Anadilde aşk ya da barışın dili…

İsmail Keskin, ‘Savaşla yönetilen dünyada birbirimizin yüzüne kilit üzerine kilit vurarak örttüğümüz bütün kapıları ancak aşkın kuralsızlığıyla açmak mümkün’ diyerek barışın dilini anlatıyor bizlere, Anadolu dillerinde sevda sözcükleriyle...

İsmail Keskin
ismail.keskin@gmail.com

Kalbin ve barışın yolları bir, dilleri farklı. Dünyada tüm kilitli kapılara koşulsuz uyan tek bir anahtar var, o da aşk. Savaşla yönetilen dünyada birbirimizin yüzüne kilit üzerine kilit vurarak örttüğümüz bütün kapıları ancak aşkın kuralsızlığıyla açmak mümkün. Fakat kalplerimiz soğuk, kalplerimiz onca acıyla katılaşmış, dikenli tellerle örtülü… Öyleyse kalplerimiz nasıl yakınlaşacak birbirlerine, nasıl ısınacak? Bir kılavuz gerek ama nasıl?

Pek muhterem dostlar, bendeniz dokuz yıldır barışın dilini aramaktayım (kitaplarda ya da muhabbetlerde değil, ordan oraya gide gele, Yunanistan'dan Ermenistan'a, Gürcistan'dan Bulgaristan'a varıncaya girmedik delik, danışmadık Adem Havva, dinlemedik saçmalık kalmayana kadar) vardığım yer hayat, vardığım yer aşktır.

Öte yandan her işe,her sanata, her zanaate mutlak araç gereç gerek çünkü bu dünyada hakikatin göbeği surete bağlı. Barışa yol ararken, bunun barış için de geçerli olduğunu pek güzel belledim. Öyle olunca da kafada kuyrukları birbirine değmeyen milyon tilkiyle dön babam dönelim...

Barışın aracı hayat. Bu ne demek? Barış sözlerle ya da ideallerle mümkün değil. Barış sadece hayatla mümkün. Hem kahramanları sevip hem barışı elde tutmak mümkün değil mesela, kahramanları değil bildiğin insanı sevmek gerek. Bildiğin insan kahramanlar kadar iyi yalan söyleyemez ya da onun çevresindeki yalakaların binde biri, bildiğin insanı insan yerine koyup selam vermez ama olsun.  

Bu anlamda hayatın içindeki aşktan kasıt, romantik, idealize edilmiş hele ki Platon denen madrabazın peri masallarını içeren bir azap övgüsü değil. Hayattan kahramanları çıkarıp aşkın orta yerine koymak, muhtemelen romans sahnesinde prensesi öldürüp ejderhayı kurtarmak olurdu.

Hayatın içindeki aşk diye başlayıp elbette onu idealize etme hatasına düşmeyeceğim. Benim tek diyebileceğim, tıpkı kahraman kültleri gibi, aşklarda da imkansızlıklara tapınmak saçmalıktır, zehirlidir. Tıpkı insana rağmen inşa edilmiş dev ve heybetli binaların, kahraman heykellerinin, yaşama karşı ölümü savunan tumturaklı, insanı büyüleyecek kadar estetik ve sivri uçlarıyla kan akıtabilecek mükemmeliyette kurulmuş metinlerin, şarkıların, marşların zehirli olduğu gibi. Elbette insanı çıldırtacak duyarsızlıktaki bir bürokrat samimiyetinde hepsi birdir, oraya zaten diyecek yok. Aşkta imkansızı överken hayali tecavüz olandan tutarlılık beklemek, Churchill’in dünyaya barış getirmesine benziyor, biraz ondan biraz bundan…

Buraya kadar karamsar gelen metinden elbette güneşli bir gün çıkabilir hâlâ.

Kalplerimizi ısıtmanın bir yolu var! Birbirimizin kalplerini ancak ona evinin diliyle seslenerek ısıtabilir, öyle hoşnut ederiz. Standart ya da mükemmel bir telaffuzla değil belki ama deneyerek. Görerek, kabul ederek ve sevgiyle. Ayırmadan, ayrılmadan, bir olmak, “can” olmak için ve çocukça bir saflıkla… Bunu yaparken saplantıya değil, hayata tutunarak…

Zehre karşı yaşam, nefrete ve saplantıya karşı hayat elbette kırılgan. Fakat bugüne kadar ayakta kalabildiğine göre aynı derece de inatçı demektir. Savaş sonrası hikâyelerde bu inat edişin yankıları duyulur hep. Koca bir şehir yanmış, insanların yürüdüğü sokaklara “tavşan inmiş”tir (yani insanların yokluğunda şehir tekrar ormana karışmıştır). Fakat şehirde yakan, yakılan ve yanan hayatlardan öte, savaşın tüm amacını tüm taleplerini yaşamaya inat ederek yeryüzünden silen de yine o zayıf ve kırılgan hayatın kendisidir.

O zaman barışı ve hayatı yaymak gerek. Bunun için de hayatın içine aşkı dahil etmek gerekiyor. Kalpleri ısıtmak, yaşamı içeri almak ve saplantıları, nefreti, nefretin içimize saldığı zehri dışarıda bırakmak. Bunu yapmak ancak insana yaklaşarak mümkün. İdeallere saplanıp kalmadan, basit görünen hayatı dışarıda bırakmadan. Mesela insana evinin dilinden seslenmek gerek. Sınırlar böylesi derin çizgilerle çizilmeden evveli, mesela 1800’lerin başlarında kasabalarda yaşayanlar İngilizce anlamasalar da, kasabalarında yaşayan diğer toplulukların dillerini az biraz bilirlerdi. Elbette felsefe tartışacak kadar değil ama derdini anlatmaya yetecek bir kelime dağarcığına sahip olarak.

Anadolu eskiden olduğu gibi şimdi de akla hayale gelmeyecek sayıda ve farklılıkta insanın, topluluğun yaşadığı bir iklim. Öte yandan standartlaşma putuna o kadar çok kurban verilmiş ki, resmi dil Türkçenin dahi farklı şiveleri otantiklik olarak adlandırılıyor, televizyon dizilerindeki kötü taklitler haricinde kendi evinin ve muhitinin dışına çıktığında ayıplanıyor. İşte böyle bir çevrede hayata omuz vermek, onun sesine ses katmak demek, hiçbir dile ya da hiçbir şiveye saplantıyla bağlanıp idealize etmeden olanı sokağa çıkarmak demek. Yoksa bir dilde standartlaşmadan ve onun diktasından dert yanarken yeni bir standardın ayarında dikta ve nefret büyütenin amacını eşekler kovalasın. Anadolu’da sadece iki konuşanı kalmış ve standarttan sadece on kelime farkı olan bir lehçe neden standart ya da standart adayı bir dilden daha az değerli olsun?

Geçen yıl sevgililer günü öncesi internette “sevgilinize 100 dilde nasıl seni seviyorum dersiniz” diye klasik bir haber gördüm. Tıkladığımda içinde Eskimoca ya da “Uzay Yolu” serisi için tasarlanmış “Klingonca” bile varken, ne Lazca ne Rumca ne Ermenice ne Kürtçe ne Abhazca ne Boşnakça ne Pomakça ne Zazaca ne Tatarca… nasıl “seni seviyorum” denirin olmadığı bir liste... Duyuluşu güzel ama içinde hayat yok. Sonra biraz daha, biraz daha içine girdim bu meselenin, içimi sızlatan bir haberi de gördükten sonra kararı verdim ve bir ay boyunca günde on dört saat mesaiyle mahalle kahvelerinin yeni bir versiyonu olan hemşeri forumlarından okunan 9000(evet dokuz bin) sayfa, neredeyse bütün arkadaşlara ve çevreye yazılan mailler, kahveler misafirlikler,hemşeri dernekleri… Sonuç, 244 sayfanın her birinde bugün Anadolu’da konuşulan anadil ve lehçelerde sevgi sözleri olan bir defterkitap… Aşk Sevda Süveyda, anadilde aşk defteri… Yani, Türkiye’de konuşulan dil ve lehçeleri bu boyutta derleyen ilk konuşma kılavuzu çalışması. İki yüz küsur sayfada, bugün Anadolu’da anadil olarak konuşulan seksene yakın dil ve lehçeden derlenmiş yüzlerce sevda sözü…

O yüzden “bu topraklarda çatlağını arayan tüm bereketli yağmur tanelerine, güzel insanlara ithaf”la başlıyor ve sevmeyi bilen tüm kalplere şöyle haykırıyor :

Yaşasın aşk, yaşasın sevgilime giden bütün sevgi sözleri! Türkçe, Rumca, Lazca, Kürtçe, Ermenice, Arnavutça, Pomakça, Çingenece, Makedonca, Boşnakça, Zazaca, Çerkezce, Tatarca, Lakça, Lezgice, Arapça, Abhazca, Teberce, Tabasaranca, Hemşince, Özbekçe, Farsça, Bulgarca... Anadolu’da konuşanı kalmış ve hatta kalmamış yetmiş üç dil ve lehçenin, elin uzandığı tüm şivelerinde ayrı ayrı... Kuralına, standardına, imla kılavuzuna göre değil, bir tek okunuşuna göre.

Çünkü kalp kural tanımaz. Kalp kendi toprağını bilir, bu toprakların ‘hakiki’ dilini tanır ve ısınır. Bin yol varsa da kalbe giden, en yakını elbet evinin yakınından geçer. O yüzden de kalp en çok ‘mahallesi’nin dilinden duyduğu sevgi sözüne inanır.

 

Biraz tüyo vermek gerekirse:

İse san ta kria ta nera ( soğuk sular gibi ( güzel ) sin )

( Rumca / İstanbul )

Ti si moeto sartçe, slantçe - ( Sen benim kalbimsin, güneşimsin )

(Pomakça / Edirne )

Ronîya çavê min, evîndara dilê min! Nav bedevîya te venda bûm

( Gözümün nuru, gönlümün sevgilisi! Ben güzelliğinin içinde kayboldum. )

( Kürtçe / Kurmanci - Diyarbakır, Mardin )

Süanide made miti va malimden ( Senden başka kimseyi sevmiyorum )

( Lazca, Atina - Pazar )

Hlito ( Tatlı ( sevgilim ) )

( Süryanice )

Hokis imin ( Tatlım )

( Batı Ermenicesi / İstanbul )

Daşuria ıştı yeta ( Aşk hayattır )

( Arnavutça )

Gerez cıvır, gerez lafta, hele kâylım gayâlım

( Güzel kız, güzel delikanlı, haydi yiyip içip muhabbet edelim )

( Teberce / Abdalca / Kırşehir )

Mahik habibi ( Öyle değil mi sevgilim? )

( Arapça / Antakya )

Cucokopom, pulopom, kuzopom ( çiçekciğim, kuşcuğum, kuzucuğum )

( Karadeniz Rumcası / Tonya )

İn dereye saz gopa(r)

goparırkan az gopa(r)

ööle bi yâr sê(v)mişim

Gülêken göz gırpa(r)

( Türkçe / Manav ağzı - Bilecik )

 

 

Kategoriler

Şapgir