Varto Mahallesi

Artık her ayın son haftası şapgir’de bizlerle olacak olan Abdullah Ataşçı, Varto Mahallesi’nin efkarlı ziyaretçilerinin vicdanlarından Türkiye’nin yakın tarihine bakıyor: ”Hiç öldüm mü ben bu mezarda?”

Abdullah Ataşçı

Yol tembel, aksak çıkıyor tepeye doğru. Bir gecekondu mahallesinden geçiyoruz. “Burası, Varto Mahallesi” diyor Ahmet. Toprak yolun etrafında terli ve tozlu zamansızlıklarıyla çocuklar koşuşturuyor. Birkaç kadın evlerinin önüne serdikleri çulun üzerine oturmuş, gevezelik ediyor.

Yolun bir tarafında bakımsız kerpiç evler diğer tarafında mezarlık. “Eskiyle yeninin böyle yan yana durması” diyorum. Hasan direksiyonu bırakarak bana bakıyor. “Bu akşam zırvalama yok, adam gibi içeceğiz” diyor. Ahmet, kalın bıyıklarının ucunu diliyle yalayıp hafiften gülüyor.

“Ahmet!” diyorum, “Ben çocukken de geçtim mi buralardan, hiç öldüm mü bu mezarlıkta?” Ahmet boş versene bunları der gibi bakışlarını gözlerimin en derinine dikiyor. Ama sonra birden ciddileşiyor, umursuyor söylediklerimi, “Burası Varto!” diyor, “İnsan burada binlerce kez ölür, ama sen değil!” Stalin’e benzetiyorum onu. Yine de iyi insan, hele içince…

Hasan da benim gibi ilk defa geliyor buraya. Bu yüzden yolu tarif etmek için geç kalan Ahmet’e durmadan sinirleniyor. “Zamanında söylesene lan puşt!” diyor. Ahmet alınmıyor, gücenmiyor puşt deyişine. Hasan onun eniştesi. 

Dar yolları geçip tepenin başına vardığımızda badem ağaçlarının ortasında uygun bir yer buluyoruz kendimize. Araba durunca, bagajdaki bira şişelerinin şıngırtısı kesiliyor. Ahmet’in kucaklayıp getirdiği taşlara oturuyoruz. Kendisi de bacaklarını yaya yaya toprağa çöküyor. Elbiseleri kir pas içinde… Bunu yeni fark etmiş olmama şaşıyorum. Bıyıkları dışında hiçbir şeyi umurunda olmayan yaramaz bir çocuk sanki. Elindeki bira şişesinin kapağını dişleriyle açıyor.

Kapağı açılan biradan bir yudum aldıktan sonra Hasan, Ahmet’e bu defa sevgiyle, anlayışla bakıyor. Onun babasından  - dayısı olurdu - nasıl korktuğunu anlatmaya başlıyor. Ama korkunun temelindeki sevgiyi iyice hissettirerek... Kederli ve fazla kırılgan bir sesle, “Eksik bir geçmiş,” diyor, “onunla daha çok zaman geçirmememiz… Yarım kalmış bir söz, inleme, nefes alma… ya da ne bileyim… en iyisi rüzgâr demek!”

Güneş kızıllığını yayarak batıyor. Ahmet durmadan yuvarlıyor biraları. Su gibi içiyor. Sonra bana dönüp,“Sen gidip badem topla,ben geçen hafta çoğunu topladım gerçi ama…” deyip gülüyor. Gülerken ağzı büyüyor, genişliyor yüzü, gençleşiyor gözleri, daha bir Kürt oluyor. Tam da bu anda Ahmet, sanki kendine inat acılarının içinden akıtıyor sevinçlerini. Yaşam kanallarını tek başına açacak kadar da huzurlu mu? Elbette bilmiyorum bunu, beynimde Varto Mahallesi’nin incinmiş görüntüsü var.

Avucuma doldurduğum bademlerle gelip oturuyorum eski yerime. Batan güneşe arkası dönük vaziyette oturuyor Ahmet. Güneşin batışının ne kadar güzel olduğunu düşünmüyor, umursamıyor, Hasan’ın elime tutuşturduğu kamerayla, “Bademleri bırak da şu manzarayı çek” deyişini hiç duymuyor. Ama içimdeki o görüntüden haberi varmışçasına ve sanki buna sevinerek, “Bak,” diyor, “Sana anlatacaklarımı iyi dinle… O çok büyük bir insandı. Buraya ilk geldiklerinde kimse onları kabullenmedi. Çingene dedik, Yezidi dedik, Kızılbaş dedik onlara. O zamanlar böyle değildi burası. Bomboş bir araziydi. Buradan şehre kadar sürüyle badem ağaçları, iğdeler, dutlar vardı... Haydar’dı adı, Ali Haydar… Bizden daha kara, konuşmaları daha kabaydı. Çoğu iki kelimeyi bir araya getirip konuşamazdı bile. Kendimizi onlardan üstün gördük, bu yüzden onlara yer vermedik. Çadır kurdular mahallemizin yakınlarına, gece gidip çadırlarını söküp dövmeye kalktık hepsini. Bizimle baş edemeyeceklerini anladıklarında buraya, bu dağ başına gelip yerleştiler.” 

“Ulan sırası mı bunları anlatmanın, bir gün de şöyle kederlenmeden içelim be anasını satayım. İki gün sonra gideceğiz. Sen anlat dur, Haydar’ı, Varto’yu!” diyor Hasan. Ahmet, Hasan’ın söylediklerine hiç incinmemiş, bozulmamış gibi, “Şeyimden aşağı,” diyor. “İster dinle, ister dinleme sen. Ben bunları bu çocuğa anlatıyorum. Biliyorsun, yazar bu, kolay mı öyle? Bütün bunlar yaşandığında bu daha yoktu dünyada. Bazı şeyleri öğrenmesi kötü mü? Hem bunları yazsa fena mı olur?”

Gözlerini dikip bana, en emredici sesiyle  “Bunların hepsini yazacaksın” diyor, “Borcundur, ona göre.”Hasan işemeye gidiyor, tepenin bir ucuna. Ahmet peçesini iyice indiren şehrin en uzak köşesine dikmiş gözünü, dalgın bakıyor. “Haydar’ı mı düşünüyorsun?” diye soruyorum. Birasından büyük bir yudum alıyor. Yeniden gençleşiyor. “Haydar,” diyor, “Benim gördüğüm en yiğit adamdı. Buraya yerleştiklerinde yine boş durmadık. Sonunda varlıkları bir kere sinirimizi bozmuştu. Her gece on, on beş kişi toplanıp buraya geliyorduk. Sapanlarımıza irice taşlar koyup üzerilerine fırlatıyorduk. Yine bir gece elimizde sapanlar, çadırlarına dayanmıştık. Ama birden bir nara koptu. Ufak tefek bir adamın böylesine devleşeceğini,ben o gece gördüm. Attığımız taşlara aldırmadan üstümüze geliyordu adam. Yanımıza vardığında üstümüze atıldı. Dört kişiyi komalık etti. Bu nasıl oldu anlayamadık. Bir kasırga gibi üstümüzden geçti. Elindeki kalın sopayı öyle bir hünerle kullanıyordu ki, karşı koymak imkânsızdı adeta. Gerçekten de çil yavrusu gibi dağılıp karanlığa karıştık. Ertesi gece ve daha sonraki birçok gece, bunun intikamını almak için daha kalabalık geldik. Her seferinde Haydar’ın yanında gittikçe artan bir kalabalıkla bizi beklediğini gördük. Daha beter dayak yiyip dönüyorduk kutsal mahallemize. Bizim hıncımız, onların inadı büyüyordu. Bu sırada başladıkları inşaatları hızla bitiriyorlardı. Kendilerine bir mahalle kuruyorlardı. Bunların nerelerden geldiklerini düşünmüyor, böylesine uzak varlıkların bünyemize zarar vermelerinin nedenini anlamaya çalışmıyor, bir kor gibi içimize düşmüş o yabani duygunun pençesinde; elimizde taşlar, sopalar, kürekler, baltalar, ne bulursak artık dayanıyorduk mahremliklerine… Ama karşımızda hiçbir şeyden korkmayan Haydar vardı.”

Şehrin üzerine bir toz bulutu çöküyor. Uyuşukluğunu yaya yaya şehir, karanlığa teslim oluyor iyice. Ahmet’in sesi gittikçe garip bir hüzne, pişmanlığa büyüyor. “Sonunda baktık, biz çözemiyoruz bu işi, belediyeye haber verdik. Zabıtalar, yıkım ekipleri geldi. Onlar da baş edemediler, Haydar’la… Bırakıp gittiler. Derken emniyete ihbar ettik Haydar’ı, uyuşturucu satıyor diye. Günlerce takibe aldı polis mahalleyi. Onların da hoşuna gitmiyordu bu koyu esmer tenliler. Bir gece baskın yaptılar buraya. Uzunca bir süre çatışmışlar. Dönem de kötü... Yetmiş sekiz yılı. Haydar direnmiş tabii. Ama sabaha karşı pes etmiş artık. Tutuklanıp götürülmüş. Günlerce haber alınamamış. Sonra bir gün, ailesine haber salınmış, gelin de cenazenizi alın diye. İşte böyle, biz o zaman daha toyduk. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmiyorduk. Cesur çocuktu Haydar. Bu mahalle varsa, şimdi onun sayesindedir. Bu mahalledeki herkes onun sayesinde şimdi ayakta.”

Ahmet, gözlerindeki o koyu ve uzak dünya büyüdükçe biraları daha hızlı yuvarlamaya başlıyor, alkolün dozuyla unutuyor bademleri, kendi gerçekliğini, Hasan’ı, belki beni de… Sadece Haydar’ı önemsiyor. Kederle kalkıyor oturduğu yerden, gelip önümde çömeliyor, unutmuyor benim yazar olduğumu. “Sadece yazmalısın oğlum” diyor, “senin kaderin de bu.”Kaderimin bu oluşuna hayıflanıyorum. Varto Mahallesi…

Ahmet’in kalın sesinin değdiği badem ağaçlarının arasından tek tük arabalar geçiyor.  Arabaların hepsinde bir erkekle bir kadın oluyor. “Bunlar iş tutmaya geldi,” diyor Hasan. Gülmüyor, sanki bu çok normalmiş gibi dönüp arkasını yola, Harput’a bakıyor Ahmet. Harput bin yıllık bir tanrıça gibi. Ne kederli, ne mutlu, ne de boş vermiş her şeye… Anlamak ister gibi tepeden değil de, sanki kaderden bakıyor şehre… Karanlık gittikçe koyulaşıyor.  Hasan, tepenin bir ucunda durmuş, şehrin şehir olmamış diğer yarısına bakıyor. “Ulan Ahmet,” diyor, “Ne çekilmez bir adamsın sen.” Ahmet ince bir iç geçirmeyle geri geliyor, gittiği yerden. “Haydar,” diyor yeni baştan. “Kaydı yok, anasını satayım bunların hiçbirinin. Eğer yazmazsan, bizden sonrakiler hiç bilmeyecekler Haydar’ı, o yüzden hep eksik kalmış olacaklar.”

Sonra yine susuyor. Uzak bir noktaya kederli bakıyor. Yüzü paramparça. Kameranın ışığından yansıyan silueti uzak bir yola düşmüş ikindi trenini hatırlatıyor bana. Hep kara, hep belirsiz bir istikamete gitmekteymiş gibi.

Son biraları da içince kalkıyoruz. Bademlerin kokusuna karışmış koca bir tepe burası. Sanki daha önce hiç gelmemiş, buradan hiç gitmemişim gibi. “Senin işin zor,” diyor Ahmet, “Her bir şeyi yazacaksın. Yazmakla bitmez ki? Yılmaz yaşasaydı…” diyor bunun üzerine, Yılmaz dediği Yılmaz Güney. “Sadece yazmakla olmaz, göstermek de gerekir.”

“Bu millet okumaz,” diyor Hasan. “Hem okumakla kim adam olmuş ki? Kimse okumaz, boşuna yazma. Yazıyla zengin de olunmaz?”Boş bira şişelerini ayağıyla yuvarlıyor Ahmet aşağılara. Şişelerin sesi ağaçlara, taşlara çarpa çarpa dağılıyor.

Tozlu toprak yoldan aşağıya yavaşça iniyor araba. Boşlukta incinmiş bir yer gibi Varto Mahallesi. Kederli, kayıp ihtirasını aramaksızın, tepetaklak düşmüş de bu kireç toprağa, dermanı yokmuşçasına yerinden kalkmak istemeyen, hiç sevilmemiş yarım bir hatıra gibi…

Ahmet uyuşmuş tesellisiyle bana,“Nasıl olur da, hiç gelmedin buralara?” diye soruyor.    Ben daha önce buradan geçtim mi hatırlamıyorum. Gideli birkaç yüzyıl olmuş gibi bu şehirden. Mezarlıktan geçiyoruz. Yolun ortasında beyaz giysiler içinde yatan bir adam görüyoruz. Hasan gözlerini ovuşturup dikkatlice bakıyor. “Sarhoşluktan mı, anlamadım!” diyor. “Yolda yatan biri var?”  Ahmet şaşkın, heyecanlı, titreyerek bakıyor yola. “Bu o!  Haydar lan, Haydar bu!” dile bağırıyor,“Durdur arabayı!”

Hasan direksiyonu sağa kırarak, adama çarpmaktan kurtuluyor. Ahmet “Dur!” diyor, “dur, ne olursun Haydar bu!” Hasan duymuyor Ahmet’i, bastıkça basıyor gaza. Ahmet sinirden kıpkırmızı, “Niye durmadın!” diye bağırıyor Hasan’a. Hasan’ın korkudan büyümüş gözleri, bir bana bir Ahmet’e bakıyor. Araba bomboş yolda kendiliğinden gidiyormuş gibi, “Yerde yatan sadece bir ölüydü!” diyor sonra.

Varto Mahallesi’nden şehrin üzerine tiz ve acı bir çığlık yükseliyor. Ben neyle mükellefim, bilmiyorum daha. Yazmak mıdır, yeni baştan bir şehri kurmak? Ahmet’in yüzü dağınık, uzak, örtüsünü kaybedeli çok uzun zaman olmuş gibi. Şehrin ruhsuz ışıklarında arabadan inerken ben, “Yazacaksın!” diyor sadece.

Kategoriler

Şapgir