdüğü bir savcının masasında “Beyaz Toros” maketi bulunduğunu açıkladı. Bu açıklaması üzerine Özel hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından “kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret” ve “tehdit” suçlarından re’sen soruşturma başlatıldı. Özel’in açıklamaları sonrasında masasında maket bulunduran savcı hakkında paylaşım yapan gazeteci Oğuz Bakır’a ev hapsi verildi.
CHP milletvekili Zeynel Emre, bu iddiayla ilgili Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’a soru önergesi verdi. DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan ise Toros maketine tepki göstererek, “Bir savcı, Erdoğan’ın Beyaz Torosları eleştirdiği gün masasına Beyaz Toros koyuyorsa, buna eyvallah etmeyiz. Yargı, Beyaz Toroslardan inmelidir” dedi. 

Bu gelişmeler, Beyaz Torosların sadece geçmişin karanlık bir simgesi olmadığını, günümüzde de siyasal ve toplumsal alanlarda etkisini sürdürdüğünü ortaya koydu. Paramilitarizm ve özel askeri şirketler üzerine çalışan Dr. Özlem Has, bu hayaletin ve tezahürlerinin nasıl ve neden hâlâ aramızda dolaştığını anlatıyor.

Dr. Özlem Has.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Beyaz Toroslar bitti” sözlerinden sonra İBB soruşturmasını yürüten savcının odasında Beyaz Toros maketi olduğu ortaya çıktı. Türkiye yine Beyaz Torosları konuşuyor. Bu durum bize ne söylüyor?

Beyaz Toroslar, 90’larda özellikle Olağanüstü Hal Yönetimi altındaki Kürt coğrafyasında etkin, gayriresmi paramiliter kuruluş JİTEM’le özdeşleştirilen, zorla kaybetmelere ve faili meçhul cinayetlere giden yolda kullanılan araçlardı. Halkın hafızasında genellikle korkunun simgesi olarak yer edinmişlerdi. Bu araçlar, zorla kaybetmelerin ve faili meçhul cinayetlerin ötesinde cezasızlığın da sembolü oldu. 90’larda o araçları kullananlar hâlâ yargı önünde hesap vermiş değil. Adalet kavramının tartışıldığı ve adalet sistemine güvensizliğin arttığı Türkiye’de bir savcının masasında Beyaz Toros maketinin bulunmasının tesadüf olmadığını düşünüyorum. Böyle bir simgenin, yargı gibi tarafsız ve bağımsız olması beklenen bir kurumun mensubu tarafından sahiplenilmesi, yalnızca geçmişle yüzleşemediğimizin değil, aynı zamanda bu zihniyetin yaşadığı ve kurumsallaşmaya devam ettiğinin de göstergesi.

Beyaz Toroslar, Erdoğan’ın dediği gibi gerçek anlamda bitti mi?

Savcı masasındaki Beyaz Toros örneği ve tartışmalar, etkilerini ve temsil ettikleri cezasızlık zihniyetini devam ettirdiğini gösteriyor. Beyaz Toros söyleminin siyasi diskurdaki sembolik yeri de önemli. Yeni bir çözüm sürecinin başlangıcında Erdoğan’ın ifade ettiği bu sözler, bir önceki çözüm sürecinin bozulmaya başladığı süreçte dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun Ekim 2015’te Van mitinginde söylediği, “AK Parti iktidardan indirilirse buralarda Beyaz Toroslar dolaşacak” cümlesinde kendine yer bulmuştu. Kasım 2015’te Diyarbakır’ın Sur ilçesinde jandarma ve polis özel harekât timlerinin ve kim oldukları hâlâ açıklığa kavuşmayan Esedullah Timlerinin operasyonlarını yoğunlaştırdığı dönemde bir duvara “Yeşil Burada” yazılmıştı. “Yeşil” lakaplı JİTEM tetikçisi Mahmut Yıldırım’a yapılan bu atıf, yalnızca bir tehdit değil; 90’ların devlet içindeki karanlık yapılarına ve şiddet politikalarına güçlü bir göndermeydi. Faili meçhullerle, zorla kaybetmelerle ve sistematik şiddetle anılan o dönemin, insan hakları ihlalleri de düşünülürse, yeniden devrede olduğuna dair bir işaretti. Bugün Beyaz Toroslar sokaklarda olmasa da cezasızlık ve toplumsal hafızadaki kapanmamış yaralar ve bu sembollerin siyasal alanda dolaşımda olması, zihniyetin yok olmadığını yalnızca biçim değiştirdiğini gösteriyor.

Hamidiye Alayları'ndan bugüne...

Türkiye’de paramilitarizmin tarihsel arka planı ne zamana dayanıyor?

Köklerini 1890’lara götürebiliriz. Osmanlı, şiddet araçları üzerindeki tekelini merkezi ordunun kurulmasıyla ilk defa 1826’da sağladı. Paramilitarizmin kavramsal çerçevesini karşılayan şiddet kullanım tekeli üzerindeki yetkisini ise ilk defa başka bir grupla, 1891’de Hamidiye Alayları’nın oluşturulmasıyla paylaştı. Hamidiye Alayları genel olarak Osmanlı- Rus savaşları sonucu doğuda merkezi gücü iyice zayıflayan Osmanlı’nın yerel Müslüman aşiretleri yardımcı kuvvetler olarak yetkilendirerek bu gücü tekrar tesis etmeyi ve Kürt ve Ermeni ulusal uyanışlarını birincisini ikincisine karşı kullanarak çözmek istemesinin bir sonucu olarak kurulan yarı-resmî yapılardı. Fakat bu gruplar sonuç itibariyle soykırıma giden yolda başta Ermeniler olmak üzere gayrimüslimlere yöneltilen yağma ve katliam faaliyetlerinin uygulayıcıları haline geldiler. Hamidiye Alayları'nın kurulumu bir kararname aracılığıyla olduğu için bunları yarı-resmî paramiliter güçler olarak kabul edebiliriz.

Paramilitarizmin yeniden üretildiğini düşündüğünüz örnekler var mı?

Günümüzde devam eden köy koruculuğunu, yasal çerçeveye tabi olduğundan yarı-resmî bir paramiliter kurum olarak kabul edebiliriz. Bunların dışında devletle bağları bu kadar açık olmayan ve yakın tarihimiz boyunca sol ve azınlık grupları hedef alan 6-7 Eylül Olayları, 1 Mayıs Katliamı, Maraş Katliamı gibi birçok şüpheli olayda payı olduğu iddia edilen 1952’de Millî Savunma Bakanlığı’nın bir kararnamesiyle kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu ve 1965’te isim değiştirdiği haliyle Özel Harp Dairesi (ÖHD) de yarı-resmî paramiliter yapılara örnek gösterilebilir. 
Türkiye maalesef yarı-resmî paramiliter güçler kadar gayriresmî paramiliter gruplar açısından da zengin bir tarihe sahip. Bu tarz gruplar herhangi bir hukuksal zemine sahip olmayan ya da hukuki bağları kamusal düzlemde açık edilmemiş, direkt devletin bünyesinde oluşturulmuş ya da devlet tarafından finansal ve/de materyal açıdan desteklenen paramiliter gruplar. Devletle bağları yasal bir zemine oturmadığından, devlet tarafından kendisiyle olan ilişkileri kolaylıkla reddedilen yapılar. Bunların başında 90’lı yıllara damgasını vurmuş ve devlet güçleriyle olan ilişkisi birçok gazetecilik araştırmasında ortaya konulan Hizbullah ve devlet belgelerinde kendine “faaliyetleri gerçek olan ama varlığı kanıtlamayan örgüt” olarak yer bulan JİTEM geliyor.
Günümüzde paramilitarizmin yalnızca silahlı bir faaliyet alanı olarak değil, toplumsal kontrol mekanizması olarak da yeniden üretildiğini görüyoruz. Özellikle belirli ideolojik çizgide örgütlenen ve iktidarla yakın ilişkide olan bazı sivil yapılanmaların, örneğin Alperen Ocakları, Osmanlı Ocakları vb., toplumu baskı altına alma, muhalefeti sindirme ve kutuplaşma süreçlerinde aktif rol aldığını gözlemliyoruz. Bunun dışında tartışmalı silah kullanma yetkisiyle ön plana çıkan mahalle bekçiliği uygulaması ve özel askeri şirket görünümüne sahip olmasına rağmen zaman zaman çeşitli illerde sivillere verdiği silahlı eğitim iddialarıyla gündeme gelen ve kurucusu Adnan Tanrıverdi’nin 2016 ve 2020 yılları arasında Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı görevine getirildiği SADAT’ı da paramilitarizmin günümüzdeki yansımalarına örnek verebiliriz.

"İdeolojik zemini Sünni Müslüman Türk Milliyetçiliği"

Paramilitarizmin nasıl bu kadar kalıcı olabiliyor, hangi ideolojik zeminlere sırtını yaslıyor?

Cezasızlık. Bu yalnızca hukuki bir eksiklik değil; ideolojik, toplumsal ve siyasal düzeyde sürekliliği besleyen bir sistemsel tercih. Türkiye’de paramilitarizmin ideolojik zeminini anlamak için şiddetin kimlere yöneltildiğine baktığımızda gayrimüslimler, Aleviler, Kürtler ve solcuları görüyoruz. Bu anlamda, Türkiye’deki ideolojik zemini Sünni Müslüman Türk Milliyetçiliği zeminine oturtabiliriz. Türkiye tarihi yalnızca paramiliter yapıların değil aynı zamanda sıradan halkın da kolayca iştirakçisi olduğu 6-7 Eylül olayları, Maraş ve Madımak katliamları gibi henüz tam olarak aydınlatılamamış olaylarla dolu. Bu olayların dava süreçlerinde etkin soruşturma yürütülemedi, asıl sorumlular yargı önüne çıkarılamadı. En büyük örneği de JİTEM davaları… 90’larda yaşanan zorla kaybetmeler, faili meçhuller ve köy boşaltmaları gibi ağır insan hakları ihlallerine karıştığı iddia edilen güvenlik birimleri mensupları ve devlet yetkililerinin yargılandığı bu davalar, 2015 sonrasında teker teker cezasızlıkla sonuçlandı.

"Resmi yapılar içinde paramiliter mantık güç kazandı"

Paramiliter gruplar ile resmi güvenlik bürokrasisi (ordu, istihbarat, polis) arasındaki ilişki nasıl şekillendi? Bu ilişki sizce bugün hâlâ nasıl işliyor?

Bu soruyu yanıtlamak için Türkiye’de paramiliter gruplarla resmi güvenlik bürokrasisi arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğunun kapsamlı bir tarihsel analizine başvurmamız gerektiğini düşünüyorum. Böylesi bir analiz bu söyleşinin sınırlarını aşacağından; bu ilişkinin özetle gri alanlarda, örtük mutabakatlarla ve çoğu zaman inkar edilebilir mesafe gözetilerek şekillendiğini söyleyebilirim. Böylelikle, özellikle devletin doğrudan uygulayamayacağı ya da siyasi maliyeti yüksek olan şiddet biçimleri, paramiliter yapılar üzerinden dolaylı olarak devreye sokulmuştur. 

Bu ilişkinin kurumsal başlangıç noktalarından biri 1952 yılında NATO’ya entegrasyon sürecinde ordu içerisinde kurulan STK (1965 itibariyle ÖHD)’dir. Askeri yapı altında kurulsa da ÖHD’nin aynı zamanda özellikle ülkücü hareket etrafında sivil milis ağları oluşturduğu, olası bir işgal durumunda olduğu kadar iç tehditlere karşı da harekete geçirilecek sivil unsurları organize ettiği çokça yazıldı ve tartışıldı. 6-7 Eylül Olayları başta olmak üzere, 1970'li yıllardaki sağ-sol çatışmaları ve 1 Mayıs 1977 Taksim Katliamı gibi olaylarda bu ağların devreye sokulduğu yönünde çok ciddi iddialar ve tanıklıklar mevcut. Bu, Türkiye’de paramiliter yapılarla güvenlik bürokrasisi arasındaki iş birliğinin sadece operasyonel değil, ideolojik olarak da iç içe geçtiğini gösteriyor. Aynı şekilde 90’lı yıllarda resmi olarak tanınmayan ama fiili olarak güvenlik bürokrasisinin (jandarma, ordu ve MİT kesişiminde) bir parçası gibi çalışan JİTEM’in özellikle Kürt illerinde işlediği faili meçhuller, bu ilişki biçiminin ne kadar derin ve sistematik olduğunu gösteriyor. Benzer şekilde Hizbullah’ın da bazı devlet unsurlarınca (özellikle polis) desteklendiği, hatta sahada bir tür taşeron olarak kullanıldığına dair ciddi araştırmalar ve tanıklıklar var. 

Bugün bu yapıların doğrudan varlık gösterdiği bir ortamdan söz etmiyoruz ama bu ilişki biçimi tamamen sona ermiş değil, sadece biçim değiştirmiş durumda. SADAT, bu dönüşümün güncel bir örneği. Resmi olarak özel bir savunma danışmanlık şirketi gibi görünse de kamuoyuna yansıyan faaliyet alanları ve söylemleri, onu klasik anlamda özel sektörde konumlanan bir şirket olmaktan çıkarıyor ve bugünkü iktidarın güvenlik stratejisiyle örtüşen, ama devletin doğrudan uygulamadığı politikaları destekleyen bir yapı haline getiriyor. Aynı zamanda güvenlik bürokrasinin 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında yeniden dizayn edildiğinin de göz önünde bulundurulması gerekiyor. Mesela Genelkurmay Başkanlığı Millî Savunma Bakanlığı’na; MİT ise doğrudan Cumhurbaşkanlığına bağlandı ve polis akademileri ve askeri okullarda hem kadro hem müfredat açısından ciddi değişiklikler yapıldı. Bu kurumlar içerisindeki kadro tercihlerinin iktidar çizgisine kayması ve yine hatırlamak gerekirse bekçilerin yetkilerinin genişletilmesi resmi yapılar içerisinde paramiliter mantığın güç kazandığını gösteriyor.

"Bugün Türkiye'de yüzleşmek mümkün görünmüyor"

Paramilitarizmin tarihsel hafızasıyla yüzleşmek mümkün mü?

Tarihsel anlatı farkındalık getiriyor ama bu tarihsel anlatının hafızasıyla yüzleşmek sadece geçmişin karanlık sayfalarını açmayı değil, bugünün hakikat ve adalet arayışına da yön vermeyi gerektiriyor. Burada mutabık kalınması gereken nokta, bu şiddet pratiklerinin tarihsel birer istisna olarak ortaya çıkmadığı; çoğu zaman devletin bilgisi, onayı ya da bizzat dahliyle sistemli bir süreklilik içerisinde uygulanmış olduğudur. Hafızayla yüzleşmek kolay mı? Hayır. 
Şimdiye kadar paramiliter şiddetin faili olan kişi ve yapılar ya hiç yargılanmadı ya da cezasız bırakıldı. Bu cezasızlık hali sadece geçmişi değil, bugünü de koruyor. Mesele sadece tarihsel değil aynı zamanda siyasi irade meselesi. Devlet gerçekten hesap vermeyi isterse, toplum bunu talep eder ve ısrarcı olursa, elbette yüzleşme mümkün. Fakat bunun gerçekleşmesi için yalnızca “Ne oldu?” sorusunun değil, “Kim sorumlu?”, “Neden cezasız kaldı?” ve “Nasıl tekrar edilmesini engelleriz?” gibi soruların demokratik ve güvenli bir zeminde açık bir biçimde sorulması ve yanıtlanması gerekiyor. 
Güncel koşullar Türkiye’de böyle bir ortamının henüz oluşmadığını gösteriyor. Devam etmekte olan çözüm süreci, özellikle Türk paramiliterizminin ideolojik ve kadrosal kaynaklarından birini oluşturan MHP gibi bir siyasi yapının başkanı Devlet Bahçeli’nin çağrısıyla başlaması sebebiyle Türkiye’nin önünde tarihsel bir fırsat gibi dursa da iktidar kanadının bu süreci “Terörsüz Türkiye” adıyla güvenlikçi bir zemine oturtması, en azından şimdilik paramilitirazmin tarihsel hafızasıyla yüzleşmek adına imkânlılık alanlarını daraltıyor gibi duruyor. 



Yazar Hakkında